Skip to content
Menu

Bana danışmanını söyle, sana nasıl bir başkan olduğunu söyleyeyim…

obama-men
Obama, danışmanları ile Oval Ofis’te bir toplantı sırasında

CEMAL TUNÇDEMİR

21 Mayıs 2015

ABD başkanın görevinin özü, ‘enformasyon yönetimi’dir. ABD Başkanlık makamına hergün akan ve bir insanın asla tek başına altından kalkamayacağı verilerle yüzyüze olan başkan, hepsi birbirinden kritik kararlarını bu verilere dayanarak almak zorunda. İşte bu sebeple bir başkanın alacağı ilk ve en önemli karar, kendisiyle bu veriler/bilgiler arasına ne tür insanların gireceğine karar vermektir. Çünkü bu insanlar başkanın ne bilmesi gerektiğine karar verecekler olacak. Başkan etrafına topladığı insanlarla, başkanlığa ulaşacak ham bilgilerin nasıl filtreleneceğinin ve bu filtreden kendisine ulaşanları ise nasıl sindirip ne tür kararlara dönüştüreceğinin işaretlerini verir.

Obama, 2008 yılında ABD Başkanı seçildiğindeki bir sohbetinde, Doris Kearns Goodwin’in Abraham Lincoln’un başkanlığı ile ilgili ‘Rakipler Takımı’ adlı kitabına atıfta bulunarak bu konuda hazırlıklı olduğunu gösterecekti. İki şeye önem veriyordu;

Öncelikle, etrafının, her konuda çatışan bilgi ve verileri ona ulaştıracak birbirine rakip düşüncelere sahip ve düşüncelerini açıkça ifade edebilecek medeni cesarete ve entelektüel donanıma sahip insanlardan oluştuğundan emin olmak istediğini söyledi. Çünkü, hepsi aynı düşüncedeki ve aynı siyasal pozisyona inanan bir danışman grubunun, muhalif düşüncelerin ve oluşturdukları öyküyü çürütebilecek bilgilerin kendisine ulaşmasını engelleyebileceğini biliyordu. Bu da kararlarını alırken seçeneklerini çok daraltırdı.

İkincisi, kendisi gibi düşünen sadece kendisini onaylayan ve öven ‘evet efendimci’ (yes men) danışmanlara ihtiyacı olmadığını vurgulayacaktı. ‘Bana vereceğim kararın neden yanlış olduğunu söyleyecek danışmana ihtiyacım var‘ diyordu.

“Good Advice” adlı kitabıyla Jimmy Carter dönemi ekseninde Beyaz Saray’daki karar alma süreci ve danışmanlığa etraflı bir bakış getiren Daniel Ponder, bir başkanın bir kere danışmanlarını seçtikten sonra artık kendi yarattığı bu çevrenin etki alanının bir tür mahkumu olmaktan kaçınmasının zorluğuna dikkat çekiyor. Ama günümüzün kompleks ve hızlı dünyasında daha büyük bir sorun daha var ona göre. Danışmanların da filtrelemeye yetmeyeceği kadar çok veri ve bilgi akışı yaşanıyor. Entelektüel kapasitesi kifayetsiz bir başkanın kolayca yenilebileceği bir yoğunluk yani… Bu durumda, kifayetsiz ve dar çıkarlarının peşindeki bir başkanın kolayca ağına düşeceği tek danışman tipi var: Basitleştiriciler. Birçok kompleks sorunu, onun kariyerine hizmet edecek basit siyah-beyazlığa, komplo teorilerine indirgeyecek elemanlar. Sosyolojiyi, politikayı, ekonomiyi, sporu, kültürü kısaca herşeyi basit birer istihbarat operasyonu öyküsüne dönüştüren dar kafalılıkta danışmanlar. Başkanı, topluma pazarlayacak basit kahramanlık öykülerin uydurulduğu, bütün politikaların bu basit ‘narrative’e endekslendiği bir karar alma süreci oluşur. Bush dönemi bu tür karar alma süreçlerinin bir ülkeye maliyetinin ne büyük olabileceğini apaçık gösterdi.

Amerikan tarihinin en kötü ve tek müstafi başkanı Richard Nixon, toplantılardan nefret etmesiyle ünlüydü. Danışmanlarına ne söyleyeceklerse kendisine yazılı olarak bildirmelerini istiyordu. Kararlarını yalnız almakta ısrarcıydı. Başkanın bilmesi gerekenlere karar verecek ve ona iletecek tek kişinin olduğu (çoğunlukla Beyaz Ev Genel Sekreteri) sistemi o oluşturdu. Bill Clinton ise Nixon’ın tam tersi bir karar alma süreci yönetim anlayışına sahipti. Toplantısız yapamıyordu. Oldukça kalabalık  ve farklı düşüncelerdeki danışman grubuyla, periyodik olarak pizza ısmarlayıp, saatlerce süren beyin cimnastiği yapmayı çok seviyordu.

‘Yönetirken Öğrenmek’ çalışmasıyla ünlü politik bilimci John Patty ABD Başkanları ile danışmanları arasındaki işleyişi kabaca iki kategoriye indirgiyor:

Birincisine George W. Bush stratejisi diyor. Güvenilir elemanlardan seçilmiş oldukça dar bir danışman grubu var. Ve bu grup kendi arasında tartışmaları, seçenekleri eledikten sonra yapılması gerekeni Başkana bildiriyor.

İkincisi ise Jimmy Carter stratejisi. Danışmanların bütün tartışma sürecine başkan da bizzat katılıyor ve başkanlığa ulaşan her bilgiye vakıf hale gelmiş oluyor. Jimmy Carter, başkanlığının özellikle ilk iki yılında bu şekilde çalıştı. Doğrulanmayan bir anekdota göre Carter, Beyaz Saray tenis kortunun kullanıcı listesini bile bilmek istiyordu.

John Patty her iki stratejinin de riskler taşıdığına dikkat çekiyor. Birincisi, danışmanlar arasında bir ‘grup düşünmesine (groupthink)’ yol açarken, başkanı da bilmesi gerekecek diğer seçeneklerden habersiz yapar. İkincisi ise başkanı detaylara boğar ve önemli kararlara daha fazla zaman ayırmasını engeller. Sentez öneriyor Patty. Başkanın düzenli olarak muhalif düşüncelere de muhatap kalacağı bir karar alma sürecinin önemine dikkat çekiyor.

Aslında neredeyse her lider, etrafında kendisine itiraz edecek, farklı düşüncelerde insanlar bulundurması gerektiğine inanır. Ama çok azı buna tahammül eder. O koltuğa oturduktan kısa süre sonra genellikle ya kibirlerine veya güçlerinin çekiciliğine yenik düşerler. Başkanlık gururu, etraflarında kendilerinden daha doğru düşünebilen birini görmekten rencide olur. Bunu aşabilecek karakter olgunluğuna sahip olanlar daha azdır. Örneğin ne Franklin Roosevelt, ne Harry Truman ne de John Kennedy entelektüel donanımları yüksek başkanlardı. Ama öğrenmeye olan hevesleri ile, etraflarında kendilerine ve fikirlerine meydan okuyacak zeki ve bilge insanlar bulunmasından rencide olmadılar. Bu rahatlıkları, yönetimlerine birçok önemli entelektüeli ve zeki insanı çekti.

Karakteri oturmamış başkanlar, etrafını, kendisinin ne kadar doğru düşündüğünü söyleyecek, ne kadar saçma olursa olsun düşüncelerine gerekçeler bulacak dalkavuklardan oluşturur.

Böylesi bir yönetim için ‘disiplin’ de çok önemli. Dar dairedeki bir farklı düşüncenin medyaya ‘çatlak, bölünme’ gibi yansımasından çok endişe eder bu zihin yapısı.

Bir de Nixon gibi, başını belaya sokabilecek karanlık işleri olanlar var. Onlar da farklı düşüncelerdeki danışmanların rekabetinin, medyaya sızmaması gereken bu bilgileri sızdırabileğinden çekinirler. Bu da onları abartılı biat gösterileri yapan dar bir danışman grubuyla çalışmaya mecbur eder. Başarısızlığı garantileyecek bir kısır döngüdür bu.

Kadim toplumsal bilgeliğimiz, ‘bana arkadaşlarını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim‘ der. Motivasyon konuşmacısı Jim Rohn ise daha somut bir tarif getiriyor buna:

Her insan, etrafındaki, en fazla vakit geçirdiği beş kişinin ortalamasıdır.”

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz