Skip to content
Menu

ABD’de yılın kitapları listesi bize ne anlatıyor?

rek-yilin-kitaplari-abd

CEMAL TUNÇDEMİR

24 Aralık 2015

Ben uçağa binerken, eğer kapısı açıksa kokpite doğru kıskançlık ve merak karışımı bir bakış atmaktan kendini alamayanlardanım. Uçmakla ilgili herşey büyüler beni. Bundan bin yıl sonra 20’nci yüzyıl ile ilgili birşey hatırlanacaksa, bu ne birer insan karikatüründen başka birşey olmayan şarlatan diktatörler, ne Soğuk Savaş ne de sıcak savaşlar olur. ‘İnsan o yüzyılda uçmayı başardı’ diye anılacak. Hasbelkader çok seyahat etme fırsatı bulmuş olsam da hayatımda hiç ‘business’ veya ‘first class’ mevkide uçmadım. Biz fakirler bileti rencide olmadan alabilelim diye adına ‘ekonomi’ denmiş o arka bölmede uçtum hep. Ama bundan hiç rahatsız olmadım. ‘First class’ı değil hep kokpiti kıskandım. Pilotun görüş açısı merakımı internet videolarıyla giderdim. Peki o görüş açısı beyinde kalpte ne tür bir şölene imza atıyor?

New York’ta yaşayan British Airways yöneticisi Mark Vanhoenacker’in Haziran ayında yayınlanan ‘Skyfaring (Gökte Yolculuk)’ adlı kitabını benim için özel kılan işte bu oldu. Vanhoenacker, akademisyenliği ve iş dünyasını radikal bir kararla bırakarak çocukluk rüyasını gerçekleştirmeye yönelmiş ve bir yolcu uçağı pilotu olmuş. İnsanın uçuş deneyimini, fiziği, tarihi, politiği, coğrafyası, meteorolojisi, ekolojisi ve sosyalliği hakkında yığınla bilgiyle beraber şiirsel bir dille aktarıyor. Bizi, ister yolcu ister pilot olalım, tekerler yerden kesildikten sonra başımıza gelen şeyi yeniden hayal etmeye davet ediyor. Kitabına hepimizin ‘uçak yolculuğu’ diyerek rutinleştirdiği şeye ‘gökte yolculuk’ adı vermesinin nedenini kitabı okuyunca anlıyorsunuz. Göklerde uçuyoruz ve ne yaptığımızın farkında bile değiliz.

Bizi insanın uçma hevesini anlamaya ve bu hevesin yaşamı nasıl değiştirdiğini anlamaya davet eden bir başka kitap daha bu yıl büyük ilgi gördü. David McCullough’ın, “The Wright Brothers” kitabında sadece iki kardeşin, havadan ağır bir metali gökyüzünde uçurmaya çalışma deliliğine değil, insan yaratıcılığının hangi koşullarda inkişaf ettiğine ve azimle gayretin nasıl sonuç verdiğine de tanık oluyoruz. Hastalıklarına, kötü iklimlere, ‘asla başaramayacaksınız’ diye ahkam kesen uzmanlara rağmen başarıyorlar. Macera ve girişimcilik ruhunu da sergilemesi yüzünden, sadece teknoloji ve tarih meraklıları deği, iş ve sanat dünyası da pek sevdi bu kitabı.

Göklerden yere inelim şimdi ve bir çiftliğe gidelim. Bu yazıyı okuyanlardan kaç kişi hala doğduğu evde yaşıyor diye sorsam olumlu yanıt verecek birkaç kişi ya çıkar ya çıkmaz (Elbette yazıyı okuyan sayısı ile ilgili iyimserliğime de dayanarak). Peki bu hız, hareket ve göç çağında bir yere, bir köke yani bir toprağa ait olarak bir ömür geçirmek nasıl bir duygu? Merak etmez miydiniz? İngilterenin kuzey batısındaki göller bölgesinde çiftçilik yapan James Rebunk, ‘The Sheperds Life’ adlı kitabıyla bize bu duyguyu anlama fırsatı veriyor. Kentlerde büyüyen, hayatında hiç kuzu görmemiş yığınlara müthiş bir pencere açıyor. Ailesinin 600 yıldır sahip olduğu çiftlikte doğup büyüyen, İngiltere’de Oxford olduğu için orada da okumuş ama yine çiftliğine dönmüş bir garip çiftçi Rebunk. ‘Çobanın Hayatı’ bir anı kitabı. Kırsal kesim gençliğini, geçmişlerinden, kültürlerinden, yaşam tarzlarından utanmamaya davet ediyor. Çiftçi olmak ayıp değil mesajı veriyor. Kuzu deyince aklına sadece kebap gelen bir kültürde yayınlansaydı bu kitap bu kadar ilgi görür müydü bilemiyorum ama hayvanla toprakla uğraşarak yaşamımızı geçirdiğimiz binlerce yılllık deneyimimize etkileyici, keyifli, zaman zaman komik bir bakış olanağı sunuyor. Rebunk’a göre gerçek bir çoban, entelektüel, inatçı ve tahammüllü olmalı. Şubat ayında kaybettiği ve kitabını ithaf ettiği babasını örnek gösteriyor: ‘’Çok konuşan biri değildi, bize her şeyi yaşayarak öğretti.’’ Farklı ülkelere yolculuğunda da birşey görmüş: Uğraşı, toprak ve hayvanlar olandan zarar gelmez. Her çiftlik bir cumhuriyettir. Bir çiftçi olarak kıştan nefret ettiği zamanlar oluyormuş ama, sonuçta bahar ve yaz şöleni için içinden geçilmesi zorunlu bir yolculuk.

Geçmişin ve geleceğin dünyası arasında bir salınım gibi yaşamımız. Geleceğe dönük umutlarımız var. Bir de korkularımız. Nick Bostrom’a göre ne açlık, ne hastalıklar ne de başkası, türümüzü hiçbir şey ‘yapay zeka’ kadar tehdit etmiyor. İsveçli filozof ve bilgisayar mühendisi Bostrom, “Superintelligence” kitabında yapay zeka, insan zekasını yenebilir hale geldiğinde neler olabileceğini sorguluyor. Yeterince zeki makineler, kendilerini, insan bilgisayar mühendislerinden daha hızlı ve güçlü çoğaltabilir. Bu ne demek? Gorillerin şu anda insan karşısında düştüğü acizliğin bir benzerine türümüz de yapay zekalı makineler karşısında düşebilir. Yapay zekanın insanın geleceğine yönelik yarattığı tehdit potansiyelini çarpıcı şekilde sunan kitabında Bostrom, ‘bu insanlığın yüzyüze geldiği en ürkütücü tehdit. Aşsak da aşmasak da bu ölçüde son tehdit olacak’ iddiasında. Kitap, türümüzün geleceğine dair müthiş bir beyin fırtınasına ve perspektife kapı aralıyor.

Peki ya türümüzün geçmişi? O konuda da nitelikli tartışmalara kapı aralayan çok sayıda kitap yayınlanıyor. 2015 yılı boyunca tartışmayı etrafına toplayan kitaplardan biri de Yuval Harari’nin, ‘insan türünün kısa tarihi’ alt başlıklı ‘Sapiens’ kitabı. Biyoloji ve tarihinin bu gün ‘insan’ dediğimiz konsepti şekillendirmekteki çarpıcı etkisini gözler önüne seriyor. Bugünküne en yakın bilincin ortaya çıktığı 70 bin yıl öncesinden günümüze insanın nefes kesici öyküsü temelinde, türümüzün anlamına, son derece provokatif, ufuk açıcı, ezber bozucu bir bakışa davet ediyor Harari. Zaman zaman başarılı oluyor bazen de bir eksiklik duygusu yaşatıyor. Bir tarih kitabı sanıp, öfkeyle eleştirenler de var. Oysa tarih kitabı değil, tartışma ve yorumlama kitabı. Zenginletirici, ufuk açıcı düşüncelere davet…

Yılın bir başka çarpıcı daveti Cezayir kökenli romancı Kamel Daoud’tan(Kamil Davut) geldi: ‘The Meursault Investigation (Meursault Soruşturması)’. ‘Meursault’ adını duyunca edebiyatseverlerin kaşı kalktı muhtemelen. Evet, Albert Camus’nun ‘Yabancı’ romanındaki karakter. Camus’un romanında Meursault, ‘Arab’ diye anılan bir kişiyi sebepsiz yere öldürür. Camus, öldürülen Arabın ismini belirtmiyor. Daoud romanında, bu Arab’a ‘Musa’ adını veriyor ve Musa’nın öldürülüşünü sorgulayan kardeşi ‘Harun’ aracılığıyla, dünyanın en ünlü romanlarından birini yeni baştan anlatıyor. İşte bundan dolayı ‘Yabancı’ bu müthiş öykünün merkezinde. Daoud, ‘Camus ile bir söyleşi’ dediği romanında, zaman zaman onu olabildiğince anlıyor ve destekliyor. Kendisinin de kendi ülkesinde kendi insanları arasında nasıl bir hayalkırıklığı ve yabancılaşma yaşadığına tanık oluyoruz. Zaman zaman ise üzerinden 50 yıl geçse de Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğinin yarattığı travmanın hala nasıl devam ettiğini sergileyen etkileyici bir hesaplaşmaya giriyor. ‘Arab’a itirazı dikkat çekici. Los Angeles Review of Books’a verdiği bir röportajda şöyle diyor:

 ‘Orta Çağdan beri, beyaz adam, Afrika’nın ve Asya’nın dağlarına, taşına, böceğine bir isim verme alışkanlığına sahip. Ama bu coğrafyalarda karşılarına çıkan insanların adı onlar için hiç önemli olmadı. İnsanların bir isminin olmaması, banal suç ve cinayetlerini kolaylaştırdı. Bir adınız olduğunu duyurduğunuzda ve bu adı haykırdığınızda, insan olduğunuzu ve adalete hakkınız olduğunu savunuyorsunuz’.

Emperyalizm bir deliliktir, sonunda mağdurlarını da delirten bir delilik. Kısa bir emperyal saldırganlığın normalleşmesi bile oldukça uzun zaman alabiliyor.

Bizi yaşamın normallerinin ötesinde yaşayanların dünyasına davet edenlerden biri de Oliver Sacks’tı. İngiliz kökenli Amerikalı nöroloji profesörü Oliver Sacks’ı maalesef bu yıl Ağustos ayında kaybettik. ‘Evrendeki en inanılmaz şey beyindir’ diyen bu sıradışı nörolog, mental ve sinir hastalarını sadece tedavi edilmesi gereken hastalar gibi görmekten ziyade, onların gerçekliğe ilişkin nevi şahsına münhasır perspektiflerinin, ‘normallerden’ kaçış imkanı sunan değerli içgörüler olduğunu da gösterdi. Bu konudaki kitaplarıyla bize çok özel bir kapılar araladı. Ama henüz tanımayanlar için onu okumaya başlamak için isabetli bir tercih olabilecek eseri bu yıl ölmeden birkaç ay önce yayınlandı. ‘On the Move’, Sacks’ın ‘bir macera ayrıcalığı’ deyip kutsadığı yaşamını her yönüyle içtenlikle paylaştığı bir otobiyografi. Entelektüel derinliğine, mizahına, sanata düşkünlüğüne, bilgeliğine, alçakgönüllülüğüne, her türlü yapmacılıktan uzak sahici bir insan oluşuna tanıklık fırsatı. İnsanı zenginleştiren bir okuma deneyimi.

Bunlar, ABD’de insanın, dikey ve yatay, dış ve iç dünyasına ait son bir yılda yayınlanmış binlerce kitaptan sadece bir kaçı. Ekonomi, tarih, politika, biyografi, edebiyat, bilim, spor, seyahat, beslenme, küresel sorunlar alanlarında ve konularında sadece bu yıl yayınlanmış binlerce kitabı saymam ise olanaksız. Muazzam bir bilgi ve fikir üretimi. Üstelik bu kitapları isteyen herkes okuyabiliyor. Paranız varsa satın alıp kütüphanenize ekliyorsunuz. Paranız yoksa, ABD’de her eve yürüme mesafesinde bir tanesi mutlaka bulunan halk kütüphanesine gidip 21 günlüğüne ücretsiz kiralayabiliyorsunuz. Söz konusu kütüphanede aradığınız kitap yoksa, sipariş vermeniz yeter. Bu kütüphaneler halkın kütüphaneleri. Yani, siyasi, dini, kültürel herhangi bir otoritenin beğenmediği kitapları da bulabileceğiniz, bulamazsanız rahatlıkla sipariş edebileceğiniz kurumlar.

İngilizce dünyasında insana, yaşama, evrene, doğaya, tarihe, eşyaya dair müthiş bir bilgi ve fikir üretimi var. Üç yıl önce yaklaşık 12 yıl aradan sonra Türkiye’de ilk kez bir kitapçıya girdiğimde şok olmuştum. En çok satan kitaplar, üçüncü sınıf istihbaratçıların kendi aralarındaki güç mücadelelerinde ya kendileri yazdıkları ya da etkileri altındakilere yazdırdıkları ve güç mücadelesinde mevzi kapmaya dönük kitaplardan, komplo teorilerinden veya basitçe keskin kutuplaşmaya oynamaktan ibaret derinliksiz gazete yazılarından oluşuyordu…

Türkiye’de bir kitapçıya girip de çok satan kitaplara bakan bir yabancı şunu düşünebilir: Bu ülkede insan yok. İnsanın iç dünyası yok. Yaşamın renkleri, heyecanı, zevkleri yok. Macera yok. Yenilik, icat merakı yok. Doğaya, uzaya, mikroaleme ilgi yok. Bir tarihleri yok. Bir gelecekleri de yok. Şu yaşamda bir tek ‘devlet’leri var. Sadece onu düşünüp, onu tartışıp, ona sevinip, ona üzülüyorlar.

Rızkı veren devlet. İnsanı yücelten alçaltan, devlet. Başarıyı ve başarısızlığı veren devlet. Devletin varsa mutlusun. Devletin yoksa sefilsin. Türkçede yayınlanmış ve çok satan kitapların çoğunluğunun dünyada hiçbir karşılığı olmaması bundan. İkinci bir dile çevrilmelerini gerektirecek tek bir sayfası yok çoğunun. Ve en acısı da herşeyimiz, var edenimiz, rızk verenimiz olduğu iddiasıyla varoluşumuzun merkezine oturttuğumuz devlet hakkında bile doğru dürüst tek bir ufuk açıcı, gerçekten bilgilendirici bir kitap yok. Sadece devletimizin ne büyük tehditler altında olduğunu okumak düşüyor bize. Devlete biat tek ölçü olunca devletine bağlı üniversite, devletine bağlı medya, devletine bağlı aydın da kolayca gerçeğe, doğaya, evrensel olana sırt çevirebiliyor. Yeter ki devlet sevsin. Devlet, biat edenleri gösterişli şekilde ödüllendiriyor. Yerli ilan ediyor. Gerisi zaten sapkın ve yabancı uşağı…

Elbette Türkçede yayınlanmış bütün kitaplar böyle değil. Pekala bir başka dile de çevrilip okunabilecek çok güzel romanlar, öykü kitapları, yoğun emek ürünü araştırmalar da yayınlandığı da oluyor. Ama çoğu arka raflarda kalıyor. Hakettikleri takdiri görmüyorlar bile.

Kitabı olmayan bir topluma dönüştük. Sadece Türkçenin değil diğer birçok dilin İngilizce karşısında yaşadıkları güçsüzlüğün, erimenin en temel nedenlerinden biri bu: Çok dar bir bilgi evreni sunuyorlar.

Bir dili, ‘selfie’ye ‘özçekim’ dedirtme ısrarı gibi şarlatanlıklarla güçlendirip yaşatamazsınız. Bir dili yaşatan büyüten şey, o dilde üretilen fikirlerin, sanat eserlerinin, bilginin ‘evrensel’ ifade gücüdür.

Eskiden ‘kitapsız’ sözü birine edilebilecek en ağır hakaretlerden biriydi. Şimdi, şaka yollu takılma kıvamında. Kitapsız insanlarız. Vicdandan, evrensel hukuktan, insaftan, bilinçten, insan türünün gelişmelerinden, başarılarından, sevinçlerinden nasipsizliğimizin bir sebebi de bu…