Skip to content
Menu

Çin’e koronavirüs komplosunu kim kurdu?

Koronavirüs salgınının başladığı Wuhan’ın da olduğu Hubei eyaletinin karantina altındaki kentlerinin dışarıyla bağlantılarından biri olan Jiujiang Yangtze Köprüsünde barikat kurmuş güvenlik birimlerine, kanser tedavisi gören kızının geçmesine izin vermeleri için yalvaran Çinli bir anne. 1 Şubat 2020. (Fotoğraf Thomas Peter)

CEMAL TUNÇDEMİR

7 Şubat 2020

1 Aralık 2019 günü, Çin’in Wuhan kentinde bir hastanede doktorlar zatürre teşhisi yaptıkları bir hastanın akciğer iltihaplanmasına neden olan virüsü araştırmaya başladıklarında, sadece birkaç hafta sonra dünyanın dört bir köşesinde, henüz bilinmeyen yeni bir virüsün bulaştığı kayda geçecek on binlerce kişinin birincisi ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlardı. Sonraki günlerde, kuru öksürük, nefes darlığı, yüksek ateş gibi benzeri şikayetlerle Wuhan hastanelerine başvuranların sayısı artmaya başladı. Doktorların bu zatürre vakalarına hangi virüsün neden olduğunu henüz bilmemeleri, Ocak ayı ortalarına kadar sürecek ‘gizemli hastalık’ efsanesinin de başlangıcı oldu. Ta ki 7 Ocak günü, SARS ve sonrasında Ortadoğu ülkelerinde MERS hastalığına da neden olan koronavirüs ailesinin yeni bir türü ile (2019-nCoV şeklinde adlandırıldı) karşı karşıya olunduğu ilk kez kayda girinceye kadar. 

Henüz Wuhan halkının ve dünyanın bu salgından hiç haberinin olmadığı Aralık ayı sonuna kadar sayısı 27’i bulacak vakalar, özel hazırlanmış bir hastanede sessizce karantina altına alınmıştı. Komünist Partisi Wuhan kent yönetimi, bütün otoriter rejimlerin karakteristik özelliğinin bir yansıması olarak bu gelişmeyi kamuoyundan gizlemeyi tercih ettiler. 

Henüz aşısı ve tedavisi olmayan, ölümcül bir viral bir salgının oluşturduğu açık ve yakın tehlikenin boyutunu doktorlardan iyi kim bilebilir ki? Komünist Partisinin kamuoyuna hiçbir bilgilendirmede bulunmaması, devlet yetkililerinin bu ciddi tehlikeye karşı önlem almak yerine, yönetimin, ‘ülkemizde her şey şahane, her işimiz mükemmel’ propagandasını korumaya öncelik vermesi, Wuhan’da gelişmeden haberdar doktorlar arasında tedirginliği daha da artırdı. 

Kaldı ki Çin devletinin 2003 yılı SARS salgını sırasındaki gizleme, örtme, önemsizleştirme politikasının hastalığın yayılmasına nasıl yardımcı olduğu da hala hafızalarında tazeydi. 

2002 sonunda SARS virüsü salgını başladığında Pekin kent yönetimi ve Çin Komünist Partisi, bunu, Çin halkından ve Dünya Sağlık Örgütünden aylarca saklayacaktı. Öyle ki Pekin’deki hastanelerdeki SARS virüsü hastalarından Dünya Sağlık Örgütünün haberi olmaması için bu hastalar, hastanelerin bulaşıcı hastalıklar bölümleri dışındaki bölümlere yatırılacaktı. Ta ki bir doktorun, ‘vatan haini’ damgası yeme pahasına, devletin resmi açıklamalarına aykırı gerçeği medyaya sızdırmasına kadar… 

Çin’in en prestijli hastanelerinden biri olan askeri hastane 301’in başhekimi Jiang Yanyong’un 4 Nisan 2003 günü Çin devlet televizyonu ve Hong Kong televizyonlarına gönderdiği ve gerçek durumu aktardığı e-mail bu iki yayın organınca da haberleştirilmeyecekti. Fakat e-mail’in bu iki kurumdan Hong Kong yerel medyasına oradan da dünya medyasına sızması da çok sürmemişti. 8 Nisan 2003 günü Wall Street Journal ve bir kaç saat sonra da Time dergisi doktor Jiang Yanyong’a ulaşarak bu e-mail’in gerçek olup olmadığını soracaktılar. Acilen bir şeyler yapılmazsa salgının sadece Çin için değil küresel bir felakete yol açacağının farkında olan Doktor Yanyong, devlet yetkililerinin aksine cesaretle gerçekleri konuşacaktı. Bu açıklama, salgının başlamasından aylar sonra hem Çin kamuoyunun hem de dünyanın nasıl bir felaketle karşı karşıya olunduğunu öğrenmesine neden oldu.

Çin yönetimi, SARS’ın yaklaşık üç ay Dünya Sağlık Örgütü ve halktan gizlenmesinin faturasını yerel parti teşkilatlarına kesti. Doktor Yanyong’un açıklamasından bir kaç gün sonra Pekin Belediye Başkanı ve Çin Sağlık Bakanı istifa etmek zorunda kaldılar. Çin devleti, ancak Doktor Yanyong’un ifşasından sonra, bütün enerjisini gerçeğin kamuoyuna sızmasını engellemeye harcamak yerine, virüsün yayılmasını engellemeye harcamaya başlayacaktı. Bir çok sağlık uzmanına göre, epidemik SARS salgının pandemiye (küresel salgın) dönüşmemesinde bu cesur doktorun e-maili hayati bir rol oynamıştı.          

2019 Aralık ayı sonunda yerel yöneticilerin ve devlet görevlilerinin yine tipik refleksle gelişmeleri kamuoyundan gizleme eğlimine girmeleri, Wuhan’daki hastanelerde çalışan sağlık görevlilerinde 2003’ün tekrarı endişesine yol açtı. 2003’ün Çin medyası görece eleştirel haber ve analizlere de yer verebiliyordu. 2018’de devlet başkanlığında iki dönem sınırını kaldırtarak 2022 yılındaki parti kurultayında üçüncü dönemi için kapıyı araladığından beri ülkeyi tek parti otoriterliğinden tek adam otoriterliğine evrilten Şi Cinping’in ülkesinde medya ‘liderin medyası’ haline getirilmiş, bütün araştırmacı gazeteciler susturulmuştu. Ama kamuoyunu bir an önce uyarmak gerektiğine inanan doktorlar için 2003 yılından farklı olarak WeChat, Weibo gibi sosyal medya platformları şansı vardı.

Wuhan’da bir hastanede göz doktoru olan Li Wenliang, SARS benzeri bir virüs salgınıyla karşı karşıya olduklarını 30 Aralık günü WeChat üzerinde doktorların üye olduğu bir sohbet grubunda paylaştı. Aynı gece yarısı polis tarafından ifadeye götürülecek, üç gün sonra da, gerçek olmayan bir söylenti yaydığı ‘’itirafı’’, yine polis marifetiyle kendisine imzalatılacaktı. Sonradan sosyal medya üzerinden kamuoyuna bilgi sızdıran 7 doktora daha işlem yapılacaktı. 

Doktorların yeni bir viral salgınla karşı karşıya olunduğu uyarıları, ülkenin en popüler sosyal medya platformları olan WeChat ve Weibo üzerinden yayılmaya başladı. 

Ama, işleri, halkın sağlık ve can güvenliğini sağlamak olması gereken devlet yetkilileri, bu görevlerini yerine getirmek yerine, sosyal medyada salgın ile ilgili paylaşımlar yapanların peşine düşmüştüler. 1 Ocak günü sekiz kişi daha sosyal medya paylaşımlarıyla, halkta panik yaratacak söylentileri yayma ve devlet düzenine karşı güvensizlik yarattıkları gerekçesiyle gözaltına alınacaktı. Sonraki günlerde medyaya yansıyan tutuklama sayısı 47’e kadar çıkacaktı. Kesin rakamı ise kimse bilmiyor. 

Aralık ayının ortasından itibaren bir salgınla karşı karşıya olduklarını bilen devlet yetkilileri, bu tehdidi halktan gizlemeyi sürdürdü. Öyle ki, 29 Aralık günü, Wuhan’da toplu yemek dünya rekoru denemesi bile iptal edilmedi ve 40 binden fazla ailenin bir araya gelmesine izin verildi. Milyonlarca masum Wuhanlı, birbirlerine virüs bulaştırdıklarından habersiz günlük tempolarına devam etti. Trenlerde, otobüslerde, kapalı mekanlarda kalabalıklar halinde bulunmayı sürdürdü. 

Ocak ayı başında bile bütün resmi devlet açıklamaları, yalanlar üzerine kuruluydu. Wuhan kentinin sağlık yetkilisi Wang Guangfa, 10 Ocak günü, Çin Merkez Televizyonuna yaptığı açıklamada, Wuhan’da görülen hastalığın kontrol altına alındığını ve fazla bir etkisinin söz konusu olmayacağını söyleyecekti. Yani, 27 Aralıktan beri 15 gündür hastanede tedavi gören bir hastanın hayatını kaybetmesiyle, koronavirüsten dolayı ilk ölümün yaşanmasından sadece bir gün önce.

10 Ocak, kınama ve uzaklaştırma cezası biten doktor Li Wenliang’ın da hastanedeki işine geri döndüğü gündü aynı zamanda. Sabah işbaşı yapan doktor, o gün glokom hastası bir kadını muayene etti. Kadının koronavirüs taşıdığından habersizdi. Salgını kamuoyuna sızdıran ilk isim olan doktor Wenliang, Şubat ayı başındaki sosyal medya paylaşımında bu kez kendisi ile ilgili bir bilinmeyeni duyuracaktı. Koronavirüs kendisine de bulaştığı için tedavi altındaydı. 34 yaşındaki doktor Li Wenliang, 6 Şubat Perşembe akşamı tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.    

Wuhan’da Ocak ayının ilk yarısında hasta sayısı her gün artarken bile resmi açıklamalarda, hastalığın daha fazla yayılmasının beklenmediği söylenerek, abartılacak bir durum olmadığı ve devlet aleyhine karalama yapanlara fırsat verilmemesi çağrıları yapılıyordu. Hong Kong, Tayland, Vietnam ve Japonya’da, Wuhan’dan gelenlerde koronavirüs vakalarının tespit edildiği o günlerde, Çin devletindeki örtbas kültürü yüzünden Wuhan dışında ülkede tek bir koronavirüs vakası bile medyaya yansımamıştı. Wuhan dışında, ülkede kimseye virüsün bulaşmadığını sanan Çin kamuoyunda o günlerde, koronavirüs için ‘vatansever virüs’ şakasının yayılmasının nedeni de buydu. Ta ki Hong Kong medyasının, bunun yalan olduğunu, virüsün gerçekte Wuhan dışındaki başka Çin kentlerine de yayıldığını haberleştirmesine kadar…     

Ocak ayı başına kadar hastanelere yatırılan 41 hastanın yarısından fazlasının Wuhan kentindeki Huanan Balık Toptancı Hali’nde çalışanlar veya müşteri olarak son 10 günde oradan geçenler olması, bu toptancı halini ilk şüpheli nokta haline getirmişti. Hastalığın burada satılan yabani hayvan etlerinden insana geçmiş olabileceği bir olasılıktı. Wuhan Komünist Partisi şehir yönetimi Huanan Balık Pazarını 1 Ocak günü günü kapatacaktı. Yani, Çin’in salgın hastalıktan Dünya Sağlık Örgütünü ilk kez resmen haberdar etmesinden 1 gün sonra. 

Değişik branşlardan bir grup Çinli tıp araştırmacısının, dünyanın en saygın tıp haberleri kaynaklarından biri olan haftalık The Lancet gazetesinde 24 Ocak günü yayınladıkları detaylı rapora göre (link İngilizce) 1 Aralık günü korona virüsünden dolayı hastanelik olan ilk hasta da dahil olmak üzere 2 Ocak 2020 gününe kadar hastanelerde tedavi altına alınanlar arasında, ne kendilerinin ne de yakın temas ettiklerinin hiçbirinin yolu söz konusu balık pazarından geçmeyenler de azımsanmayacak sayıdaydı. Bu, şu anlama geliyordu: Wuhan balık toptancıları hali hikayesinin hiçbir kesinliği yoktu. Hatta aynı araştırmacılara göre, enfekte olma ile belirtilerin ortaya çıkması arasındaki süre düşünüldüğünde virüsün, Aralık’ta bile değil Kasım ve hatta Ekim ayı içinde bir hayvandan insana bulaşmış olması çok büyük bir olasılıktı.    

Wuhan Balık Hali hikayesi ise, 31 Aralık’ta artık mızrağın çuvala sığamayacağını gören ve açıklama yapmak zorunda kalan devlet yetkililerinin, ‘her şey kontrolümüz altında’ ego şovu yapmak için elverişli bir malzemeydi. Hem bu balık hali hikayesi, sonraki günlerde resmi açıklamalarda sıkça tekrarlanacak bir başka resmi bilgiye (ki onun da gerçek olmadığı sonradan görülecekti) zemin oluşturuyordu. Yani, virüsün, sadece hayvandan insana bulaştığı, insandan insana bulaşmadığı, dolayısıyla paniğe gerek olmadığı açıklamasına…  

Hastalığın insandan insana geçtiğinin anlaşıldığı ilk vakadan yaklaşık iki hafta sonra 20 Ocak’ta devlet ilk kez, hastalığın insandan insana da bulaştığını resmen açıkladı. Çin’in, koronavirüse karşı topyekün savaşı kamuoyuna açık şekilde başlattığı gündü bu aynı zamanda. Çin sağlık yetkililerinin, devlet televizyonu CCTV’den halka, Wuhan’a gitmemeleri çağrısı yapmalarına da ancak o gün izin verildi. Üç gün sonra 23 Ocak günü 11 milyon nüfuslu Wuhan’a bütün giriş çıkışlar yasaklandı. Fakat bu güç gösterisinin perdelediği küçük bir sorun daha vardı. Başlayan Çin yeni yıl tatili nedeniyle 5 milyon kişi Wuhan’dan ayrılmıştı bile. İnsanlar sadece bayramı aileleriyle geçirmek için köylerine gitmemişti. Wuhan bir üniversite şehriydi. Ülkenin her yerinden bu şehirde üniversite okuyan bir milyon öğrenci, tatil için ülkenin dört bir yanına çoktan dağılmıştı. Wuhan aynı zamanda bir sanayi şehriydi. Dünyanın 500 büyük şirketinin 300’e yakınının tesisleri ve bu tesislerde çalışan her kıtadan on binlerce yabancı vardı. Onların da önemli bir kısmı tatil nedeniyle ülkelerine gitmişti.  

New York Times köşe yazarı Nick Kristof, devletin bütün bu gerçekleri halktan gizleme çabasının, dünya için yarattığı riskin de ötesinde kendi ülkesine ve halkına maliyetinin de çok büyük olduğuna dikkat çekiyor. En başta Wuhan’dakiler olmak üzere ülke çapında hastaneler, bir salgın tehdidinin kapıda olduğundan habersiz oldukları için gerekli hazırlığı zamanında yapamadılar. İnsanlar Ocak ayının ilk haftasından sonra kitlesel olarak hastanelere akın edince ciddi bir ekipman sıkıntısı başladı. Virüs testi kitlerinde, maskelerde, koruyucu gereçlerde, hasta yatağında, hala giderilememiş büyük bir yetersizlik yaşanıyor. Öyle ki bazı hastanelerde doktorlar, plastik ambalajlardan gözlükler yapmak zorunda kaldılar.

Ülke ekonomisine zarar verir endişesiyle virüsü gizleme ve gerçeği açıklamamanın, Çin ekonomisine hali hazırdaki maliyeti bile çok büyük olmuş durumda. Ülkenin 5.9 olması beklenen ekonomik büyümesinin şimdiden en az 1 puan daha düştüğü tahmin ediliyor.   

Yaklaşık bir buçuk milyarlık Çin nüfusunun tek derdi virüsten korunmak da değil artık. Virüsle nerdeyse aynı hızda yayılan ırkçılık ve düşmanlık da ciddi bir sorun olarak karşılarında… Ülke içinde bile insanların birbirlerine güvensizliği tavan yapmış durumda. Çinliler, kürenin her köşesinde de ırkçılığın ana hedefi haline gelmiş durumdalar. Bütün dünyada büyük bir izolasyon yaşıyorlar. Japonya sosyal medyasında ‘’ÇinlilerJaponya’yaAlınmasın’’ etiketi trend oldu. Singapur’da devletten Çinlilerin ülkeye girişini yasaklamasını isteyen dilekçeye 10 binlerce kişi imza verdi. Hong Kong’da, Vietnam’da, Güney Kore’de işyerlerinde, ‘Çinli müşteri kabul etmiyoruz’ levhaları asıldı. Fransa’da yerel bir gazete, ‘’Sarı Alarm’’ ırkçı manşetiyle çıktı. Toronto’da aileler, Çin’den yakın aylarda dönmüş ailelerin çocuklarının okullara 20 gün boyunca alınmaması isteğinde bulundu. Dünyanın en popüler turizm ülkesi olan Tayland’ta halk, Çinli turistler arasındaki popüler alışveriş merkezlerine gitmemeye başladı. 

Şi Jinping’in otoriter rejiminin ‘’2025 Hedefi’’, dünyaya süper bilgisayarlar ihraç eden büyük bir Çin’di. Tek adamlık sevdası, onun yerine Çin’i dünyaya acil küresel sağlık durumu ihraç eden bir ülkeye dönüştürdü. 

Otoriter rejimler, doğaları gereği hata yaptıklarını asla kabullenmez. Yönetimi, resmi açıklamaları, devleti sorgulayabilecek, gerçekleri araştırabilecek bir medya olmadığı için de halktaki imajlarına yardımcı olmayacaklarını düşündükleri her şeyi milletten saklamaları kolay olur. Saklayabildiği sorunu, krizi milletinden mutlaka saklar. Bunun yerine masallar anlatır. Saklayamadığı soruna ise, komplo teorileri uydurur. Gerçek bir anayasal devlette ise basın da halk da sorun gördüğünü yazmakta konuşmakta özgürdür. Gazeteciler, devletin işleyişinde, resmi açıklamalarında bir yasadışılık, usulsüzlük, yalan veya sorun olup olmadığını kendiliğinden araştırır. Bu tür durumlarda medyaya sızdıran ‘ıslıkçılar (whistleblower)’ yasal korumadan yararlanır, kahraman muamelesi görür. Otoriter rejimlerde, ‘halkı devlete karşı kışkırtan vatan haini’ damgası yerler. Yine, otoriter rejimler, dünyadan yardım istemeyi, ‘ego’ problemi yapar. Oysa virüs gibi son derece komplike bir tehdit ile Çin ve ABD de dahil dünyanın hiçbir ülkesi tek başına mücadele edemez. Küresel işbirliği ilk andan itibaren şarttır. 

20 Ocak gününe kadar virüs salgını gizlemek, salgını önemsizleştirmek için çaba gösteren ve bu davranışıyla virüslü insan sayısının baş döndürücü şekilde artmasına yol açan Çin bürokrasisi, o günden beri ise bazılarının virüsle mücadeleye katkısı tartışmalı abartılı bir güç gösterisi sergiliyor. Wuhan başta olmak üzere 50 milyondan fazla insanın yaşadığı şehirler, tarihte eşi benzeri görülmemiş şekilde tamamen her türlü ulaşıma kapatılmış durumda. Bu devasa şehirlerde toplu taşımalar durduruldu. Wuhan Balık Hali kameralar eşliğinde ilaçlı sularla yıkandı. Çin’de girişi çıkışa yasak şehirlerden birinde mahsur kalan Ian Johnson, New York Times’ta yayınlanan yazısında, Almancadaki ‘aktionismus’ kavramına dikkat çekiyor. ‘Birşeyler yapıyormuş gibi görünmek için bir şeyler yapma’ anlamında. Çin devleti, Wuhan’da iki haftada temel atıp hastane açmak gibi şovlarla, halkta kendisine karşı gelişen güvensizliği yeniden inşa etmeye çalışıyor. 

Bir çok tıp uzmanı, on milyonlarca insanın yaşadığı kentleri toplu karantina ilan etmenin, o insanları, tıbbi olanaklara ulaşamamaktan gıda kıtlığına bir dizi çaresizlikle başbaşa bırakmanın, hali hazırda ülkenin her tarafına ve dünyaya yayılmış bir virüsle mücadele için faydasını sorguluyor. Bu görüşteki uzmanlara göre, bu dev karantinanın zararı, yararından daha fazla olabilir. Georgetown Üniversitesi Küresel Halk Sağlığı uzmanı Alexandra Phelan, sağlık haberleri odaklı web portal Stat’a verdiği demeçte, Çin yönetiminin tavrını, ‘balyozla vurarak’ sorunu çözmeye benzetiyor. Salgınla mücadele, bir beyin ameliyatının hassasiyetine daha yakın bir iş. Karantinanın, bir yardımdan çok bir cezalandırma gibi görülmesi, hastalığın engellenmesini de zorlaştırabilir. Henüz hiçbir belirtisi görülmediği için hastalık taşımadığını sanan bir çok Wuhanlı, ayrımcılık ve dışlanma yaşamamak için kendini göstermiyor.  

Georgetown Üniversitesi küresel sağlık hukuku profesörü Lawrence Gostin, Washington Post gazetesine yaptığı açıklamada, Çin hükümetinin 20 Ocak’tan beri yaptığı uygulamalar hakkında, ‘’Bunları yapıyorlar çünkü politik liderlik konumunda bulunanlar, ancak gözle görülür ve dramatik bir takım adımlar attıklarında halkın desteğini kazanacaklarını düşünürler’’ yorumu yapıyor. Ona göre de yapılanların bir çoğunun önceliği virüsü engellemekten çok politik faydalara yönelik.     

Çin merkezi otoritesi, Ocak ayının son haftasında devreye girdiğinde artık çok geçti. Şi Cinping, yerel teşkilatlara virus konusundaki her gelişmede şeffaf olmaları talimatı verdi. Dünya Sağlık Örgütü ile her bilginin paylaşılmasını istedi. Hatta WeChat üzerinde, ihmalkar devlet yetkililerini ihbar için, ‘ıslıkçı (whistleblower) hattı bile oluşturuldu. Fatura ise bir kez daha yerel yönetime ve komünist partisi yerel teşkilatına kesildi. Wuhan belediye başkanı Zhou Xianwang’ın savunması ise aslında otoriter rejimlerin doğasına ilişkin bir başka itiraf niteliğindeydi. Xianwang, hastalığı kamuoyuna açıklamak için yukarıdan talimat beklediğini ve üst makamlardan izinsiz bu açıklamayı yapamadığı için gecikmenin yaşandığını söyledi. 

‘’Çin ekonomisini yıkmak için biyolojik savaş’’ gibi iddiaların hiçbir geçerliliği yok. Virüsü, bir ülkenin nüfusu için silah olarak kullanmak, komplocular açısından virüsler hakkında dev bir cehaletin göstergesi olurdu her halde. Hele de, her gün dünyanın 700 ayrı noktasına uçuşlar yapılan bir ülkede… 

Türümüz, gruplar halinde yaşamaya başladığı 12 bin yıl öncesinden beri yakın aralıklarla virüs salgınlarının kurbanı oluyor. Binlerce yıldır oldukça kalabalık şehirleri ve insanlarının, domuz, ördek, yarasa gibi potansiyel virüs bankalarıyla yakın temasına uygun tarımsal doğası nedeniyle Çin, sıkça bir çok virüs salgının başladığı yer oldu. Bir çok virüs salgının başladığı yer olmaya da devam edecek. Kaldı ki Çinli bilim insanları, 2019 ilkbaharında yayınladıkları bir raporda bile, ‘’yarasa kaynaklı koronavirüsün insana yeniden bulaşmasının çok yüksek bir olasılık olduğunu ve Çin’in de bu riskin en yüksek olduğu ülkelerden biri olduğu’’ uyarısını yapmışlardı.    

Yeni koronavirüs de son salgın olmayacak. Türümüz, henüz aşısı olmayan bir çok yeni virüs türüyle yüz yüze kalmaya devam edecek. Kaldı ki küresel ısınmanın doğal alanları dışına sürdüğü bir çok virüs torbası hayvan da insanlarla daha sık temasa girerek bu riski tarihte görülmemiş oranda artırıyor. 

Tıpkı depremler gibi, hazırlığımız, bunların bir felakete dönüşüp dönüşmemesinde belirleyici temel faktör. Doğa konusunda bilinçli, eğitimli ve hazırlıklı toplumlar, şeffaf, hesap sorulabilir devlet gücüyle elbette ki daha şanslı. Geri kalan toplumlar da, yapmaları gerekenleri yapmak yerine, depremler için ‘küresel güçlerin manyetik dalgaları’ veya virüsler için ‘biyolojik saldırı’ gibi zırva komplo teorisi gerekçeleriyle kendilerini kolayca aklayacak beceriksiz çıkarcı yönetimlere mahkum olacak. Fakat sorun şu ki, virüs salgını, eski çağlarda olduğu gibi bölgesel kalmıyor artık. Domuz gribi Meksika’nın bir köyünde başladıktan birkaç hafta sonra dünyanın her yerine ulaşmıştı. Yani, tür olarak virüslere karşı, en hazırlıksız üyelerimiz kadar güçlüyüz. Bize coğrafya olarak ne kadar uzak olurlarsa olsunlar.     

‘’Hedefin Çin ekonomisi olduğu’’ iddiası ise küresel ekonominin doğası konusunda bir başka cehaletin göstergesi. Çin, üreticileri ve tüketicileri ile dünya ekonomisinin en önemli motorlarından birine dönüşmüş durumda. Çin ekonomisini yıkmanın, Çin’in tarihsel hasmı Japonya ve güncel rakibi ABD de dahil kimseye hiçbir faydası yok. Aksine hem onlar için hem de küresel ekonomi için bu bir felaket demek.    

Bütün bunların ışığında hala illaki bir komplodan söz edilecekse bunun, sorunlu devlet kültürünün, otorite tapıcılığının yol açtığı bir komplo olduğunu söylemek mümkün. 

Devlet memurlarının anayasaya, açık yasalara, mevzuata değil, sadece ‘’yukarıdan’’ gelecek talimatlara göre hareket edebildiği bir bürokratik işleyiş… Medyanın özgürce resmi açıklamaları sorgulayamadığı, gazetecilerin, basın toplantılarında devlet yetkililerine ‘ancak açık arayan bir hasmın sorabileceği’ soruları soramadığı, resmi yalanlardan oluşan bir enformasyon iklimi… Hukukun, hakları korumakla değil, düzeni korumakla görevli olmasının yol açtığı kamusal sorumsuzluk… Üniversiteleri, bilim insanlarını, bilimsel raporları küçümseyen bürokratik ve politik kadrolar… Halkına müreffeh ve kaliteli bir yaşamın zeminini kurmak yerine, bütün enerjisini, ‘’dünyanın hakimi olacağız’’, ‘’en büyük biz olacağız’’, ‘’liderimiz dünyanın lideri olacak’’ gibi çağdışı, iptidai, nasyonalist rüyalara harcamaya meyilli zehirleyici tarihsel saplantılar ve diğerleri… Bu devlet virüslerinin her biri belli düzeylerde de olsa Çin’de de mevcut.       

Çin devleti, 2003 SARS salgınından sonra gerekli dersi çıkardığı ve aynı hataların tekrarlamayacağı sözü vermişti. Buna rağmen, benzeri hataları yeniden yapmaktan kaçınamadı. Çünkü şeffaflık, devlet yönetiminin bunu yapma sözü vermesiyle oluşan bir şey değil, devlet yönetiminin halktan bir şeyi saklamaya cesaret edemeyeceği bir iklim ve kültürde oluşabilen bir şeydir. Yerel devlet ve parti yöneticileri, salgınla mücadele etmek yerine mesailerini parti toplantılarına, propaganda çalışmalarına harcadılar. İstediklerini yazmayan gazetecilere, örtbasa iştirak etmeyen doktorlara, bilim insanlarına düşmanlık sergilediler. 

Zamanında müdahale ve halkın desteğiyle kolayca kontrol altına alınabilecek bir salgının, halktan gizlenerek bütün ülkeye veya dünyaya yayılmasına neden olundu. Yüzlerce kişi hayatını kaybetmiş durumda. 6 Şubat itibarı ile korona virüsüne yakalandığı kesinleşen sadece Çin’de 25 binden fazla hasta var. Haftasonunda bu sayının en az iki katına çıkması bekleniyor. Bunların 3 binden fazlasının ise hayati tehlikesi bulunuyor. 

Weibo’da Çinli bir vatandaş, ‘’Devlet bizi korusun diye bütün haklarımızdan vazgeçtik. Ama bu nasıl bir koruma?’’ diye soracaktı. Çin sosyal medyası bugünlerde benzeri yoğun eleştirilerle ve kızgınlıkla dolu. 

Peki bu öfkenin bir sonucu olacak mı? 

‘’Sanmıyorum”, diye yazıyor karantina altındaki kentte yaşayan Ian Johnson. Günün sonunda, yine, ‘’devletin ve liderin kararlığı sayesinde virüse karşı zafer kazanıldığı’’ hikayesi hakim olacak ona göre. Kimse, aynı gücün salgının bu boyuta ulaşmasındaki rolünü konuşamayacak. Johnson, Çin toplumunun, büyük çoğunluğu itibarı ile, devletin doktrine ettiği ‘Çin’in nevi şahsına münhasır bir ülke olduğu ve demir yumrukla yönetilmesi gerektiği’ fikrini içselleştirdiğine dikkat çekiyor. 

Devlet yetkililerinin, ortaya çıkan bir virüsle mücadele yerine, virüs hakkında sosyal medya paylaşımları yapanlara, gazetecilere yönelmesinin ülkeye büyük maliyeti olduğu konusunda en ilginç itiraf ise Çin Yüksek Mahkemesinden geldi. Mahkemenin kıdemli ismi Tang Xinghua’nın, WeChat’taki sayfasında 26 Ocak günü, ‘Yeni salgın hakkında söylentilerle mücadele üzerine’ başlığıyla (link Çince) yayınladığı yorumda, ‘’Eğer kolluk güçleri söylentileri yayanları susturmak için bu kadar aceleci olmasaydı bugün bu hastalıkla mücadele konusunda çok daha iyi bir konumda olacaktık’’ eleştirisi oldukça sıra dışı bir çıkıştı. Şöyle yazdı Yüksek Mahkeme üyesi: 

‘’Eğer halk bu SARS söylentilerini zamanında duysa, panikle, daha erken maske takmaya başlayacak, toplu yerlerde bulunmaktan kaçınacak, söz konusu balık hali gibi yerlere alışveriş için gitmeyecekti. Bu tür ‘söylentilere’ daha hoşgörülü olmak gerekir’’. 

Bu itirafın, devletin, medya ve halkın internet paylaşımlarına karşı mücadelesinde çoğunlukla ön safta yer alan ve 2013 yılında bu tür söylenti suçları için 3 yıllık ceza içtihadını oluşturan en yüksek yargı organından gelmesi ise acı bir ironiydi.  

Koronavirüs salgını, özgür basın ve şeffaflığın, bir ülkenin güvenliğine tehdit olmak bir yana, güvenliğin gerçek garantisi olduğunu bir kez daha gösterdi. 

1971 yılında, Amerikan devletinin Vietnam Savaşı konusunda yıllardır halka yalan bilgi verdiğini ifşa eden Pentagon Belgelerini yayınlama mücadelesiyle, Vietnam Savaşının sona ermesinde rol oynayan Washington Post gazetesinin efsane editörü Ben Bradley, iki yıl sonra Watergate skandalı haberleri ile devlet başkanı Richard Nixon’un yalan söylediğini de ispatlayan haberciliklerini anlattığı 30 Mayıs 1973 tarihli ünlü mektubunda devletten özgür gazeteciliğin bu hayati varlık sebebine şu şekilde dikkat çekecekti: 

“Gerçeği yazdığı sürece, gerçeğin ortaya çıkmasının sonuçları hakkında endişelenmek gazetecinin işi değildir. Bir ülkeye, hiçbir gerçek, resmi yalanlar kadar tehlike oluşturamaz”. 

Hiçbir toplum için, devlet yetkililerinin örtbaslarından, resmi yalanlarından, gerçekleri halktan saklamasından daha büyük bir komplo olamaz.   

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz