Skip to content
Menu

Bir aktör olarak politikacı

Ronald Reagan

CEMAL TUNÇDEMİR

14 Şubat 2016

“Oyunculukta bütün başarı, samimiyetle ilgilidir. Samimiyeti taklit etmeyi becerirseniz, başardınız demektir ” ― George Burns

United Artists film şirketinin, başkanlık seçim kampanyalarının perde arkasını anlatan 1964 yapımı ‘The Best Man’ adlı filmde ABD başkanı rolü oynayacak oyuncu seçilirken bu role adaylardan biri de dönemin ünlü aktörü Ronald Reagan’dır. Ancak film şirketi denemelerden sonra yaptığı iç değerlendirme sonunda Reagan’a bu rolü vermez. Ünlü aktörü eleme gerekçeleri ise şudur: “Reagan’da başkan rolü oynayacak tip yok’’.

Ronald Reagan, bundan birkaç yıl sonra California Valiliği ile başlayacak ve 1980’de ABD başkanı seçilmesiyle taçlanacak politik kariyeriyle, ‘başkan tipine’ sahip olmasa bile başkan rolü oynama yeteneğine sahip olduğunu ispatlayacaktı.

1980 başkanlık seçiminde dönemin ABD başkanı Jimmy Carter’a karşı Cumhuriyetçi Partinin adayı olarak mücadele verdiği günlerdeki ilk televizyon açık oturumundan sonra gazeteciler, ‘Heyecanlandınız mı?’ diye sorduklarında Reagan, ‘Hayır, ben John Wayne ile düello yapmış adamım’ diyecekti.

Aktörlükten gelen ilk ve tek ABD başkanı olarak, sık sık oyunculukla gerçeği ayırt edemediği eleştirilerine hedef oldu. Bütün başkanlığı süresince de kendisini sürekli bir film setindeymiş gibi düşündüğü çok açıktı. 1981’de Washington Hilton Hotelinin girişinde uğradığı suikast sonrası yapılan ameliyattan sonra haftalarca kalacağı hastanede ağzına tıkalı oksijen hortumu nedeniyle danışmanlarıyla kalem ve kağıt aracılığıyla konuşuyordu. İlk yazdığı notlardan biri şöyleydi: ‘’Otele vardığımız andan sonraki sahneyi yeniden çekelim.’’

Ronald Reagan’ın profesyonel aktörlükten politikaya geçen tek başkan olması, politikacılığın aktörlükle ilişkisinin tek örneği olduğu anlamına gelmiyor. Bir profesyonel mesleğe dönüştüğünden beri politikacılığın, aktörlükle ilişkisi sandığımızdan çok daha derindir. Aktör ile artistleşmiş politikacının en ortak yanı bir rolü oynamalarıdır. Politikacının imajı, özel hayatındaki veya kapalı kapılar ardındaki kişiliği, düşünce ve inançlarından tamamen ayrı olarak, yığınların önündeki sahne için dikkatlice inşa edilmiş kurgusal bir imajdır.

Günümüzde politikacıların hayranlarıyla, oyuncuların hayranlarının fazla benzeşmelerinin nedenlerinden biri de budur. İki grup da sonuçta ‘sahnede’ sergilenen kurgusal bir karaktere hayrandır.

Politikacı ‘oynayan insan’dır. Tıpkı artist gibi, konuşmaz, konuşmayı yapar. Örneğin Bush türü bir politikacının, ABD başkanı olarak bir konuşmasını kendisinin yazabilmesi mümkün değil. Birkaç yüz kelimeden ibaret dağarcığı buna yetmez herşeyden önce. Çıkar, başkalarının yazdığı ve enteleküel bağlamı hakkında tek bir gün bile düşünmediği konularda ‘prompter’ aracılığı ile ‘konuşmalar yapar’. Prompterlı konuşmalardaki parıltılı cümlelerin hiçbirinin sahici hayatta bir karşılığı yoktur. Promptersız Bush gerçek Bush’tur.

Politikacı, seçim öncesi bir mitingde damarlarını çıkara çıkara, bağıra bağıra haykırdığı bir sözün, seçimden sadece haftalar sonra tam zıddına hiçbir yüz kızarması yaşamadan imza atabilir. Tıpkı bir filminde ‘İyi adamı’ oynayan aktörün, hemen ardından bir başka filmde tam zıt bir karakteri oynarken ruh dünyasında hiçbir karmaşa yaşamaması gibi…

Amerikan tarihinin en önemli oyun yazarlarından biri olan Arthur Miller, ‘Politika ve Oyunculuk Sanatı Üzerineadlı kitabında, insanın, her hangi bir iktidara, makama yaklaşmaya başladıkça daha fazla rol yapmaya yöneleceğine de dikkatimizi çekiyor. Kitabına temel teşkil eden konuşmalarından birinin girişinde şöyle der:

‘’Bir topluluğun önüne çıktığımız her anda oyunculuğumuz da başlar. Ben de şu anda bir rolü oynuyorum. Şu andaki konuşma tarzım ve üslubum, kesinlikle evimin oturma salonundaki konuşma tarzım ve üslubum değil. Politikacıların ahlaki kişiliği ve savunduğu politikalardan değil de oyunculuklarından daha çok etkilendiğimiz bir sır değil. Hitler ve Stalin’in milyonlarca takipçisi için -ki aralarında son derece nitelikli üniversite entelektüelleri bile vardı-, bu iki lider de gerçekleri konuşan son derece ahlaklı adamlardı. Oyunculuk ve gösteri performansı, başka düşüneceğiniz herşeyden daha çok bizi etkiler.’’

Televizyonun, bu sorunu nasıl katladığına dikkatimizi çekiyor Miller. O kutunun içindeki haberlerden dramalara kadar herşey oyunculuğa dayalıdır. Günümüz insanı, tarihte hiçbir kuşağın olmadığı kadar oyunculukla çevrelenmiştir. Bu da politikacılar için ‘insanı’ ve yığınlar için de ‘hakikatı’ görmeyi oldukça zorlaştıran bir ortam. Jimmy Carter, 1976 Mayıs ayında Ohio eyaletindeki bir seçim gezisinde girdiği mağazada bulunanların elini sıkarken, cansız elbise mankeninin de elini sıkmıştı. Çünkü el sıkışmaların hepsi birer pozdu. Muhatapları birer figürandı. Onlara bakmıyordu bile.

Miller da kitabında, Reagan’ın gerçeği ve oyunculuğu ayırt edememesine işaret ediyor. Reagan sadece her zaman oynamakla kalmıyordu, rolünü inanarak içtenlikle oynuyordu. Zaman zaman gerçek olduğuna kendisi de inanarak… Çünkü Reagan, oyunculukta, ‘Stanislavski metodu’ denen eğitimin çemberinden geçmişti.

Rus aktör, yönetmen ve oyunculuk kuramcısı Konstantin Stanislavski ile dönemdaşı Bertolt Brecht oyunculuğa iki zıt yaklaşımın öğretmeni oldular. İngiliz tiyatrosunun usta yönetmen ve oyun yazarlarından Simon Callow, iki metodun farklılıklarını kabaca özetlerken Brecht’in oyunculuğa yaklaşımının politik, Stanislavski’ninki ise psikolojik olduğuna işaret ediyor. Brecht’te oyunculuk öyküseldir, Stanislavski’de sık sık konu değiştirebilir, tutarsız ve hercaidir. Brecht’in oyuncuları, rolü ‘oynarlar’, Stanislavski’ninkiler ‘yaşarlar’. Brecht’in seyircisi, karakterlere eleştirel bakar, rolü iyi oynayıp oynamadıklarına göre oyuncuları sorgular. Stanislavski’nin seyircisi, karakterin rol ürünü olduğunu unutur ve gerçek sanıp o karaktere hayran olur.

Stanislavski yönteminde sadece seyirci değil, aktör de rolünü gerçek gibi yaşar. Oynadığı şeye kendisini de inandırır. Birkaç hafta arayla iki zıt şeyi aynı inançla savunabilme rahatlığı biraz da buradan gelir. Bu, rolünü içtenlikle yapması anlamında değil, o role gerçekten inanıp, kendisini özdeşletirebilmesindedir. Bu yöntemde iyi ‘aktör’, kendisini de takipçisini de bir rolün değil bir gerçeğin içinde olduğuna inandırma becerisine göre değerlendirilir.

Miller, samimi, içi dışı bir dürüst politikacıların sayısının hızla azalıp, politik alanın berbat ‘artizlerle’ dolmasına adeta ağıt yakıyor. Zayıf karakterli politikacıların, kendilerine seçim ve iktidar kazandırdığını gördükçe nasıl gerçek bir politikacılıktan çıkıp aktör olma sürecine girdiklerini anlatıyor. Ona göre seçim kazandıkça aktörlüğünü en hızlı geliştirenlerden biri de George W. Bush’tu. Hiçbir entelektüel derinliği olmayan bu politikacı, Amerikan taşrasındaki yığınları kolayca kendine bağlayacak, onların en ilkel duygularına hitap eden oyunculuğu iyi beceriyordu. Miller’a göre, tıpkı aktörlerin, rollerini iyi oynadıklarına ilişkin eleştirileri duydukça, okudukça özgüvenlerinin gelişmesi gibi bu aktör politikacı tipi de sandıkta kazandıkça bir özgüven patlaması yaşar.

Modern politika artık bir tür ‘oyunculuk’ faaliyeti olduğu için sandıkta başarılı olmak isteyen politikacının kendisini iki frenden kurtarması gerek: Vicdan ve dürüstlük. Miller, 1980 seçimi öncesi İran rehine krizinde rehineleri kurtarma operasyonunun fiyasko ile sonuçlanması üzerine sarsılan ve o sarsıntıyla seçimde Reagan’a yenilen Jimmy Carter’ı hatırlatıyor: “Tek bir başarısızlığın sarsabileceği kadar, bir Hristiyan vicdanının denetimi altındaydı”  Her hangi bir vicdani baskı hissetmeyen, tepeden tırnağa rol olan politikacıya hiçbir skandal, hiçbir rezillik tesir etmez.

İngiliz aktris Glenda Jackson, 1992 yılında İngiliz parlamentosuna milletvekili adayı olduğunda, arkadaşları ona, ‘bir tiyatro sahnesinden bir başka tiyatro sahnesine geçiyorsun, çok zorluk yaşamazsın’ diye takılır. Jackson, milletvekili seçilip de parlamento mesaisine başladıktan sonra arkadaşlarına hak verecekti. Parlamentoyu, ‘yeterince prova yapmayan, ışık sistemi berbat, ses düzeni ondan da berbat bir sahne’ diye niteleyecekti Jackson. Politikacı için tabii ki bir dram sayılabilir bu…

İtalyan-Amerikalı ünlü yönetmen Frank Capra ise bir defasında, ‘ben eskiden dramayı yanlış biliyormuşum’ diyecek ve ekleyecekti: ‘’Eskiden dramda oyuncular ağlar sanıyordum. Ancak sonra öğrendim ki, oyuncular değil seyirciler ağlıyorsa dramdır.’’

Çoğu ülkede politikayı dramatik yapan şeydir bu…

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz