Skip to content
Menu

Felaketlerde kimler, niçin hayatta kalır?

rek-tayfun-

CEMAL TUNÇDEMİR 

15 Kasım 2013

Fransız yük gemisi Mont Blanc, 6 Aralık 1917 tarihinin güneşli ama dondurucu sabahında, Kanada’nın Nova Scotia eyaletinin başkenti Halifax limanından demir alarak yola çıktı. O tarihte Halifax, Britanya İmparatorluğunun en işlek limanlarından biriydi. Birinci Dünya Savaşı devam ediyordu. Mont Blanc, içinde TNT de bulunan 2500 ton patlayıcı yükü ile Fransa’ya gidiyordu. Halifax limanının dar giriş kanalından çıkarken kendisinden daha büyük tonajlı Belçika gemisi İmo, Mont Blanc’ın başüstüne çarptı.

Çok önemli bir kaza gibi görünmüyordu. Nitekim Imo yoluna devam etti. Ancak Mont Blanc mürettebatı, gemilerinin artık yüzen bir saatli bombaya dönüştüğünü biliyordu. Kazanın yol açtığı yangını söndürmeye çalıştılar ama daha fazla durulacak yer değildi bu gemi. Flikalara atlayarak hızla gemiden sahile doğru ulaşmaya çalıştılar. Ancak kaderin rüzgarı ters yönden esiyordu. Yanmaya başlayan Mont Blanc limana doğru sürüklenmeye başladı. Az önce ayrıldığı iskele de yangınla tutuşmaya başladı. Çocuklar başta Halifax ahalisi herşeyden habersiz yangını seyretmek için toplanmaya başladı.

Tarihin birçok büyük felaketi gayet mütevazı şekilde başlar. Sonra bir aksilik diğerini tetikleyerek trajedinin boyutunu büyütür. Kazadan tam 20 dakika sonra Halifax infilak etti. O güne kadarki tarihin en büyük bomba patlamasıydı. Hafif şiddetteki yer sarsıntısı şehri salladı. Patlamanın rüzgarı, demir ve ateş parçaları bütün şehre vurdu. 60 mil uzaktaki bazı evlerin bile camları tuz buz oldu. Sadece bu cam parçaları 1000’den fazla insanı kör etti. Patlamanın sebep olduğu su dalgaları şehrin sahil mahallelerinin bazısını yuttu. Ve tabii bir de yangın. Her taraf tutuşup yanmaya başladı.

Haiti’deki depremden gelen görüntüler, yürek parçalayıcı. Yeryüzünde kölelerin isyan ederek kurdukları tek ülke Haiti, bundan sonraki tarihine aslına henüz çok da uzaklaşamadığı sıfırdan yeniden başlayacak. Köleliğe isyan ettikleri için tam 200 senedir Batı devletlerinin cezalandırdığı bu gariban ülke, ne olursa olsun yaşamaya da devam edecek. Peki, Halifax’taki patlamayla ne ilgisi var Haiti’nin?

Haiti’deki deprem 2 senedir her afetten sonra başucu kitabım olan “The Unthinkable” adlı kitabı yeniden koliden çıkarmama sebep oldu (raftan indirdim diyemem).

Time dergisinin kıdemli yazarlarından Amanda Ripley, “Felaket vurduğunda kimler hayatta kalır ve neden?” alt başlıklı önemli kitabıyla, felaketten hemen sonraki ana, yani “itfaiyenin, polisin, doktorun henüz duruma müdahil olmadığı ana” götürüyor bizi. O anda sergileyeceğimiz kişiliğin bizi nasıl hayatta tutacağına… Haiti’den gelen ve bizim de ülke olarak zaman zaman yaşadığımız acıyı hatırlatan görüntüler, bize çok şey anlatıyor.

Enkaz altında çıkarıldıktan sonra hastaneye doğru götürülen kadının, bir toz maskesinin ortasında kalan apaçık ama nereye baktığı belirsiz gözlerini dikerek, “why (neden?)? why? why? why?…” diye inleyişi… Enkazdan çıkarılan bir kadın ise, “Tonlarca betonun altında, keşke ilk anda ölseydim böyle yavaş yavaş öleceğime” diye üzüldüğünü anlatıyor. Ve bir de kendini aşıp adeta bir ‘dev’e dönüşenler. Gayet soğukkanlı şekilde onlarca insanı kurtarıyor etraflarındaki insanları organize ediyorlar. Haiti bize bir kez daha gösterdi ki, afetten sonra hepimiz aynı tepkiyi vermiyoruz ve afete verdiğimiz tepki çok önemli.

Yeniden 6 Aralık 1917 gününe Halifax’a dönelim. Patlama meydana geldiğinde Anglikan papaz Samuel Henry Prince bir restoranda sabah kahvaltısı yapıyordu. Hemen yardıma koştu. Çok değil 5 sene önce de bir afete tanıklık etmişti. Titanik adlı lüks bir yolcu gemisi, Halifax’ın 500 mil açığında batmıştı. Buz gibi sularda cenaze merasimi yapanlardan biriydi Prince. Çok deneyimli ve soğuk kanlıydı. Patlamanın kurbanlarının verdiği farklı farklı tepkileri gözlemledi. Nasıl oluyordu da bir asker gözü çıktığı halde bütün gün yürüyebilmişti? Bazı insanlar halüsünasyonlar görüyordu, neden? Ebeveynlerin bir kısmı hastanelerde ve özellikle de morglarda çocuklarını tanıyamıyordu, neden?

Halifax’ın bütün gün yaşadığı ateşten fırtınanın üstüne akşam saatlerinde bir de şiddetli kar fırtınası geldi. Katastrof, beyaz bir örtünün altında dindiğinde ölü sayısının 1963 olduğu ortaya çıktı. Prince, Halifax’ın tek bir olayla nerdeyse bütün afetleri beraber yaşadığını yazıyor: Savaş, sel, yangın, deprem, fırtına ve kıtlık. Halifax’ın yeniden ayağa kalkmasına yardım ettikten sonra Prince, New York’a geldi ve sosyoloji eğitimi aldı. Columbia Üniversitesinde, Halifax felaketinden esinlenerek hazırladığı “Katastrof ve Sosyal Değişim” başlıklı doktora tezi 1920 senesinde yayınlandı.

“Büyük felaketler sonrası hayat metal erimesi gibi olur. Gelenekler sallanır.” diye yazdı Prince. Felaketleri üzücü yanlarının yanısıra kaderin getirdiği fırsatlar olarak da görüyordu. Bir din adamıydı ama endüstri devrimine inanıyordu. Patlamanın birçok değişikliğe sebep olarak Halifax’ı 20’nci yüzyıla girmeye zorladığını yazdı. Tezini St Augustine‘in bir sözüyle açıyordu; “Bu korkunç afet bir son değil başlangıç. Tarih de sona ermiyor. Bu sadece tarihin yeni  bir sayfa açma yöntemi“. İşte, Samuel Henry Prince’in bu doktora tezi, afet sırasındaki insan davranışlarını analiz eden ilk sistemli çalışma oldu.

Ben, Prince’i elbette Amanda Ripley’in “The Unthinkable” kitabı ile tanıdım. Ripley, 2004 senesinde 11 Eylül’den kurtulmayı başarmış mağdurlarıyla görüşmeye başladığında kitabın ilk temeli de atılıyor. Her 11 Eylül yıldönümü geldiğinde İkiz Kulelerde hayatını kaybedenlerin aileleri ortaya çıkıyor. Ancak, 11 Eylül günü binanın içinde olup da sağ çıkanlar genelde derin bir sessizlik içinde. Bu kişilerin oluşturduğu bir ağın toplantısına kendini davet ettirmeyi başarıyor Ripley. Ancak beklediği gibi psikolojik travmalar içinde insanlarla karşılaşmaz. “O an, derin afet anlarında bambaşka insanlara dönüştüğümüzü farkettiğim ilk andır” diyor. Ve diğer felekatlerde de insanların ne tür tepkiler verdiğini araştırmaya başlıyor.

Hepimiz bir felakete uğramanın endişesini zaman zaman yaşıyoruz. Ama işte o anda nasıl bir ruh hali içinde olacağımızı bilmiyoruz. Türkiye’nin çoğunluğu olduğu gibi bu mektubu okuyanların çoğunluğu da tahmin ediyorum hayatlarında büyük bir felaketin çemberinden “kişisel” olarak geçmiş değil.

Bizim “felaket” dediğimize Anglosaksonlar “disaster” diyor. Latince, “dis (uzak)” ve “astrum (yıldızlar)” kelimelerinin birleşiminden oluşmuş. Antik Yunan çağı inancıyla yıldızlardan uzak düşme yani “bahtsız” olma durumu ifade ediyor. Bizim felaket ise Arapça felek kelimesinden geliyor ama Arapça’da bu şekilde bir kullanımı yok. Nişanyan, “feleğin sillesi” gibi diyor.

Genelde, “başına bir felaket gelecekler” arasında olabileceğimizi düşünmek istemeyiz. Muhtemel riskleri düşünmenin uğursuzluk getireceği hissinden belki de. Oysa ki, bir fay hattına yakın yaşıyorsanız deprem, orman içinde ya da ahşap bir evde yaşıyorsanız yangın, Boğaz’da yalınız varsa tanker faciası, dere yatağındaysanız sel riski her saniye yanıbaşınızda duruyor. Bunlar hakkında düşünmeyerek bu tehlikelerden uzak kalacağımızı sanmak büyük yanılgı. “Benim başımıza gelmez” diye düşünmek ondan da büyük yanılgı.

Bu noktada bir şeyin altını çizeyim: Bu yazının konusu, hükümetin, mühendisliğin, müteahhitliğin, fakirliğin felaketlerin derinleşmesinde oynadığı role dikkat çekmek değil. Yazıya kaynak yaptığım Amanda Ripley’in kitabı da bunun peşinde değil. Sıradan insanlar, yani ben, siz, “felaketlerden önce, felaket sırasında ve sonrasında neler yapıyoruz ve neden yapıyoruz? O kritik anda neleri daha iyi yapabiliriz?” sorularına cevap arıyor.

Ripley, felaket sonrası tartışmaların hep devletin sorumluluğuyla sınırlı olmasını eleştiriyor. Sıradan insanlar genelde felaket sahnesinde sadece “kurbanlar” olarak yer alıyor. Ripley’e göre, “felaketler konuşulduğunda normal insanı bu kadar edilgen bir rolde düşünmek büyük yanlış”. Çünkü felaket tablolarının en önemli aktörü sokaktaki sıradan insandır her zaman…

Örneğin, 1992 yılında Meksika’nın ikinci büyük şehri Guadalajara, gaz sızıntısı sonrası başlayan şiddetli patlamalarla sarsıldı. 9 büyük patlama onlarca bloğu içine alan 1 millik bir yarığa yol açtı. Yüzlerce bina yıkıldı. 300’den fazla kişi öldü 5 binden fazla kişi yaralandı. Elbette ki Meksika ordusu bölgeye sevkedildi. California’dan kurtarma görevlileri bölgeye akın etti. Ama, evvelinde ve herkesten önce “sıradan insanlar” sahnedeydi. Birbirlerini kurtarmaya yardım ettiler. O panik anlarına rağmen inanılmaz işler başardılar. Araba krikolarını kullanarak enkaz altında kalanları kurtardılar. Kurtaramadıkları kadar derinlerde kalanlara bahçe hortumlarını ulaştırarak hava temin ettiler. Kurtarma ekiplerinin, eğitimli köpeklerin ve ordunun intikali 20 saati buldu. Oysa patlamalardan sonraki 2 saat en önemli süreydi. O iki saatten sonra enkaz altından çok az canlı insan çıkarılabildi.

Ripley diyor ki, “Sıradan insan, kendisinin ne kadar önemli olduğunun farkına ancak felaket anında varıyor“. Ripley’in bu noktada verdiği bir istatistik bilgisine de çok şaşırdım.

Ciddi uçak kazalarının çoğunun sağ çıkılabilir kazalar olduğunu biliyor muydunuz? 1983 – 2000 yılları arasındaki yolcu uçak seferlerinde meydana gelen kazaların yüzde 56’sında yolcular hayatta kalabiliyor. “Ciddi kaza”, Amerikan Hava Güvenliği Dairesince, yolcuları etkileyecek şekilde yangın, uçağın gövdesinde belirgin hasar ve ciddi yaralanmalar içeren kazalar olarak tarif ediliyor. Ve bu kazalardaki hayatta kalmaların nerdeyse tamamı yolcunun davranışlarına bağlı olarak gerçekleşmiş.

Ripley’in bu noktada dikkat çektiği bir nokta daha çok önemli. Ne kadar iyi eğitimli olursa olsunlar, ne kadar donanımlı olurlarsa olsunlar kurtarma görevlilerinin, acil durum personelinin, itfaiye görevlilerinin örneğin bir deprem sonrası sonuca etkisi çok çok sınırlı. Geniş bir alanı etkileyen ya da büyük ölçekli bir afet anında herkese yetişecek bir itfaiye, ambulans ya da kurtarma görevlisi gücü yok. Yani, kendi başımızayız. Devlet çok sonradan gelir.

Londra’da 7 Temmuz 2005 günü metroya ve toplum taşım araçlarına yönelik gerçekleşen ve 54 kişinin hayatını kaybettiği terörist saldırı sonrasında devlet ve medya hep, teröristleri görüntüleyen “güvenlik kameralarına” övgüde bulundu. Ancak, hiç konuşulmayan konu şuydu ki, o güvenlik kameralarının teknolojinin o gün saldırılar sebebiyle metro trenlerinin altında ya da içinde mahsur kalan sıradan insanlara hiçbir faydası yoktu. Daha sonra hazırlanan resmi rapor çok temel bir sorunu tespit etmişti; Metrodaki bütün acil durum planları, resmi görevlilere hitap ediyordu, orada yaşadıkları felaketle başbaşa kalan sıradan insana değil… O gün yolcuların, makiniste vagonda patlayıcı olduğunu söyleyebelmelerine imkan verecek hiçbir imkan yoktu. Üstelik sıkıştıkları vagonlardan çıkamıyorlardı çünkü yolcuların açamayacağı şekildeydi kapılar. Dahası, etrafta hiçbir ilk yardım malzemesi yoktu. Sonradan ortaya çıkacaktı ki ilk yardım malzemeleri, istasyon amirliklerinin bürosunda tutuluyordu, trende bile değil.

Yani, devletlerin planları çoğunlukla resmi görevlilere hitap eder. Büyük boyutlu felaketler ise herşeyi olduğu gibi devletleri de karikatüre çevirir. Hele bu felaketler çağında.

Bu felaketler çağı’ ifadesine de şerh düşüyor Ripley. Felaketlerin sayısı artmıyor aslında. Yeryüzünün ilk gününden beri depremler oluyor, kasırgalar oluşuyor. Ama, biz insanlar artan bir oranda fay hatlarına yüksek katlı binalar, kasırga bölgelerine yazlıklar dikiyoruz. Çok daha fazla inan taşıyan toplu taşım sistemleri kullanıyoruz. Dolayısıyla ciddi can kaybına yol açan afet haberleri de artık o oranda artıyor.

Çoğumuz artık ya şehirlerde ya da şehir yakınlarında yaşıyoruz. Su, gıda üretimi, tedavi nerdeyse birçok temel ihtiyacımız konusunda kendimiz dışındakilere muhtacız. Atalarımız gibi değiliz artık. Eski insanlar suyu kendileri topraktan çıkarır, hamuru kendileri yoğurur ekmeği taştan çıkarırlardı. Biz, kendimiz için nerdeyse hiçbir şey yapmıyoruz. Parasını ödeyip yaptırıyoruz. Yani bu kadar toplu halde yaşamanın cilvesi olarak hayatı “bileğinin gücüyle” sürdürme yeteneğimiz büyük ölçüde körelmiş durumda.

Yine bu kadar içiçe olduğumuz halde bu kadar “izole” yaşadığımız bir çağ da hiç olmamamıştı. Komşularımızla, büyük ailemizle bağlarımız çok zayıf. Eski zaman insanlarının sahip olduğu “aile emniyetine” sahip değiliz. Çünkü aileler kopuk ve birbirinden uzak yaşıyor. Artık bize bir parça olsun “emniyet duygusu” verebilecek tek şey, teknoloji. Ama işte o da çoğu zaman felaketin en yıkıcı olduğu o ilk anlarda işe yaramıyor.

Zaten insan soyu olarak, henüz tam anlamıyla teknoloji ile ilişkimizi içselleştirdiğimiz de söylenemez. 1960 yılı Mayıs ayında Şili binlerce kişinin ölümüne yol açan tarihinin en şiddetli depremiyle sarsıldı. Hawaii adasında yaşayanlar şanslıydı. Çünkü tsunami alarm sistemi, tsunaminin adayı vurmasından 10 saat önce çalıştı ve sirenler çaldı. Teknoloji tam planlandığı gibi işlemişti. Ancak ortaya çıktı ki insanların çoğu alarmı duyduğu halde yerini terk etmedi. Siren sesinin ne hakkında olduğundan emin değillerdi. Teknoloji vardı ama bunun geleneği yoktu. Hawaii’ye 10 saat sonra ulaşan tsunami dalgaları 61 kişinin ölümüne yüzlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Nitekim Filipinler’i vuran Haiyan kasırgası da günlerce önceden ‘geliyorum’ dediği halde birçok tedbirsizlik yapıldı.

Felaket yaşamış yani “feleğin çemberinden” geçmiş insan, çok az insanın sahip olduğu bilgilerin sırrına erer. Askerler, polisler, pilotlar, sürat arabaları pilotları bu bilgilere mümkün olduğunca hazırlıklı olmak için önceden eğitilirler. Çünkü, felaketin içinden geçerken ders almaları o mesleklerde “çok geç” demektir.

Ancak yine de, feleğin çemberinden geçmiş sıradan insanlara çok kulak verilmiyor. Bu insanların sahip olduğu özel bilgiler ve tecrübe büyük ölçüde kendilerinde kalıyor sadece. Mesela, Körfez depreminde, enkaz altında uzun süre sağ kalabilenlerin, depremden sonraki iki saatte olağanüstü kahramana ve lidere dönüşenlerin, korkuların, duyarsızlıkların bilgisi, bunları yaşayan sıradan insanların ya kendilerinde ya da çok dar özel sohbetlerinde kalıp gidiyor. Ripley, bu konuda bir kıvılcım yakmak için iki yıl boyunca dünyanın dört bir tarafında, uçak kazalarından, depremlere, terörist saldırılarından yangınlara onlarca felaket bölgesini dolaşıp, olayları yaşayanlarla görüşerek kitabını yazıyor.

Son olarak, Amanda Ripley’in afetten hemen sonraki anda, yani kendi başımıza olduğumuz o anda hayatta kalma gücümüzü nasıl arttırabileceğimiz ile ilgili önerilerini yazmadan önce kitabın başlıklarından bahsedeyim özetle.

Başımıza bir felaket geldiğinde hepimiz felakete aynı noktada maruz kalırız ve ondan sonra 3 aşaması olan psikolojik bir süreçten geçeriz. Ripley bu sürece, “survival arc (hayatta kalabilme atlayışı)” diyor.

Birinci aşama, yaşadığımızı inkardır (denial). İnsanoğlu o ilk anda yaşadıklarının gerçekliğini inkar eder. Bu, neden bir yangın anında bazı kişilerin hemen binayı terkettiğini neden bazılarının hareketsiz kaldığını açıklayan şeydir. 11 Eylül günü birinci kulenin 73’ncü katında bulunan Elia Zedeno, uçağın çarpmasından dakikalar sonra merdivenlerden aşağı inişini başlatarak hayatta kaldı. Çok daha alt katlarda yangının söndürülmesini bekleyen birçok arkadaşı çöken binanın altında kaldı. İnkar süresinin uzunluğu, risk algı hesabımıza bağlı. Örneğin, Katrina Kasırgasında tüm uyarılara rağmen şehri terk etmeyerek ölenlerin çoğu 60 yaş üstü insanlardı. Yani daha önce şehri vuran iki şiddetli kasırgayı atlatmış insanlar. Ancak, New Orleans, 1960’ların New Orleans’ı değildi. Yapılaşma şehri deniz suyuna karşı daha açık hale getirmişti. Yani diyor bir uzman, bazen tecrübenin de insanı yanıltabileceği durumlar olabilir. Risk hesaplaması her durum için yeniden yapılmalı.

İkinci aşama, etüd ve temkin (deliberation) aşaması. Bu aşamaya geçebilirsek, biliriz ki normal olmayan birşeyler oluyor. Ama ne yapacağız? Normal olmayan birşeyler oluyorsa normal tepki verilemez.  Örneğin, gece yarısı sarsıntıyla uyanıp deprem olduğunu anladığında, dışarı kaçmak için pantolonunu ve çorabının tekini aramamak gibi…

Üçüncü ve son aşama, yaşadığımızı tam olarak algılayıp, ona göre harekete geçtiğimiz andır (decisive moment). Bu “decisive moment” tabiri modern foto-muhabirliğin babası sayılabilecek Fransız Henri Cartier Bresson’un “anlık bir sürede alınması gereken görüntüyü farkedip çekebilmeyi ifade eden” kavramından alıntı. Ancak bütün insanlar, burda aynı tepkiyi vermez. Bu aşamadaki en yaygın tepki de sanıldığı gibi “panik” değil, “tepkisizliktir”. Yunan mitolojisinin kahramanlarından biri de Pan’dı. İnsan gövdesine sahip, keçi boynuzu ve sakalına sahip bir ucubeydi Pan. En büyük eğlencelerinden biri de, zaman zaman gece karanlığında korkunç sesler çıkararak ordan geçen insanları korkutmaktı. İşte bu “panik” kelimesi, bu “Pan”dan gelir. Panik de, tamamıyla tepkisiz kalmak kadar felaketin boyutunu büyüten bir davranıştır.

İşte üçüncü aşamayı yaşadığımız o anlık süreç gerçek “kahramanları” ortaya çıkaran bir süreçtir. Ama bu kahramanlık bazı kişilere özgü bir yetenek değil. Ripley, sıradan insanların daha başlarına felaketler gelmeden, felaket sırasında en sağlıklı tepkileri verecek insanlar haline dönüştürülebileceklerini savunuyor.

Peki, hayatta kalabilme sürecimizi nasıl destekleyebiliriz? Yani, ilk yardım çantası hazırlama, su bulundurma vs gibi tedbirler değil. Felaket sırasında beynimizi kontrol edebilme gücü verecek psikolojik ve sosyal hazırlıklar neler olabilir?  Şüphesiz bu hazırlıkların içeriğ hakkında daha çok araştırma yapılması gerek. Fakat ben, Ripley’in önerdiği 6 yöntemi de önemli buldum:

Direncinizi besleyerek güçlendirin

Ortaya çıktı ki yaklaşımımız sonuçlara etki ediyor. “Tevekkül” kavramındaki gibi. Tedbiri alanın başına gelenle, almayanın başına gelen aynı olmuyor. Felakete güçlü psikoloji ile yakalanan insanlar, felaketi çok daha kolay aşıyor. Bu da beyni, güçlükleri yenmek konusunda sıkça motive etmekle alakalı. Dil öğrenimi sürecinden geçenler bilir. En önemli şey tekrardır. Anlamasa bile sürekli tekrar sonucunda beyin yatkın hale geliyor. Günlük hayatınızda bile güçlükleri yenebileceğinizi, şartlarınıza etki edebilme gücüne, kendinizi değiştirebilme gücüne sahip olduğunuzu sık sık tekrarlarsanız, siz inanmasanız bile bir süre sonra beyniniz inanarak ona göre hareket ediyor.

Komşunu tanı

İki altta yaşayan yalnız amcadan, çaprazdaki apartmanda jenaratör olduğunda haberiniz varsa felaket anlarında daha donanımlı ve güvenli bir muhitiniz var demektir. Bakmayın felaketten iki gün sonra televizyonlara yansıyan profesyonel kurtarma görüntülerine… Felaketlerin çoğunda sizi kurtarmaya ilk geleceklerin hiçbiri üniformalı değil. Ya komşularınız, ya da iş arkadaşlarınız. Komşuluk muhteşem bir değerdir ve modern hayatın bireyselliğinin onu öldürmesine izin vermek çok büyük bir pişmanlığa sebep olabilir. Dünyada her yıl meydana gelen birçok felakette birçok insan komşularını ve muhitini iyi tanıdığı için hayatta kalabiliyor.

Kaygı seviyenizi düşürün

Günlük hayatı endişe ile dolu insanlar, felaket anlarında kendilerini kaos ve paniğin kucağına ilk atanlar oluyor genelde. Endişenizin seviyesini düşürebilirsiniz. Hayatta olan biten herşeyin kendine göre bir anlamı, açıklanabilir bir sebebi olabileceğini düşünmenin rahatlığı, hem günlük hayatınızı daha sağlıklı kılar hem de felaket anlarında sağlıklı tepkiler vermenizi sağlar.

Zayıflayın

Bilimsel gerçek, şişmanların hareket kabiliyeti sınırlı. Günlük hayatımıza yardım eden herşey felaket anında da bize kolaylık sağlar. Günlük hayatımızı zorlaştıran herşey felaket anında da durumumuzu daha da zorlaştırır.

Risklerinizi tanıyın

Bir fay hattında mı yaşıyorsunuz? Bir dere yatağında mı? Yakınlarda yanardağ mı var? Bunları, hayatınıza etki etmeden önce bilmeniz, etki ettiklerinde sizi çok hazırlıklı kılar. Uçağa bindiğinizde hosteslerin anlattığı çıkış kapıları, oksijen maskeleri uyarılarını her defasında yeniden dikkatle dinlemek çok şey kazandırabilir. ABD’de şimdi birçok yerde belediyeler sitelerinde, yaşadığınız adresi girdiğinizde size ne tür risklerle karşı karşıya olduğunuzun listesini veriyor ve tedbirler konusunda önerilerde bulunuyor. Türkiye’de var mı böyle bir çalışma bilmiyorum ama son derece faydalı bir hizmet.

Beyninizi eğitin

Riskleri önceden hesaplamak, felaket anlarını kafanızda provasını yapmak beyninizin bir köşesine kazınır ve felaket anında otomatik olarak ortaya çıkarak sizi yönlendirir.

Felaket anlarında, sağduyulu ve sakin düşünmek elbette çok zor. Ama Ripley bize bunun sanıldığı gibi az sayıda insana özgü bir haslet değil, sıradan herkeste geliştirilebilecek bir haslet olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Unutmayalım, felaketler de, güzel günler gibi yaşamın doğal bir parçası. Yaşamın diğer her gerçekliği gibi, sosyal, psikolojik ve biyolojik olarak ne kadar hazırlıklı olduğumuz, son derece belirleyici.

* NOT: Bu yazı, ilk olarak 12 Ocak 2010 Haiti depreminin ardından yazıldı. Bazı bölümleri güncellendi.

YAZARIN DİĞER YAZILARI