CEMAL TUNÇDEMİR
26 Mayıs 2018
Kişiliğinden veya 8 yıllık başkanlığındaki icraatlarından tamamen bağımsız olarak şunu çok açıkça söyleyebilirim ki, gazetecilik yaşamımda tanık olduğum en başarılı seçim kampanyası ABD’nin 44’ncü başkanı Barack Obama’nın 2008 başkan aday adaylığı kampanyasıdır.
Obama, 2008 yılındaki tarihi ve sürpriz seçim başarısının ilk kilometre taşlarını döşediği 2007 yılında, ABD’deki politik iklimi ne kadar iyi analiz ettiğinin de ipuçlarını vermeye başlamıştı. Örneğin o günlerdeki bir röportajında ‘’bugün ABD toplumundaki temel fay hattı, iki politik düşünce arasında değil, kilise müdavimleri ile kiliseye gitmeyenler arasındadır’’ diyecekti. İki ülke arasında bire bir benzerlik kurmak tabii ki doğru değil ama onun iddiasını daha anlaşılır kılmak için bir benzetme yapmam gerekirse ‘’toplumdaki temel fay hattı, üyeleri düzenli Cuma namazına giden aileler ile gitmeyen aileler arasında’’ demek istiyordu.
‘Bu neyin kutuplaşması’ sorusuna kendince bu yanıtı veren Obama, bu kutuplaşmayı nasıl aşabileceğine odaklandı. Seçim stratejisi ile New York ve California Demokratlarının dışlayıcı klasik yaklaşımının dışına çıkıp Midwest veya Güneyli Demokratların çizgisine daha yakın bir seçim stratejisi kurdu. Her şeyden önce, Demokrat partinin Jimmy Carter’dan beri kişisel inançları konusunda en rahat konuşan adayıydı. Dahası adaylığına kadar tam 20 yıldır bir kilisenin üyesiydi. Kilise diline aşinalığını bir avantaja dönüştürdü. Demokrat stratejistlerin, ‘’Evanjeliklerden bize oy çıkmaz’’, ‘’kiliseler yüzümüze bakmaz’’ tespitlerine katılmadı. ‘’Rakip, olarak, kiliseleri değil Cumhuriyetçi Parti’yi gördüğümüzü net şekilde ortaya koymalıyız” dedi.
Bununla beraber bazılarına gazeteci olarak bizzat tanıklık yaptığım, en dindar seçmenlerin olduğu yerlerdeki mitinglerinde bile kilise – devlet ayırımını ve bunun önemini net şekilde vurgulamaktan da çekinmedi. Tıpkı eşcinsel haklarını, en muhafazakar eyaletlerde konuşmaktan kaçmadığı gibi. Göçmenlerin haklarına duyarlı olmayı en beyaz eyaletlerde dillendirdi. Anne baba olmanın sadece çocuğu doğurmak demek olmadığını, çocukların eğitimi, terbiyesi gibi sorumlulukları olduğunu en siyah eyaletlerde konuşmaktan çekinmedi. Bu dürüstlük, kutuplaşmamış kesimlerin ilgisini çekmesine yetti. Seçmenle birebir doğrudan iletişim yolu gibi oldukça geleneksel bir yola yöneldi. Gittiği şehirlerde on binlerce kapıyı çalıp ailelerle tanıştı, onlarla fotoğraf çektirdi ve görüşlerini dinledi. Konuşmalarında medyanın veya tabanının duymak istediklerine değil, birebir muhatap olduğu o seçmenlerin gündemine yer verdi.
Nihayetinde, bazılarınca sosyalist ve bazılarınca Müslüman damgası vurulan siyah bir aday, ABD başkanlığına giden yolu açan Iowa önseçimini eyalete hakim beyaz Evanjeliklerin oyu ile kazanacaktı. Başkanlık seçiminde bir çok ‘kırmızı’ eyalette Obama’nın kampanya gönüllülerini beyaz muhafazakar ailelerin çocuğu gençler oluşturuyordu.
Obama’nın kampanyasının resmi stratejisi, Demokrat Parti içindeki adaylık mücadelesini kazanma yolunda partinin çekirdek tabanına hitap etmekten çok, Cumhuriyetçi rakibin karşısına çıkacağı başkanlık seçiminin ‘kutuplaşma’dan en az düzeyde etkilenmesi hedefi üzerine kurulmuştu. Çünkü sadece kutuplaşmanın etkisini en az indirebildiği bir ortamda hem önseçimi hem de genel seçimi kazanabileceğini görüyordu.
Obama, seçmenin çoğunluğunun her zaman merkeze yakın bir görüşte olduğu teorisini baz aldı ve onların sağlık sigortası, vergi yükü, istihdam gibi günlük yaşamdaki ortak sorunlarını seçim kampanyasının temeline oturttu. Hillary Clinton ise, ‘vatan-millet-Mississippi’ edebiyatıyla, kendisinin Obama’dan daha Amerikalı olduğu tezine yoğunlaştı. Eyaletleri kaybettikçe bunu öyle abarttı ki nihayetinde kendisinin fiziksel olarak Obama’dan daha Amerikalı göründüğü imasında bile bulunabildi. Bazı stratejistler bu yüzden ‘’Hillary Clinton 2008’de Demokrat Partinin adayı olmayı başarsaydı o yılki genel seçimi de kaybederdi’’ görüşünde.
Politik stratejistler, sosyal ve ekonomik radikal dalgalanma dönemlerini bir krizden çok, eski koalisyonları yıkıp daha güncel yeni koalisyonlar kurmanın fırsatı olarak okurlar. Bazen bu bilinçli bir tercihtir. Örneğin kendisi de güneyli bir Demokrat olan Başkan Lyndon Johnson, 1964 yılında Sivil Haklar Yasasını imzalarken, yaklaşık yüzyıldır Demokrat Partinin arka bahçesi olan Güney eyaletlerini Cumhuriyetçilere verdiğinin de farkındaydı. Ancak bunun karşılığında da Demokratlar büyük eyaletleri kalelerine dönüştürüyor, Midwest’te güçlü bir zemin oluşturuyordu.
Obama, Irak Savaşı fiyaskosunun ve 2008 ekonomik krizinin yarattığı iklimi, yeni bir politik koalisyon için fırsat olarak görmüş ve Demokratların on yıllardır önünden bile geçmediği kapıları da çalmaya başlamıştı. Çoğundan sadece nazik selamlaşmalarla döndüyse de yetecek kadar kapıdan istediği sonucu elde etti. Ve örneği Lyndon Johnson’dan beri Virginia’yı kazanan ilk Demokrat oldu. Genelde başkanlık seçimlerinde kırmızı olan Colorado’yu, Missouri’yi, Iowa’yı, Nevada’yı, North Carolina’yı maviye boyadı. Clinton ise 2016’da, kendi kabilesine oynamayı yeterli gördü ve kendisini çok da yormadı. Kutuplaşmanın seçmen tercihi üzerindeki gücünü önemsemedi. Kutuplaşmanın meyvesi olan Trump’ın stratejisine istemeden yardım etti.
Egoist, çıkarcı, demagog, kifayetsiz ama muhteris politikacıların yegane kazanma iklimi kutuplaşmış bir toplumdur. Kutuplaşma ise, hızlı sosyo-ekonomik değişimin ekonomik ve sosyal statülerini olumsuz etkilediği veya tehdit altında olduğuna inandırılmış yığınların kolayca kapılacağı bir girdap.
Kutuplaşma politik mi?
Her geçen gün daha fazla sayıda uzman, ABD’deki kutuplaşmanın, yaygın görüşün aksine politik bir kutuplaşma olmadığı görüşünü dillendiriyor. Stanford Üniversitesi politik bilim profesörü Morris Fiorina ve meslektaşları, ABD’nin politik bir kutuplaşma yaşadığı genel kabulüne itiraz eden kitaplarında, ‘’politik bir kutuplaşma bir yana ABD’nin politik açıdan gerçek bir ideolojik çatışmadan yoksun bile olduğunu’’ savunuyorlar.
Çoğu seçmenin, politik tercihlerini ve oyunu yönlendiren bir ideolojik sabiti bulunduğunu destekleyecek yeterince somut veri yok. Geçmişten bugüne istikrarlı şekilde hep aynı ideolojik çizgiyi savunmuş seçmen oranı, toplam seçmen içinde oldukça küçük bir oran oluşturuyor. Hele ekonomik amaçlarda Demokrat veya Cumhuriyetçi ortalama seçmen arasında neredeyse hiç fark yok. Vergi oranları, regülasyonların dozu ve sosyal güvenlik sisteminin kapsamı konusunda birkaç görüş uyuşmazlığını saymazsak…
Amerikan seçmen ve politika evrenine kulak kabartanlar, Demokratların bazı eleştirilerine yürekten katılan Trump destekçileri, Trump’ın bazı söylemlerini doğru bulan Demokrat seçmenler görebilir. Peki bir seçmen doğru bulduğu bir görüşü dile getiren bir politikacıdan niçin hala nefret etmeye devam eder? Bu sorunun yanıtı belki de, bugün demokrasi evrenine karabasan gibi çökmüş kutuplaşmanın doğasını anlamaya da yardım edecek. Sosyologlar, politik bilimciler, sosyal psikoloji uzmanları ve daha niceleri kutuplaşmanın bu tuhaf doğasını anlama yolunda adeta iğneyle kuyu kazarcasına mesafe kaydetmeye çalışıyor.
Bir açıklama, particiliğin kişiliğimizle bağına dikkat çekiyor. Bir partinin üyesi olmanın, her hangi bir politik görüş veya rasyonel analizler sonucu gerçekleşmediğini, kişisel ve sosyal kimliğin bir sonucu olduğunu vurguluyor. Politik bilimciler Donald Green, Bradley Palmquist ve Eric Schickler, ortaklaşa kaleme aldıkları ‘Partici Duygu ve Düşünceler’ adlı kitaplarında ait olunan ırk, inanç ve sosyal sınıfın particilikteki gücüne dikkat çekiyorlar.
Kutuplaşmanın doğasını anlamayı zorlaştıran şeylerden biri ise, seçmenlerin kendi partilerinden memnuniyetsizlikleri… Cumhuriyetçilerin Demokrat Partiden, Demokratların Cumhuriyetçi Partiden hiç hazzetmediği sır değil. Ancak son yıllardaki araştırmalar, her iki partinin seçmeninin kendi partilerinden de aslında hiç hazzetmediğini ve birçok konuda kendi partilerinin yaklaşımını, üslubunu veya pozisyonunu hiç beğenmediklerini gösteriyor. ABD Ulusal Bilim Vakfınca, seçimlerden hemen önce ve hemen sonra seçmen davranışları konusunda akademik araştırmalar için kurulan Amerikan Ulusal Seçim Araştırmaları merkezi ANES’in verileri de seçmenlerin sadece rakip partiye karşı değil kendi partisi hakkında da bir negatif izlenim ve müphemiyet yaşadığına işaret ediyor. Özellikle de aşırı particilerin, partilerinin nerdeyse hiçbir adayını beğenmediği, hepsini çıkarcı, idare-i maslahatçı veya sözde kendilerinden insanlar gibi gördükleri anlaşılıyor. Ancak burada dikkat çekici olan şey, seçmenin kendisinin de bir yandan adayların ‘gerçek partici’ olmadığından yakınırken, diğer yandan partinin ilan ettiği program ve ilkelerine kendisinin de en ufak hassasiyet duymaması…
Memphis Üniversitesi profesörü Eric Groenendyk, ‘Partici Zihinde Birbiriyle Yarışan Dürtüler’ adlı çalışmasında bu çelişkiye bazı açıklamalar getiriyor. Onun dile getirdiği ‘çifte dürtü’ teorisine göre partici seçmen, kendini partisiyle, sadece tek bir dürtüyle değil farklı dürtülerle özdeşleştiriyor. Ve bu dürtüler arasında çelişki olduğunda bir iç çatışma yaşıyor.
Parti kimliğimiz kişisel kimliğimizin önemli bir parçası. İyi bir partili olarak partimiz kazandığında kendimizi çok iyi hissediyoruz. Çünkü ‘bizimkiler’ kazanıyor diye düşünüyoruz. Diğer yandan ise kendimizi, doğru, dürüst, rasyonel, adil insanlar olarak görüyoruz ve politik sadakatimizi de bu değerler üzerine inşa ettiğimiz bir bakışla dünyanın gidişatına bakarak şekillendirdiğimize inanıyoruz. İdeal teoride bu iki yaklaşımımız arasında çelişki olmaması gerek. Partimiz kazandığında ve iktidarı ele geçirdiğinde, vaatlerini yerine getirerek huzur, istikrar, refah oluşturacağını umuyoruz. Ancak bu gerçekleşmediğinde iki dürtümüz çatışmaya başlıyor. Hatta bizi psikolojik bir bunalıma sokacak dereceye bile ulaşabilir bu çelişki. Dünyada bir çok güçlü iktidar partisi destekçisinin, neden ülkelerindeki zayıf muhalefet partilerinin temsilcilerinden bile daha fazla öfke, huzursuzluk ve kaygı içinde olduğunu açıklayan şeydir bu iç çatışma…
Rasyonel perspektiften bakınca, partimiz eğer bizi hayal kırıklığına uğratırsa ve vaat ettiği refahı, barışı ve istikrarı bir türlü sağlayamazsa, o partiye desteğimizi gözden geçirmemiz lazım. O partiyi terk edip bağımsız olmamız veya rakip partiye destek vermemiz gerek. Ancak, parti kimliğimiz, kişisel kimliğimizin güçlü bir parçası haline gelmişse bu rasyonel tavır, hiç de kolayca alınabilecek bir tavır değil.
Eric Groenendyk’e göre iç dünyamızda, parti kimliğimizle, partimizin başarısızlığından duyduğumuz hoşnutsuzluk arasında başlayan çatışmayı dindirmek için antipati duygumuzu tamamen, rakip gruplara yansıtmaya başlıyoruz. Yani rakip partiyi şeytanlaştırma, aslında kendi partisinden duyduğu hoşnutsuzluğun örtülü bir ifadesi. Kendi partimizden tatminsizliğimiz ne kadar yüksekse, rakip partiyi de o kadar şeytanlaştırarak iç çatışmamızı dindirmeye çalışıyoruz. Çünkü ancak diğerlerini şeytanın partisi görerek kendi partimize vereceğimiz oyu vicdanımızda bilincimizde meşrulaştırabiliyoruz. Groenendyk’in tespitiyle bu, ‘parti gemisinden tamamen atlamadan kendi partimizden nefret etmemize de izin veriyor’.
Aslında günümüz demokrasilerinin çoğunda, partisinin kendi çıkarlarını ve değerlerini mükemmelen temsil ettiğine inanan seçmen sayısı çok az. Çoğunlukla bizi partimizde tutan şey partimize bağlılığımız ve sevgimiz değil, rakip gruba olan nefretimiz. Groenendyk bu noktada teorisinin kutuplaşmanın doğası ile ilgili bazı başka gelişmeleri de açıklayabileceğini savunuyor. Eğer, partili olmamızda ‘bizden olmayanlara düşmanlık’, partinin ideolojisi ve politikalarından çok daha önemli rol oynuyorsa, partimizden ideolojik ve politik beklentimiz de o derece azalıyor. ‘Düşmanı yenmek’, partimizin ekonomik-politik- sosyal vaatlerini yerine getirip getirmediğinden çok daha önemli hale geliyor.
Groenendyk, particiliğin, partiye sevgiden çok ‘bizden olmayanlar’dan nefretin dümenine girdikçe, seçmen dinamiklerinin çok daha akışkan hale geleceğine ve seçmenin normalde kendi ideolojik çizgisiyle hiç uyuşmayan adaylara da sırf bu nefreti etkili dile getirebildiği için kolayca yönelebileceğine dikkat çekiyor.
Kutuplaşma, politik diyalogu ve bunun doğal sonucu olarak da politik konuşmaları işlevsiz hale getiriyor. Filozof Harry Frankfurt’un ‘bullshit’ tanımında ifade ettiği gibi ‘’gerçek ve doğru olma konusunda hiçbir endişesi olmayan konuşmalar’’ kolayca yapılabiliyor. Çünkü, ‘ya biz, ya onlar‘ düzeyine inmiş bir ortamda seçmen, kendi adayının konuştuğu şeylerin doğru olup olmadığına, ne tür politikalar vaat ettiğine artık bakmıyor.
Bunlar, Trump’ın başarısını da belli ölçüde de olsa açıklayan şeyler. Trump düzeyinde bir politik karakterin, normal, rasyonel ve makul bir politik atmosferde seçim kazanma şansı yok. Ancak ‘biz ve onların savaşı’ kutuplaşmasını yaratabildiği bir ortamda seçim kazanabilir. Trump’ın Amerikan politikasında daha önce hiç görülmemiş ölçüde ‘beyazlığa’ ve ‘Hristiyanlığa’ vurgu yapmaktaki cüreti de buradan kaynaklanıyor. Hızla değişen dünyada ekonomik koşullarından ve statülerinden memnun olmayan öfkeli beyaz seçmene, hayatında yarar ortaya koyabileceği hiçbir vasfı olmadığı için ‘ırk’, ‘din’ gibi doğuştan gelen kimlikleriyle aşırı övünmeye teşne ırkçılara, aşırı politize olmuş dini kesimlere, tatminsizlik ve başarısızlıklarını yansıtmaya hazır olacakları düşmanlar gösteriyor. Onları, ekonomik olarak göçmenlerin ve yoksullara yardım programlarının kurbanı olduğuna, kültürel olarak da azınlıkların ve yabancı kültürlerin tehdidi altında olduğuna inandırıyor. ‘Hayır bu kadar basit değil‘ diyen herkes, her politikacı da bu seçmenin gözünde ‘düşman işbirlikçisi’, ‘din düşmanı’ ve hatta ‘vatanı yabancılara satan hain’ konumuna düşüyor. Böylesine bir ölüm-kalım savaşında da bağrına taş basıp gidip hiç de hazzetmediği partisine veya adaya oyunu yine veriyor.
Amerikan demokrasisinin ağır bir türbülanstan geçtiği kesin. Buradan çıkış yolunda ilk adım ise, kutuplaşmanın etkisini en aza indirmek… Bunun için de öncelikle ‘bu neyin kutuplaşması’ sorusuna bir yanıt bulmak gerekiyor.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz
Yalancı olduğunu bildikleri bir politikacının peşinden neden gidiyorlar?