Skip to content
Menu

Sıradan insan, otoritenin emrinde işkenceci bir zalime nasıl dönüşüyor?

Stanley Milgram, 1963 yılında kendi icadı olan şok makinesi ile birlikte.
Stanley Milgram, 1963 yılında kendi icadı olan şok makinesi ile birlikte.

CEMAL TUNÇDEMİR

18 Aralık 2014

1961 yılında sıcak bir Temmuz günü Yale Üniversitesi’nin eski kampüsündeki tarihi yapılardan biri sıradışı bir trafiğe sahne oluyordu. Giriş katındaki laboratuvara sırayla alınan gönüllü denekler de, onları denek olarak istihdam eden uzman da, birazdan başlayacakları sosyal deneyin, 20’nci yüzyıl psikoloji tarihinin en ünlü, en tartışmalı deneyi olacağını ve insan doğasıyla ilgili muazzam sorulara kapı aralayacağının henüz farkında değildiler.

Deneyi yöneten Stanley Milgram, Harvard Üniversitesi’nde sosyal psikoloji alanındaki doktorasını kısa süre önce tamamlamış ve Yale Üniversitesi’nde sözleşmeli asistan profesör olarak işe başlamıştı. Doktora dönemindeki temel ilgi ve araştırma alanı ‘uyum’du. Nitekim, doktora tezini de psikoloji profesörü Solomon Asch’ın 1951 tarihli ünlü ‘uyum’ deneyi üzerine hazırlamıştı. Asch’ın deneyinde, bir grup deney işbirlikçisi ile bir denek yer alıyor. Denek, içinde yer aldığı grubun tamamının kendisi gibi denek olduğunu sanıyor ama aslında sadece kendisi denek. Diğerleri deney ekibinin üyeleri. Ve Profesör Asch, gruba iki ayrı kart gösteriyor. Birinci kartta tek bir siyah çizgi yer alıyor. İkinci kartta ise farklı uzunluklarda üç ayrı siyah çizgi yer alıyor. Asch, gruba tek tek birinci karttaki çizginin, ikinci karttaki çizgilerden hangisiyle aynı uzunlukta olduğunu söylemelerini istiyor. Soru önce işbirlikçilere soruluyor. Denek kasten en sona bırakılıyor. Ve bütün işbirlikçiler aynı yanlış çizgiyi gösteriyor. Sıra asıl deneğe geldiğinde, aslında hangi çizginin doğru olduğunu apaçık gördüğü halde, kendinden öncekilerin tamamının gösterdiği yanlış çizgiyi o da gösteriyor. Asch, insanların önemli bir kısmının, kendi başınayken doğru olduğuna inandığı şeyi, yanlışta ısrar eden bir grubun içinde açıktan söyleyemediğini belirleyecekti.

Milgram, Asch’ın deneyindeki bireysel bulguların, toplumsal düzeyde ve hatta ulusal boyutta bir karşılığı olup olmayacağını merak ediyordu. Zihninde kıvılcımı yakan, 11 Nisan 1961 günü başlayan bir mahkeme oldu. Arjantin’de yakalanan Nazi SS subayı Adolf Eichmann, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi toplama kamplarındaki işkencelerinden dolayı Kudüs’te yargılanıyordu. Bu dava televizyondan yayınlanan ilk Nazi davasıydı ve ‘Holokost’un geniş kitlelerce bilinmesinde bir dönemeci oluşturacaktı. Yargılanan eski Nazi subayı Eichmann, son derece soğukkanlıydı ve kötü bir insan olmadığına inanıyordu. Çünkü, Nazi hiyerarşisinde karar alıcı değildi ve bütün yaptığı kendisine emredilen şeyleri yapmaktan ibaretti. Eichmann’ın aslında özel olarak Yahudi nefretine sahip olmadığının anlaşılması ve yaptığı onca zalimlikten suçluluk duygusu duymaması, psikolojik açıdan bir çok soruyu gündeme getiriyordu. Davayı izlemeye dünyanın her yerinden gazeteciler akın etmişti. Bunlardan biri de New Yorker dergisi adına Kudüs’e gelen Yahudi kökenli New Yorklu politik teorisyen Hannah Arendt’ti. Arendt’in daha sonra ‘Eichmann in Jerusalem (Eichman Kudüs’te)’ adıyla kitaplaşacak yazı dizisinin son cümlesi, sosyal psikolojinin en çok atıf yapılan terimlerinden birine dönüşecekti. Arendt, Eichmann’ı, ‘kötülüğün sıradanlığı’nın vücut bulmuş hali olarak niteleyecekti. Arendt, kötülüğün sadece zalim ruhlu insanlar tarafından yapılan bir fiil olmadığını, şartları sağlandığında ve yeterli motivasyonla sıradan insanların da korkunç zulümleri soğukkanlılıkla yapabilecek potansiyele sahip olduğunu savunuyordu. Otoriteden emir alan, sonuçlarını çok da düşünmeden emri yerine getirebiliyordu. Nazi toplama kamplarından sağ çıkanlardan biri olan yazar Simon Wiesenthal da, 1988 tarihli, ‘İntikam değil Adalet’ adlı kitabında, Eichmann’ın ruh halinin, dünyanın, ‘masa başı zalimlerinin de varlığının farkına varmasına yardımcı olduğunu’ belirtiyordu. Zulmetmek, psikopatlara, fanatik sadistlere özgü değildi. Emirleri sorgusuz sualsiz yerine getiren sıradan bir insan da zalimleşebilirdi. Nitekim, Eichmann’ı kaldığı hücrede ziyaret edip günlerce gözlemleyen altı psikolog da, Nazi subayının her hangi bir akıl veya ruh sağlığı problemi bulunmadığını tespitin yanı sıra arkadaşlarına ve ailesine düşkün son derece normal ve sosyal bir kişiliğe sahip olduğunu belirleyecekti.

Kariyer ve terfi beklentisi zalime dönüştürüyor

‘Kötülüğün sıradanlığı’ndan söz eden yazar Hannah Arentd, Eichmann’ın zulüm emirlerini rahatsızlık duymadan yerine getirmesindeki motivasyonlarından birinin de kariyerinde yükselmek olduğuna da dikkat çekecekti. Eichmann’ı yönlendiren ana saik Nazi ideolojisi değil, profesyonel kariyer endişesi ve terfi beklentileri, amirlerinin gözüne girme isteğiydi. Eichmann, sadece emirleri yerine getirdiğini ve böylece sadece emirlere değil kanunlara da uyduğunu dile getirerek, yaptığı zulümlerden sorumlu tutulamayacağını ifade ediyordu. Eichmann, tek başına birşeyi değiştirebilecek güçte olmadığını da dile getiriyordu.

Arendt, netice olarak, Nazı subayının başkalarına zulmetmekten zevk alan bir sosyopat veya fanatik olmadığını, ancak, muhakeme yerine klişelere dayalı bir düşünme biçimine sahip, yüksek seviyede bir ahmak olduğunu yazacaktı.

Arendt, ‘sıradanlık’ derken, bu subaylarca yapılan korkunç kötülüğü kastetmiyordu. Sadece muhakeme yeteneği olmayan her hangi sıradan bir insanın bile nasıl korkunç bir zalime dönüşebileceğine dikkat çekiyordu. Küçük kişisel çıkarlarına odaklanmış, terfi derdindeki insanlar, nasıl büyük bir zulmün dişlisi haline geldiklerini farketmiyorlardı bile. Bireysel olarak zararsız ve normal bir hayat yaşadıkları halde, topluluk olarak ahlaksız ve zalimce bir yıkıcılığın parçası olabilen insanlar için kullanılan “Little Eichmanns (Küçük Eichmann’lar)” tabiri de sosyal psikoloji literatürüne Eichmann’a atıfla girecekti.

Hannah Arendt’ın oldukça tepki gören tespitlerinden etkilenenlerden biri de 28 yaşındaki Stanley Milgram’dı. İşte bu genç psikolog,1961 yılının Temmuz ayında Yale Üniversitesi’ndeki tarihi deneyine başlarken, şu temel soruya cevap arıyordu: Sıradan hayat yaşayan zararsız bir insan, kendisi gibi bir insana zulmetmekte, acı çektirmekte ne kadar ileri gidebilir?

Bu sorunun cevabını bulmak için bir elektro şok makinesi geliştirdi. Ve Yale Üniversitesi’nin bulunduğu Connecticut eyaleti New Haven şehrindeki yerel gazetelere, bir öğrenme yöntemi deneyi için gönüllü yetişkinler aradıkları ilanı verdi. Başvuranlar arasından normal bir mesleği olan ve normal bir hayat yaşayan yetişkinleri denek olarak seçti.

milgram1Deney odasında her defasında biri deney yöneticisi kılığında olan üç kişi bulunuyordu. Aslında denek gibi davranan diğer kişi de işbirlikçiydi. Denek, odadaki tek denek olduğunu bilmiyor, diğer kişiyi de denek sanıyordu. Beyaz bilimadamı önlüğüyle deney yöneticisi rolünü oynayan, kura çekeceklerini ve iki kişiden birinin öğretmen diğerinin öğrenci olacağını söylüyordu. Tabii ki kurada hile vardı ve deneğe öğretmen rolü çıkıyordu. Denek bir paravanın arkasına oturtulan öğrenciye elektro şok kablolarının bağlanmasına bizzat nezaret ediyor ve şokun fiziki etkisini hissetmesi için de deney başlamadan deneğe 40 voltluk hafif bir şok uygulanıyordu. Öğrenci rolü oynayacak işbirlikçi sandalyesine bağlandıktan sonra denek paravanın öbür tarafındaki elektro şok makinesinin başına oturtuluyordu. Elektrik şoku veren makinede 15’den 450’ye kadar çeşitli voltaj seviyelerine ait düğmeler vardı. Ayrıca bu düğmeler de ‘hafif şiddetli (75-120 volt), ‘şiddetli (135 – 180 volt arası)’ gibi etiketlerle gruplandırılmıştı. 375 volt ile 420 volt arası ‘tehlikeli’ diye gruplandırılırken, en yüksek şok seviyesi olan 435 – 450 volt arası ‘XXX’ şeklinde etiketlendirilmişti. Denekten, diğer tarafta elektro şok makinesine bağlanan öğrenciye elindeki kağıttaki kelime eşleme sorularını sorması istendi. Yanlış cevapta öğrenciye elektrik şoku vermesi ve her yeni yanlış cevapta da bu şokun voltajını 15 volt artırması istendi. Denek, paravanın öbür tarafındaki öğrencinin her yanlış cevapta gerçekten de elektrik şokuna maruz kaldığını sanıyordu. Ama gerçekte öğrenciye her hangi bir şok verilmiyordu. Deneğin her voltaj artırımında öğrenciden duyduğu acı çığlıkları ise önceden kaydedilmişti ve teypten çalınıyordu. Voltaj derecesi yükseldikçe, öğrencinin çığlık derecesi de yükseliyor, belli bir voltajdan sonra paravanı yumruklamaya başlıyor ve kalbinin sıkıştığını haykırıyordu. Belli bir voltajdan yükseklikte ise öğrencinin sesi ve tepkisi tamamen kesiliyordu. Bu aşamada bir çok denek, deneyi durdurup, öğrencinin iyi olup olmadığını kontrol etmeleri gerektiğini söylüyordu. 135 volttan sonra, bazı denekler, deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Ancak çoğunluk, sonuçlardan sorumlu tutulmayacakları garantisi verilince, öğrenciye şok vermeye ve artırmaya devam ediyordu.

Denek, deneye son vermeleri gerektiğini söylediği her anda, yöneticinin 4 aşamalı sözlü uyarısına maruz kalıyordu. Deney yöneticisi rolünü oynayan kişi, şok vermekte tereddüt eden deneğe ilk olarak, ‘lütfen devam et’ diye sesleniyordu. Ardından, ‘deney, devam etmenizi gerektiriyor’ diyordu. Eğer yine tereddüt gösterirse, ‘devam etmeniz çok önemli’ deniyordu. Son olarak, ‘başka seçeneğiniz yok, devam etmeniz lazım’ uyarısı yapılıyordu. Bu son uyarıdan sonra da denek, deneye devam etmeme iradesi gösterirse, deney sonlandırılıyordu. Aksi halde deney, öğrenciye verilen şokun voltajı 450 volt olana kadar devam ediyor ve bu seviyede 3 kez elektro şok uygulanıyordu.

Deney başlamadan önce, Milgram, deneklerin çoğunun bir başkasına 150 volttan fazla elektrik şoku vermeyi reddedeceği tahmininde bulunmuştu. Yale Üniversitesi’ndeki bir grup psikiyatrist ve psikolog arasında yaptığı ankette de, deneklerin sadece yüzde 1’inin 450 volta kadar çıkacağı tahmini yapılmıştı. Ama öyle olmadı. Herkesi şok eden bir sonuç ortaya çıktı. İlk deney grubunda bulunan 40 denekten 26’sı, yani yüzde 65’i, acı içinde bağıran öğrenciye kulaklarıyla duydukları halde, otoriteye itaat ederek 450 voltaj uygulamaya kadar çıktı. Daha da vahimi, deneklerin tek biri bile, 300 volt seviyesinden önce deneyi bırakmadı.

Deneklerin çoğunun, paravanın öbür tarafındaki kişi acılar içinde çığlık atarken, büyük bir stres ve huzursuzluk yaşadıkları belli oluyordu. Kiminde terleme, kiminde elini, dudağını sıkma gibi vücut haraketleri oluşuyordu. Ama buna rağmen, otoritenin emrine itaat edip voltajını artırarak şok vermeye devam ediyorlardı. Peki ne anlatıyor bu deney?

Milgram, ‘İtaatin Riskleri’ başlıklı makalesinde, deneklerin kötülük yaptıklarını düşünmediklerine dikkat çekiyor. Bir zulmün parçası olan sıradan insan, sadece görevini yaptığını düşünüyor. Böylece, içinde herhangi bir nefret ve düşmanlık hissetmeden de muazzam bir yıkıcılığın parçası haline gelebiliyor. Ahlakın temel ilkeleri ile çatışan bir hareket yapmaları istendiğinde, çok az insan bu emre direnebiliyor. Bir hiyerarşinin ve otoritenin emrini yerine getirdiğini düşünen kişi, oluşan zalimlikten kendisini sorumlu görmüyor. Milgram’a göre bu itaatin zararlı sonuçlarının oluşmaya başladığı kritik eşik. Bu eşiği geçen kişi her kötülüğü yapmaya hazır hale geliyor.

Yine deneğin, öğretmen rolünü kurayla kazandığını düşünmesi de çarpıcı bir detaydır. Yani, denek, aslında elektrik şoku verilecek öğrenci de olabilirdi. Bu durumda, yan odada elektrik şokuyla acı çeken kişinin kendisi de olabileceğini bildiği halde, hiçbir empati hissi yaşamadan otoriteye itaate devam ettiler.

Milgram, sonradan deneyini, itaatin farklı varyasyonlarını test ettiği daha izole faktörlerle de tekrarladı. Bir varyasyonda, deneyi daha az bilimsel görünen bir mekan ve ortamda yaptı. İtaat oranı yüzde 48’e kadar düştü ancak hala çok yüksek bir orandı. Bir başka varyasyonda ise deney yöneticisi rolünü oynayan deneğin yanı başında oturmak yerine telefonla yönetti. Odada otorite figürü olmayınca, deneklerin sadece yüzde 21’i 450 volta kadar çıktı. Milgram, odada otorite olmayınca, bazı deneklerin voltajı her yanlış soruda 15 volt artırmak yerine daha düşük voltajda şok verdiklerini gözlemledi.

İlginç bir başka varyasyonda ise deneğin yanı başında, bir yerine en az iki otorite figürü yer aldı. Bu iki otorite figürü, voltaj yükseldikçe,  kendi aralarında deneğin de duyabileceği yükseklikte, devam edip etmemeyi tartıştı. Bu varyasyonda, tek bir denek bile devam etmedi. Yine, öğrenci ile denek arasındaki mesafe de sonucu etkileyen bir başka faktördü. Şok verdikleri öğrenciyi gözleriyle de gören deneklerin sadece yüzde 40’ı itaata devam edecekti. Kurbanı görmek, empatinin gücünü artırıyordu. Cinsiyetin de çok fark oluşturmadığı tespit edilecekti. Kadın denekler de erkek deneklerle nerdeyse aynı oranda otorite emirlerine itaat sergileyerek zulmü sürdürüyordu. Tek fark, kadınların kendi iç dünyalarında çatışma yaşadığı daha belirgin gözlemlenebiliyordu.

Herkes bir işkenceci olabilir

Stanford Üniversitesi psikologlarından Philip Zimbardo, Milgram deneyindeki bir başka ayrıntıya dikkatimizi çekiyor:

Milgram’ın araştırmasıyla ilgili sorulacak soru, ‘normal insanların çoğunluğu neden böylesi bir kötülüğü yapabiliyor?’ sorusu değil, ‘açıkça acı çeken  birine acı vermeyi reddeden itaatsiz azınlık ne yaptı?’ sorusudur. Deneye devam etmeyi reddedince, bu zulmü durdurmak için müdahalede bulundular mı? Acı çeken mağdurun yardımına koştular mı? Hayır! İtaatsizlikleri bile ‘onaylanma’ endişesi çerçevesindeydi. Koltuklarından kalkmadılar bile. Oturmaları istenen sandalyede kibarca oturup, otoritenin onlara çıkmalarını söylemesini beklediler.

Zimbardo kendisi de, 1971 yılında yönettiği ünlü bir deney ile, iyi insanların şartları uygun bir ortama bırakıldığında diğer insanlara muazzam kötülükler yapabileceklerini gösterecekti. Stanford Üniversitesi’nde kurulan bir hapishane ortamındaki denek öğrencilerin yarısına gardiyan, yarısına da mahkum rolü verildi. Deneklerin rollerine kısa süredeki uyumu Zimbardo’nun kendisini bile şaşırtacaktı. Gardiyan rolündekiler kısa sürede sert, zalim birer işkenceciye dönüşürken, mahkumlar ise otorite, işkence ve istismarı kabullenen birer zavallıya dönüşecekti. Zimbardo, ‘Lucifer Etkisi’ adlı kitabında, öğrencilerin kişilikleriyle rolleri arasındaki mesafenin kayboluş hızını farkedince korkudan altıncı gününde deneyi sonlandırdığını anlatıyor.

Milgram Deneyi, ilk olarak 51 yıl önce ‘Journal of Abnormal and Social Psychology’ adlı bilimsel dergide yayınlandı. Çok büyük yankı yaptı. Çok tartışıldı. Milgram, deneyin sonuçlarını ve düşüncelerini, 1974 yılında yayınladığı, ‘Obedience to Authority (Otoriteye İtaat)’ adlı kitabında topladı.

New York Times gazetesi, Milgram deneyini duyurduğu haberinde, ‘’Kim bir köle gibi kendine her emredileni yapıp, milyonları gaz odalarına gönderebilir ki?’’ diye soracak ve ‘’Aslında herhangi birimiz’’ yanıtını verecekti. “İnsanların çoğunun muhakeme yeteneğinin olmaması, muktedirler için ne büyük bir nimettir’’ diyen Hitler bu gerçeğin farkındaydı belki de… İngiliz fizikçi ve edebiyatçı C.P. Snow, “insanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, itaat adına işlenen korkunç suçların, isyan adına işlenenlerden çok daha fazla olduğunu görürsünüz” diye yazıyor. Milgram, hepimizin içinde, açığa çıkmayı gözleyen itaatkar bir Nazi toplama kampı subayı olduğunu gösterdi. Otoriteye İtaat kitabında şöyle yazdı Milgram:

 “Milyonlarca siyahın ülkeye getirilip köle yapılması, Amerikan yerli nüfusunun imhası, Japon kökenli Amerikalıların toplama kamplarına tıkılması, Vietnamlı sivillere napalm kullanılması, demokratik bir toplumun otoritesince, toplumun itaati sağlanarak gerçekleştirildi”.