Skip to content
Menu

Kendi kendisinin düşmanı bir başkan 

CEMAL TUNÇDEMİR

31 Mayıs 2015

“Her zaman devlette psikiyatristlerin de görev alması gerektiğine inandım”  

– Senatör Claiborne Pell

On yıllarca Amerikan devletinde üst düzey görevler de yapmış politik bilimci Wilbur Cohen, 1987 yılında başkanlık konulu bir konferansta şöyle bir şaka yapacaktı: “Başkan olmak için iyi bir anneye ihtiyacınız var. Baba önemli değil, iyi bir anneye ihtiyacınız var“. Konferansı dinleyenleri güldürecekti bu söz. Ama bu konuşmadan 10 yıl sonra çok sıradışı bir biyografi kitabına imza atacak üç önemli uzmana göre Cohen, ‘doğru iz üzerindeydi’.

Politik psikolojinin dünyadaki en önemli isimlerinden biri olan, Virginia Üniversitesi profesörü Vamık Volkan, psikanaliz üzerine de çalışmış tarihçi Norman Itzkowitz ve Itzkowitz’in öğrencisi Andrew Dod’un, Nixon’la ilgili geniş bir arşivi tarayarak, birlikte kaleme aldıkları Richard Nixon: A Psychobiography  (Nixon: Bir Psikobiyografi) adlı kitap Columbia Üniversitesi tarafından 1997 yılında yayınlandı.

Richard Nixon, modern politik tarihin en görkemli kariyer intiharı öyküsünün kahramanı. Gücünü ve anayasal yetkilerini rahatlıkla suistimal edebilme cüreti, Amerikan muhafazakar orta sınıfını kolayca manipüle edip girdiği seçimlerde kazanma yeteneği, has dairesinde ve kamuya yansıyan farklı yüzleri ve bütün bunların sonunda istifa etmek zorunda kalan tek Amerikan lideri olmasıyla politik bilim, demokrasi ve medya açısından çok özel bir vaka. Hakkında en fazla eser yazılan, inceleme yapılan başkanlardan biri. Psikolijisi de bu yoğun ilgiden payını aldı ve çok sayıda kitaba konu oldu. Güç ve kontrole olan sonsuz açlığının, hayali düşmanlarına karşı paranoyak savaşlarının, yenilmeyi, haksız olmayı asla kabullenmeyen kişiliğinin derinlerinde ne vardı? Komünist Çin’i uluslarası topluma kazandırıp ilişkileri normalleştirme zaferine imza atmış biri nasıl olur da Amerikan politik tarihinin en yıkıcı skandalına da imza atacaktı? Kamuoyuna karşı ‘nezih ve ahlaklı’ bir adam portresi çizen biri neden has dairesinde yardımcılarıyla çok küfürlü ve argo konuşuyordu? Bu soruların ideolojik ve politik açıklamalarında büyük boşluklar vardı.

İşte bu nedenle üç uzman, sadece Nixon’u değil bütün başkanları da psikanalitik açıdan incelemenin, o başkanın yönetimini tamamıyla anlayabilmenin şartı olduğunu savundular:

‘’Bir kişinin hareketleri, kararları, tarzı ve konuşmalarının tamamı, bilinçaltındaki bazı itkilerden, bunları frenleme çabalarından, karakterinden, zekasından ve fiziksel sağlık koşullarından etkilenir.’’ (sayfa 144)

Nixon, başkanlığının ilk döneminde Sovyetler Birliği ile düşmanlığı azaltan, Çin ile ilişkileri normalleştiren rasyonel bir yaklaşım sergiledi. Ancak bu olumlu adımların yanı sıra, Vietnam Savaşı’nı Laos ve Kamboçya’ya taşırmak gibi korkunç bir hesaplama hatası da yaptı. Aleyhine büyüyen tepkiye rağmen 1972 seçimini net farkla kolayca kazanmayı başardı ve ikinci kez başkan seçildi. Ama bu zafere rağmen paranoyası ile, Watergate skandalı ile patlayacak davranışlara da girdi. Watergate skandalı patlayınca, koltuğunun gücünü kullanarak bu skandalı anayasaya aykırı şekilde örtbas etme girişimiyle daha ölümcül bir hata daha yaptı.

Nixon’un Psikobiyografisi’nin yazarları başkanlığı boyunca her zaferini takiben, yıkıcı bir hezimete yönelişindeki tekrarlara dikkatimizi çekiyorlar. Bu nedenle de bütün kitap boyunca hem başarılarını hem de öz-yıkımını beraber açıklayabilmek için Nixon’un “psişik gerçeği”ni aramaya koyuluyorlar. Elbette çocukluğundan başlıyorlar.

Babası Frank Nixon, zaman zaman beş oğlunu da psikolojik ve fiziksel olarak istismar eden, döven, kötü kalpli, huzursuz ve öfkeli bir adam. Annesi Hannah Milhous ise sessiz, dürüst, hamarat ve oldukça dindar bir Quaker’dır. Ama aynı zamanda, içine atan, duygularını belli etmeyen, mahremiyete düşkün biri Hannah Milhous… Ailenin ikinci oğlu olarak Richard 1913’te doğduğunda, Frank, Hannah’ı Quaker topluluğundan kopmaya ve ailesinden uzağa taşınmaya zorlamıştı. Bu da Hannah’ı depresyon ve bunalıma sürüklemişti. Çocukluğu döneminde iki erkek kardeşini kaybetti Nixon. Annesi iki yıl onlardan uzak yaşadı. Ekonomik olarak sefalet içindeydiler. Yazarların ifadesiyle bu ahvalden dolayı Richard, reisi şiddete meyilli agresif bir baba olan ailede ‘yeterince iyi bir annelik de göremedi’.  ‘’Richard’ın kişiliği, aleniyette abartılı bir özgüvene, bilgiçliğe, aşırı övünmeye; derinde ise fiziksel mahrumiyet ve istismar yaşamış bir çocuğa dayalı olarak oluştu.’’ (syf 35)

Daha sonra Nixon’un yükseliş yıllarını inceliyor yazarlar. Pek dostu olmayan yalnız bir kişi olmasına rağmen girdiği ortamlarda kolayca liderlik sergileyebilen bir yapısı vardı. Hukuk fakültesini büyük başarıyla bitirdi. İlk evlilik teklif ettiği kadın tarafından reddedildi ama sonrasında popüler bir başka kızla (Pat) evlenmeyi başardı. Avukatlıkta ve donanmada başarılara imza attı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra girdiği politikada da genç yaşında başarıyı yakaladı ve önce Temsilciler Meclisi’ne milletvekili ve çok geçmeden Senato’ya senatör olarak girdi. Bu roket hızıyla yükseliş, 1952’de Eisenhower yönetiminde ABD Başkan Yardımcısı olmakla taçlandı. 1960 yılında John F. Kennedy’e karşı Amerikan başkanlık seçiminde iki yıl sonra 1962’de California eyelet valiliği seçiminde yaşadığı yenilgiler ise kişiliğinin bir başka yönünü ortaya çıkardı: Yenilgiyi kabullenmeme…

Psikobiyografi yazarlarına göre Nixon’un erken yaşlarında gelişen narsistik kişiliği, sonraki yaşamına ve kariyerine yön veren temel unsur oldu. Aslında sağlıklı bir dozda narsizm, öz güvenin gelişmesine ve başkalarına bağımlı olmadan bağımsız hareket edebilme yetisine yardım eder. Ama ‘narsist kişilik’ bundan farklıdır ve hatta tam zıddı bir sonuç doğurur. Çünkü narsist kişilik, bir yandan dışarıya dönük aşırı dozda bir ‘gururlu ben’ sergiler ama diğer yandan da başkalarına son derece bağımlı bir gizli benliğe sahiptir. Dışa dönük ‘gururlu ben’lik, ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Korunamayıp gülünç duruma düştüğünde ölçüsüz hasede, öfkeye ve paranoyaya sevk eder.

‘’Nixon’da abartılı bir narsizm görüyoruz’’ diye yazan uzmanlar ekliyor: ‘’Nixon, özgüvenini koruyabilmek ve ‘açgözlü ben’inin farkında oluşunun doğurduğu huzursuzluktan azade olmak için, kişiliğini, abartılı şekilde, kendisinin, hem kendi gözünde hem de başkalarının gözünde bir numara olması ihtiyacı üzerine bina etti’’ (sayfa 91). Başkanlık tarihçisi William E. Pemberton ise bu cümleyi şöyle analiz ediyor:

‘’Nixon’un bu ihtiyacını, daha lise günlerinden itibaren her ünvan ve makama sahip olma çabasında da, kitlesel alkışlara ihtiyacında da, her konuda tarihi ilklere imza atma takıntısında da, ‘kibirli ben’ini korumak için gerçeği çok açık şekilde çarpıtmaktan çekinmemesinde de, Beyaz Saray’daki bütün konuşmaları kaydettirip saklamasında da (narsizmini desketliyordu), medyaya nefretinde de (kibirli ben’ini tehdit ediyorlardı), kriz zamanlarındaki psikosomatik rahatsızlıklarında da gözlemlemek mümkündü.’’

Üç yüzlü politika

Nixon’un Psikobiyografisi’nin yazarlarına göre, Nixon’un kişilik yapısı üç politik yüzlü olmasına yol açtı. ‘Kibirli ben’i ilk yüzünü oluşturuyordu. Örneğin Çin açılımı, ‘Yeni Federalizm’ veya gelirin paylaşımı sisteminde radikal reformlarla tarihe adını yazdıran güçlü bir liderlik sergileyen yüzü.

Kişiliğinin bölünmeyi yok edip bütünleştirme yönündeki bitmeyen psikolojik çabasının ürünü ikinci ‘politik yüzü’nü oluşturdu: Barışı sağlayıcı ve arabulucu kişi. Seçime girerken, sivil haklar yasaları ve Vietnam Savaşı nedeniyle derinden kutuplaşmış ülkeyi yeniden birleştirerek yaraları saracak kişi olarak sundu kendisini. Bu ikinci politik yüzünün sonucu olarak, Nixon ilk yıllarında, Sovyetlerle düşmanlığı azaltma ve komünist Çin ile ilişkileri normalleştirmeye yöneldi ve kısmen başarılı da oldu.

‘’Maalesef’’ diyor yazarlar ve ekliyor:

‘’Nixon, başarıyı hazmedemiyordu ve iç dünyasında bir bütünlük sağlayamıyordu. Üçüncü yüzünü göstermekten kendini alıkoyamadı (sayfa 127)’’.

Üçüncü politik yüzü ‘paranoyak ben’iydi: ‘’Görüntüdeki ‘kibirli ben’i ile derindeki ‘aç ben’i arasında parçalanmış kişiliğinin yarasını sarmak istediği için yaraları sarmak, motivasyonunda önemli bir faktördü. Ama yaraları sarma misyonunu çok uzun süre taşıyamadı. Topluma gösterdiği ‘ben’i sergilemeyi artık sürdüremediği noktada, itibarsızlaşan ve itibarsızlaşmasını kabullenemediği yönleri ile kendini aşağılanmış ve tehdit altında hissetti. İtibarsızlaşan yönlerini güvenmediği başkalarına, muhaliflerine yansıttı. Onları çılgınca kontrol etmeye hatta imha etmeye yöneldi. Geri adım atmak zorunda kaldığında, bu geri çekilişine tepkisi, paranoyak beklentileri ile beraber düşüşünü daha da hızlandırdı.’’ (sayfa 128-29)

İçindeki ‘aç-ben’liğini koruma ihtiyacının beslediği paranoyası, kendi kabinesindeki arkadaşları da dahil ülkedeki birçok kişiyi teknik takibe aldırmasına, Gizli Servis’e, kardeşi Donald’ın (rakip gördüğü kardeşi) bile telefonlarını dinletmesine ve Watergate’e giden atmosferin yaratılmasına sürükledi Nixon’u: ‘’Herkesten daha büyük olma uğruna, yürümesi gereken yere yuvarlanarak gitti’’ (sayfa 149)

Şöyle yazdı Vamık Volkan ve arkadaşları:

‘’Richard Nixon, büyük olmanın keyfini hiçbir itirazla karşılaşmadan yaşayabilirdi. Ama, paradoksal olarak başlangıçta onu tarih sahnesine çıkaran bilinçaltı baskılardan dolayı önceliklerini kaybetti. Böylesine güçlü bir başkanın, hiç yapmak zorunda değilken kendisini bu şekilde yıkacak şeyler yapmasını, sadece psikanalitik bakışla açıklayabiliriz’’ (sayfa 149).

‘’Gerçekte varolmayan yel değirmenlerini yok ederken devrilen Don Kişot’tu. Kendisinin en büyük düşmanının yine kendisi olduğunu anlayabilecek durumda değildi’’.

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz