Skip to content
Menu

Devletin birinci kuvveti

CEMAL TUNÇDEMİR

29 Nisan 2020

Amerika’daki kolonilerin temsilcileri, 1774 yılında Philadelphia’da gizlice bir araya geldiklerinde bu toplantıyı, o günlerde küresel politik literatürde pek kullanılmayan ‘kongre’ sözcüğü ile nitelediler. Latince, ‘birlikte’ anlamındaki ‘kon’ ve ‘ilerlemek’ anlamında ‘gre’ köklerinden oluşan bu terimi, neredeyse tamamı Antik Yunan ve Roma cumhuriyetleri hakkında son derece bilgili olan ABD kurucu babaları, ‘buluşma’ veya ‘toplantı’ anlamında kullanıyordu. 

İki yıl sonra 1776’da bağımsızlık ilanını hazırlayan heyet de kendisini bu kelime ile tanımlayınca, ‘kongre’, Amerikan siyasi literatürünün parçası oldu. 11 yıl sonra 1787’de yeni devletin şemasını tasarladıklarında da, yasama organına, İngiltere’deki gibi ‘parlamento’ demek yerine 10 yıllık geleneklerine sadık kalarak ‘kongre’ adı vermeyi tercih ettiler. 

İsimlendirme, İngiltere Parlamentosundan tek farklılık değildi. Çağın yaygın devlet şemasının çok ilerisinde bir tercihte daha bulundular. Yeni kurdukları devletin merkezine Kongreyi yerleştirdiler. Devletin amiral gemisi Kongre olacaktı. Nitekim, 1787 Philadelphia Anayasa Kurultayı müzakerelerinde de, sonraki süreçte de Kongre’yi ‘Birinci Kuvvet’ anlamında ‘First Branch’ diye andılar. 

Toplam 7 maddeden oluşan ABD Anayasasının birinci maddesi de işte bu yüzden, devlet başkanlığını değil, Kongre’yi düzenliyor. Vergi koyma, kanun ve yönetmelikleri yapma, suç ve ceza yaratma, ordu kurma, para çıkarma, kimlere vatandaşlık verileceğini belirleme, devletin bütün kurumlarına ödenek tahsis etme, bu ödeneklerin nasıl harcandığını inceleme, yürütme erkinin faaliyetlerini millet adına denetlemenin yanı sıra, başkanın seçtiği bütün bakan, büyükelçi, federal kurum idarecisi ve yargıç adaylarının atamasını onaylama gibi çok sayıda yetkiyi Kongre’ye verdiler. Yeni devlette ülkenin birliğinin sembolü de, milli iradenin tecelli makamı da, devlet başkanlığı değil, Kongre’ydi… 

Meclisin, bağımsızlık savaşını yönetip, kurup, çerçevesini çizdiği yeni Amerikan devleti, bu Meclisin, sistemin kalbi olduğuna farkındalığını, binasına bile hiçbir devlet binasına göstermediği özeni göstererek sergileyecekti. 4 Mart 1789’da ABD Anayasası resmen yürürlüğe girdikten sonra federal devlete yeni bir başkent inşa etme fikri oluştuğunda, yeni başkentin planına devletin en önemli binasıyla yani Kongre binasının tasarımıyla başlayacaktılar.

Kongre binası için, sonradan District of Columbia (DC) adı verilecek federal arazideki en yüksek yer olan Jenkin Tepesi seçildi. Fakat Kurucu Babalar, en yüksek tepeye inşa edilecek binaya ‘Kongre Binası’ adını yetersiz gördüler. Thomas Jefferson’un önerisiyle bu binaya ‘Capitol’ adı verilmesi benimsendi. ‘Capitol’, Latince ‘baş’, ‘kaynak’, anlamlarına gelen ‘kaput’ sözcüğünden geliyor. Yedi Tepe üzerine kurulu Antik Roma’da, kentin ve uygarlığın en önemli tapınağı olan Jüpiter Tapınağının bulunduğu en yüksek tepenin(Capitoline) adıydı. Kongre de, Amerikan devletinin kaynağı, zirvesi, aklı ve sembolüydü. 

ABD başkentine bugün de yolu düşeceklerin, kentin bir çok uzak köşesinden bile görebileceği şey, ABD Kongre Binasının yani ‘Capitol’un beyaz kubbesidir. 20’nci yüzyıl başına kadar Capitol’un kubbesinden daha yüksek bina inşası yasaktı. Günümüzde bile bu kubbeden yüksek sadece 5 yapı var. Capitol, ülkenin en önemli devlet kurumlarının etrafına dizildiği National Mall adlı park-bulvarın baş köşesindedir. Oldukça mütevazı bir bina olan ‘yönetici köşkünü (inşasından yaklaşık 100 yıl sonra Beyaz Ev diye adlandırılmaya başlanacaktı)’ görmek isteyenler, National Mall’un en uzak köşelerinden birine kadar yürümek zorundadırlar. Bu yaklaşık 2,5 kilometrelik mesafe bir tesadüf değildi. Anayasanın üzerine bina edildiği Kuvvetler Ayrılığı ilkesinin bir gereği olarak kasti bir tasarımdı. Örneğin, 20’nci yüzyılda Sovyetler Birliğinin meclisi olan ‘’Yüce Sovyet’’, Kremlin Sarayının içinde toplanıyordu. Bu meclisin, Sovyet liderlerinin isteğine aykırı bir yasama faaliyeti yapması imkansızdı.     

Her devlet, kendisine sembol olarak seçtiği bina ile karakterini sergiler. Demokratik ülkelerde devletin sembolünün, çoğunlukla parlamento binası, otoriter rejimlerde ise devlet başkanlığı binası olması tesadüf değildir. Harold Lasswell, 1979 tarihli ‘’Gücün İmzası: Binalar, Mesajlar ve Politika’’ adlı çalışmasında, ‘’inşa ettiği binaların ve imar planlamalarının, devlete egemen kültürün amacını ifşa eden şey’’ olduğunu yazıyor. Örneğin, sıradan halkın, muhaliflerin veya eleştirel medyanın hükümet başkanının makam odasına ulaşmasının kolaylık derecesini, bir yönetimin ne derece açık ve şeffaf olma niyetinde olduğunun önemli bir göstergesi sayacaktı. Lasswell, ‘mimari iletişim’ konseptine bu bağlamda bir başka örnek daha veriyor, Philadelphia Emniyet Müdürlüğü binası… Cam ve şeffaf bina, halkın giriş çıkışını çok kolaylaştıran birden fazla geniş kapıları ile, inşa eden şehir yönetiminin ‘şeffaflık’ niyetinin bir göstergesiydi. Ancak bir sonraki yönetim, bu kadar kolay erişilebilir ve görünür olmayı sevmediği için kapıların çoğunu kapatıp, camları da perdeleyecekti. Philadelphia polisinin bir çok tartışmalı uygulama sergilediği dönem olacaktı bu. 

Laswell’e göre devletin sembolü olan bina, devletin ‘ben’iydi. Ve bu ‘ben’in fiziksel ve işlevsel tasarımı, devletin, toplumu oluşturan ‘ben’leri ayrıştırma veya ortak yarara entegre etme gücüne sahipliğini belirleyen şeydi. İsviçre kantonları, iç savaşa son verip de İsviçre federal devletini kurduktan (1848) sonra ilk iş olarak Bern’de parlamento binasını inşa edeceklerdi. Federal Saray adlı bu meclis binası, ‘ülkedeki herkesin ortak binası’ydı ve ülkenin birliğinin, kantonlar arası kalıcı barışın sembolü oldu. Almanların da Bismarck’ın öncülüğünde nihayet birlik kurdukları 1871’den sonra inşa edecekleri ilk bina olan meclis binası (Reichstag), ülkenin birliğinin ve ortak yararının sembolü haline gelecekti. Reichstag’ın sembolik gücü o kadar yüksek ti ki, 1933’te kundaklanmasının Alman devlet aklına yaşattığı travma, Hitler’in kendisini kolayca tek otoriteye dönüştürmesine fırsat yaratacaktı.     

Amsterdam merkezli mimarlık ofisi XML’nin kurucu ortakları Max Cohen de Lara ve David Mulder van der Vegt, 2014-2016 yılları arasında Birleşmiş Miletlerin 193 üye ülkesindeki parlamento binalarını inceledikten sonra yayınladıkları ‘Parlamento’ adlı kitap, meclis binalarının şekli, lokasyonu ve en önemlisi ana kurul salonunun tasarımı ile o ülkedeki toplumsal ve demokratik düzen arasında yakından ilişki olduğunu tespit ediyor. Oturma düzeni bile Meclise yüklenen anlamı ifşa eder. Çünkü mekanların fiziksel özelliklerinin, insan davranışlarına etkisi çok üst düzeydedir. Örneğin, kütüphanelerde ve mabetlerde, bizden başka kimsenin olmadığına eminsek bile bir arkadaşımızla konuşurken oldukça düşük volümde konuşuruz. İngiltere Başbakanı Churchill de, 1943’te milletvekillerine Avam Kamarasının neden aynı şekli ile inşa edilmesi gerektiğini savunurken, ‘’Biz binalarımıza şekil veririz, binalarımız da bize…’’ diye konuşarak bu gerçeğin farkında olduğunu gösterecekti. 

Örneğin, doğrudan demokrasinin uygulandığı antik Yunan’da isteyen her vatandaşın katılabildiği meclislerin oturma şekli olan ‘yarım daire’ düzeninin, Fransız İhtilali ile yeniden yaygınlaşmaya başlaması tesadüf değil. Bu oturma düzeni, hem heyetin sadece kürsüyü değil, birbirlerini görmesiyle müzakereyi teşvik ediyor, hem de bir yüce heyetin(Meclisin) azaları oldukları duygusu telkin ediyor. Buna karşılık, örneğin, Rusya, Çin, Kuzey Kore gibi demokrasi endeksinde alt sıralarda yer alan ülkelerin parlamentolarında görülen ‘sınıf düzeni’ oturma şekli ise, gerçek otoritenin, milletvekillerine, bir sınıfta ders veriyormuş gibi kürsüden ideoloji ve politika dikte etmesi olanağı veriyor. Bu tür meclislerde müzakere olmaz. Üyelerin tek görevi, hatibin (liderin) konuşmasını dinleyip alkışlamak ve oylamada da istediği oyu vermekten ibaret.    

XML Raporunun bana en çarpıcı gelen bulgularından biri ise, meclisinin genel kurul salonunun büyüklüğü ile o ülkenin demokrasi endeksinde yerinin ters orantılı olmasıydı. Dünyadaki en büyük meclis genel kurul salonları, ironik olarak, demokrasisi en geri ülkelerde yer alıyor. Churchill, bu sonucu görebilse keyifle gülerdi muhtemelen. Çünkü o Alman bombardımanında yıkılmış Avam Kamarası salonunun tıpkı eskiden olduğu gibi aynı küçüklükte inşa edilmesinde ısrar etmişti. Oysa, meclisin bütün üyelerine yetecek kadar bile oturak yoktu. Sonradan gelenler oturumları ayakta takip etmek zorundaydı. Churchill’e göre, büyük bir meclis salonu, milletvekillerinin gözden kaybolmalarına, kendilerini önemsiz hissetmelerine ve hatta kıyıda köşede uyuklamalarına yol açardı. ‘’Gereksiz büyük bir salonda, her 10 oturumdan 9’u boş ve depresif bir atmosferde yapılır’’ diye konuşacaktı. Üstelik boş görünen bir salon çalışma hevesini de kaçırırdı. Küçük bir salon, ‘ivedilik’ ve ‘kalabalık’ hissi yaratarak, milletvekillerinde yasama faaliyetine bizzat katılma şevkini artırırdı. Onun önerisine kulak verildi ve İngiliz Millet Meclisi yani Avam Kamarası genel kurul salonu, 280 metrekarelik eski büyüklüğünde inşa edildi.    

 

(İngiliz Parlamentosu Halk Meclisi Genel Kurul salonu)

Yine parlamento binaları, adeta bir ulusal anıt gibi, o devletin anayasal düzeninde devamlılığının da çok önemli bir göstergesi kabul ediliyor. İngiliz Parlamentosunun mekanı olan Westminster Sarayı, 1941’de Alman hava saldırıları ile tahrip olunca, yeniden inşada, döşeme dekorasyonuna kadar, eski haline harfiyen uyulmasına ve hiçbir değişiklik yapılmamasına dikkat edilecekti. Politik bilimci Charles Goodsell’in 1988 tarihli ‘Parlamentoların Mimarisi ve Politik Kültür’ makalesinde aktardığına göre dönemin başbakanı Churchill, Meclis’in sadece işlevinin değil, bütün binasının da, İngiliz politik kültür mirasının vazgeçilemez bir parçası olduğunu vurguluyordu. Avam kamarasında, koltuklar, iki tribün arasındaki masa ve konuşmacıların konuşma talep başvurularını yerleştirdikleri ahşap kutuya kadar her mobilya bile, bombalamadan önceki halinin tıpkısı olarak yeniden yapıldı. Böylece, İngiliz demokrasisinin aynen devam ettiği vurgulanmış oldu. 

Öyle ki basit bir aksesuar bile ‘devamlılığın’ çok güçlü bir göstergesi olabilir. Örneğin, ABD Temsilciler Meclisinin ‘tören majörü (mace)’, 1812’de İngilizlerin ‘Capitol’u yakmasıyla tahrip olunca, yerine aynısı yeniden yapılacaktı. 178 yıl sonra hala Kongrenin açılış ve kapanışında aynı majör kullanılıyor. Senato’nun bir tören sopası yok ancak onlar da korumacılık konusunda diğer meclisten farklı değiller. Örneğin, Senato genel kurul salonunda senatörlerin oturduğu ahşap masalar ve koltuklar, 1819’da yapılmış masa ve koltuklar. Senatonun, daha işlevsel, daha konforlu, daha teknoloji dostu bir oturma mobilyası arayışı hiç olmadı.     

ABD Temsilciler Meclisinde, milletvekilleri dışında, ABD başkanı dahil kimse için ‘özel oturma’ alanı tahsis edilmiyor. İngiliz Parlamento geleneğinde ise Başbakan ve Bakanlar aynı zamanda milletvekili de oldukları için milletvekilleri ile aynı sandalyelerde oturuyorlar. Kraliyet ailesi üyelerinin ise Avam Kamarasına girmesi yasak. Çin gibi bazı otoriter ülkelerde ise yürütmenin, yasama üzerindeki gücü çok daha belirgin şekilde sergileniyor. Lider, bakanlar ve yönetici kadrosu, kürsünün olduğu sahnede ve yükseklikte yüzleri Meclise dönük olarak özel bir oturma bölümüne sahip. Onların arkasında da devletin sembolü, (Örneğin SSCB’de ‘Lenin portresi’ ve Çin’de ‘orak çekiç’) asılarak, devleti, hangi erkin temsil ettiği hatırlatılır.   

Meclis zemine ayak basmak ancak milletin izniyle olabileceği için parlamentolarda seyirci ve basın bölümü genellikle ikinci kat galerilerde olur. ABD’de ise, hem Temsilciler Meclisi genel kurulu hem de Senato salonun her ikisinden de bu galeriler, dört yanda da vardır. Yani, kürsünün olduğu tarafın arkasında da seyirci galerileri vardır. Kongrenin ‘demokratik doğasının’ bir gereği olarak bu şekilde tasarlanmıştır. Kongre çalışmalarının herkes tarafından ve her yönden denetime açık olduğunu sembolize eder. İngiltere Avam Kamarasının da dört yanında seyirci ve medya galerisi bulunur. 

Kongrenin anayasal yetkileri ve binası gibi elbette ki üyelerinin donanımı ve özgül ağırlığı da çok belirleyicidir. Amerikan Kurucu Babaların, Meclis dışında bir de Senato oluşturmasının amaçlarından biri de yasama faaliyetine entelektüel katkıyı garantilemekti. ABD eski başkanlarından James Buchanan, bir defasında, ABD Senatosunu, ‘dünyanın en muhteşem müzakere organı’ şeklinde tanımlayacaktı. 19’ncu yüzyılda İngiliz Başbakan William Gladstone da ABD Senatosunu, ‘modern politik tarihin en fevkalade organı’ olarak niteleyecekti. Kürsüde bir senatör olduğunda koltuklar doluyor ve herkes dinliyordu. Ardından farklı görüşler dile getirildiğinde de… 

Ancak, ABD Senatosunda veya Temsilciler Meclisinde günümüzde yapılan konuşmaların artık hiçbir önemi kalmış görünmüyor. C-SPAN kanalından izleyebileceğiniz bir senatör konuşması sırasında genel kurul salonunda en fazla 4-5 senatör bulunuyor. Konuşmaların, yasama faaliyetine etkisi de neredeyse sıfır. Kongre üyeleri, kendilerini devletin bağımsız bir erkinin üyeleri olarak değil, partilerinin bir uzantısı olarak görüyor artık. Daha hiçbir konuşma ve müzakere olmadan hangi oyu verecekleri belli. 

Günümüzde Cumhuriyetçi Partili milletvekillerinin kürsü konuşmalarının tek bir muhatabı var; Başkan Trump. Kürsüden ona ve politikalarına yaptıkları övgüleri veya onun en sevmediği insanlara yaptıkları aşağılamaları Trump’ın duyması Cumhuriyetçi konuşmacılar için yeterli. Çünkü, bir sonraki seçimde aday olup olmayacaklarına karar verecek kişi artık o. Tek bir tweet ile daha önseçimde politik kariyerlerini bitirebilir. O yüzden, gerçekte tek bir cümlesine inanmayacakları akıl almaz konuşmaları rahatlıkla yapabiliyorlar. Muhalefeti veya kamuoyunu, savundukları politikaya ikna etme kaygıları hiç yok artık.   

Demokrat Partili Kongre üyeleri de artık konuşmalarında Cumhuriyetçi meslektaşlarına değil, doğrudan sosyal medyaya hitap ediyorlar. Bu yüzden sosyal medyanın dikkatini çekecek, agresif veya duygusal manipülasyon yüklü bir üsluba yöneliyorlar. 

Böylece Kongre bir müzakere ve uzlaşma mecrası olmaktan çıkmış durumda. Çoğunluk grubu, sayısal çoğunluğuna dayanarak, bir gecede istediği düzenlemeyi geçirebiliyor artık. Oysa, ABD’nin Kurucu Babaları, kanun yapmayı kasti şekilde oldukça zahmetli bir işe dönüştürmüştü. Federalist Makalelerde bunun amacı, ‘teemmül’ olarak belirtilmişti. Yani, bir politikaya karar vermeden önce onu her açıdan etraflıca değerlendirmeyi garanti altına alma. Yine Federalist Makalelerdeki tanımla kürsüde, ‘aklın ılımlı sesi’ yankılanmalıydı. Federalist Makaleleri kaleme alan üç kurucu babanın, Alexander Hamilton, James Madison ve John Jay’ın, makalelerinde kullandıkları ortak mahlasın ‘Publius’ olması rastlantı değildi. Roma’da tiranlığı yıkıp Cumhuriyeti kuran dört senatörden biri olan Publius Valerius Publicola, kamu politikasında, bir kişinin anlık feveran ve hezeyanlarına dayalı ani kararlar aldığı işleyişe karşı, demokratik bir heyetin ‘’ağırbaşlı ve müteemmil karar alma sürecinin’’ savunucusuydu. Kamu Yönetimi profesörü Joseph Bessette ‘’Makuliyetin Ilımlı Sesi’’ kitabında, teemmülü, ‘’kamu politikasının kamusal yararı hakkında makuliyet zemini arama’’ olarak niteliyor. Ona göre, makuliyet zemini aramak ise, gerçeklere açıklık, müzakere adabı, aklına takılan soruları ve itirazlarını dile getirebilme özgürlüğü ve cesaretinin yanı sıra kendisinin de öğrenmeye ihtiyacı olduğunun bilinci ile mümkün olabilirdi.  

Günümüz Kongresinde ‘uzlaşma arayışı’ da, ‘bir yasa tasarısını bütün itirazları da dikkate alarak en yararlı şekle dönüştürme’ çabası da tarih öncesi çağlara ait davranışlarmış gibi eskide kaldı. Tek hedef, ‘bizim’ tasarıyı olduğu gibi geçirtmek veya ‘onlardan’ gelen her teklifi, önergeyi olduğu gibi engellemek. 1970’lerde bir yasa tasarısında parti sandalye dağılımına yakın oylamalar bile yüzde 60 oranındaydı. 20’nci yüzyılın büyük bölümünde ise bu orandan da azdı. Bu yüzden de, ‘’ABD Kongresinde, her kanun teklifinde yeni iki parti kurulur’’ tespiti yapılıyordu. Günümüzde ise parti çizgisine yakın oy dağılımları yüzde 100’e yaklaşmış durumda. Havadan sudan bir konuda bile partisi ile aynı çizgide oy kullanmayan milletvekili hemen ‘hain’ ilan ediliyor. 

Kongre üyelerinin birer kurşun askere dönüşmesi, Trump yönetimi ile başlamış bir sorun değil. Kongrenin 20’nci yüzyılda bazen zorunluluktan bazen gönüllü olarak gücünden aşama aşama vazgeçmesiyle gelinen bir son nokta.

Anayasanın birinci maddesine göre her türlü kanun ve yönetmeliği hazırlama yetkisi Kongrenin. Ancak, Kongre teknolojik ve sosyal gelişmeler sonunda bazı alanları uzmanlaştırmak zorunda kaldı. Örneğin, ilaçlarla ilgili düzenlemeler oldukça uzmanlık isteyen bir konu olduğu için Federal İlaç ve Gıda Dairesi kurarak bu alandaki düzenlemeleri yapma yetkisini bu kuruma devretti. Buranın yönetimini de Başkana bağladı. Böyle böyle, sonunda yürütme erkine bağlanan bir çok federal kurum oluşturuldu.  

Politika araştırmacısı Kevin Kosar’ın National Affairs’de aktardığı verilere göre, ABD Kongresi 2010’larda, yılda, çoğu basit değişikliklerden oluşan 50 kadar yasal düzenleme yapıyor. Başkana bağlı federal kurumların, getirdiği yeni kuralların sayısı ise yılda 4000’den fazla. Bunların 80-100 kadarının her birinin ekonomik etkisi 100 milyon dolardan fazla. Federal Kurumların tüm regülasyonlarının bir araya getirildiği Federal Regülasyon Düzenlemeleri kitabı 170 bin sayfayı buluyor. Kosar’a göre bu manzara, ‘’Federal kurumların, fiili olarak ülkenin temel yasama mercii haline geldiğinin göstergesi’’. Yasama gücü, halkın seçtiği milletvekili ve senatörlerden çıkarak, kimler oldukları, tam olarak ne yaptıkları, ilişkileri kamuoyunca bilmeyen bürokratların eline geçiyor. Bu da devlet kurumlarının yetkilerini istismarını son derece kolaylaştırarak, anayasal düzenin altını boşaltıyor. Örneğin, ülkenin teknik istihbarat kurumu Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), yasal sınırlarının çok üzerine çıkarak neredeyse bütün Amerikan vatandaşları hakkında bilgi depolayıp, fişleme yapabiliyor. Gelir Vergisi Dairesi, başkanın isteğine göre, muhafazakar çevrelerin veya solcu çevrelerin mali açıklarını aramaya daha fazla yoğunlaştığı olabiliyor. CIA’nin, Senato İstihbarat Komitesi çalışanlarının bilgisayarlarına girdiği anlaşılıyor.

1900 yılında federal hükümetin sadece 8 departmanı ve 135 bini postacı olmak üzere 230 bin çalışanı vardı. Federal kurum harcamaları, günümüzde 1975’tekinin 10 katına ulaşırken, Temsilciler Meclisi ve Senato’nun harcamaları ve Kongrenin personel sayısı 1975’tekinin yarısına gerilemiş durumda. Kongrenin yıllık harcama bütçesi 4,5 milyar dolar ki bu federal bütçenin yüzde 0.1’i bile etmiyor. 

Bazen de Kongre, kendi yetkilerinin elinden alınmasını seyredip tepki vermedi. Örneğin anayasaya göre savaş kararı almaya yetkili tek erk olma yetkisi… 1950’de Başkan Harry Truman, Kongre onayı aramadan oldu bittiyle Kore’de savaşa taşıdı ülkesini. Kongre bu yetki aşımına, ‘şimdi savaştayız’ diyerek yıllarca sesini çıkarmadı. Kongrenin bu sessizliği, sonraki 10 yılda Lyndon Johnson ve Nixon’un Vietnam Savaşına ‘fiili’ şekilde ülkeyi sokmasına zemin hazırladı. Ki bugün bile Vietnam Savaşının ABD’deki resmi adı, ‘asayiş faaliyeti’dir. Kongrenin bu durumu düzeltmek için 1973 yılında yaptığı düzenlemenin ise, Kongre tarihinin en aptalca yasalarından biri olduğu zamanla anlaşıldı. Güya, yasa ile ABD Başkanına, ülkeyi savaş sokma kararı almışsa bile, 60 gün içinde Kongre bu savaşı onaylamazsa, durdurma zorunluluğu getiriliyordu. Ancak, hiçbir Kongrenin, başlamış bir savaşı, halkın tepkisini göze alarak derhal bitirmesini isteyemeyeceği sonradan bir çok acı tecrübeyle anlaşılacaktı.  

1970’lerde Demokrat Partililerin, parti grup liderlerinin gücünü artırmak için Kongre komitelerinin özerk gücünü tırpanlaması da, Kongre üyelerinin özgül ağırlığına önemli bir darbe daha vurdu. 1990’larda Cumhuriyetçi meclis başkanı Newt Gingrich’in muhafazakar dalgası ile bu durum daha da perçinlendi. Newt Gingrich’in ‘kamusal harcamaları kısma’ takıntısını dillendirebilmek için Kongrenin bir çok giderini de kısması nedeniyle, Kongrenin kendi uzman araştırma kadroları tasfiye edildi, Kongre üyeleri yerinde araştırmalar seyahatler yapamaz hale geldi. Örneğin her hangi bir dış politika konusunda Kongre komiteleri artık ilgili ülkeye kendi heyetini gönderip birinci elden bilgi alamaz oldu. Beyaz Saray’ın sağlayacağı bilgiler ve gazete haberlerine mahkum hale geldiler. Senato da, 2007-2015 yılları arasında Senato çoğunluk lideri olan Demokrat Partili senatör Harry Reid döneminde, Cumhuriyetçi senatörlerin yasama faaliyetini engellemelerini zorlaştırma bahanesiyle yapılan değişiklikler, senatörlerin gücünü iyice azalttı. Senatörlere değişiklik önergesi verme limiti, tartışma süresi sınırı ile Senato liderinin istediği anda müzakereleri bitirip, nihai oylamaya geçme yetkisi kazandırdı. Senato, çoğunluk grubunun, yasama faaliyetinde, azınlıktaki partiye hiçbir etki şansı vermeme olanağı oluştu..  

Amerikan kurucularının, Anayasa yapılırken en büyük endişeleri, yürütme erkinin başının, yani başkanın, halkın desteğiyle yeni bir krala dönüşmesiydi. Bu nedenle Kongre anayasal olarak oldukça güçlü inşa edildi. Hatta Federalist Makalelerde, Kongrenin bu gücü sayesinde bir vakum gibi diğer iki erki de kendi uzantısına dönüştürebileceği bile itiraf edilecekti. Ancak, asıl korkularında haklı çıktılar. Yüzlerce üyesi olan Kongre, 20’nci yüzyılda adım adım gücünü ABD Başkanına bırakmaya başladı. Hızla, ‘seçilmiş krala’ evrilen ABD Başkanlığı, bir vakum gibi Kongreyi ve Yüksek Mahkemeyi kendi uzantısına dönüştürmeye başladı. Bunun, ABD’nin 230 yıllık anayasal düzenini, uçurumun kenarına getirdiği de ancak Trump’ın başkanlığı ile görülebildi. Trump’ın Kongreyi ve istediği kararları almayan mahkemeleri açıkça aşağılamasıyla…

Kongre, Donald Trump’ın, azil soruşturması sürecinde, hiçbir federal yetkiliye tanık olma izni vermemesine ve Kongrenin anayasal yetkilerini kullanmasını ‘darbe’ olarak nitelemesine sessizliği ile artık etkisiz bir erke dönüştüğünü kabullendi. Anayasal düzenin elini kolunu bağladığından yakınan Nixon bile, ‘’Meclis Adalet Komitesinin benden isteyeceği ekstra her bilgi için Beyaz Saray’da kendilerini ağırlayıp yemin altında ifade vermeye hazırım’’ diye konuşmuştu. 1998’de Kongre, Bill Clinton yönetiminden istediği her yetkiliyi huzuruna çağırabilmiş ve sorgulamıştı. Dahası, Gerald Ford, Abraham Lincoln ve Woodrow Wilson, ABD başkanı olarak, Kongre komitelerinin önüne gönüllü olarak bizzat gidip yemin altında sorgulanmaya razı olmuşlardı. Trump’tan önceki 6 başkan da Kongre’nin anayasal yetkilerine saygı göstermişlerdi. 

1990’larda keskinleşmeye başlayan kutuplaşma, Kongre üyelerinin, kendilerini Kongre üyesi olarak değil, partinin uzantısı gibi görme eğilimini güçlendirdi. Kongredeki partizan bölünmeyi son yıllarda her fırsatta daha da kışkırtan Trump’ın amacının ise, Kongre Demokratlarının alanını daraltmak değil bizatihi bir erk olarak Kongreyi devre dışı bırakmak olduğuna sıkça dikkat çekiliyor artık. Çünkü Kongrenin tamamen işlevsiz kalması, yürütme erkinin boşluğu doldurmasını kolaylaştırıyor. 

1993 yılında Kongre üyeliğinden ayrıldıktan sonra Harvard ve Princeton üniversitelerinde kamu yönetimi dersleri veren Mickey Edwards’ın da 2017 yılında dikkat çektiği gibi, ABD’de artık ‘kuvvetler ayrılığı’, devletin üç erki arasında bir ayrılığı ima etmiyor. Ona göre iki kuvvetin ayrılığı söz konusu: ABD başkanı, onun şahsına itaati herşeyden üste koymuş durumdaki Cumhuriyetçi kongre üyeleri ve Yüksek Mahkemedeki muhafazakar kanat bir kuvveti oluşturuyor; Demokrat Partililer ve onların Yüksek Mahkemedeki uzantıları da diğer kuvveti… 

20’nci yüzyılın önemli romancısı John Dos Passos, sonradan işlemedikleri kesinleşecek bir suçtan dolayı 1927 yılında idam edilen iki göçmen anarşist Sacco ve Vanzetti’nin idamının durdurulması için gösterilere katıldığında tutuklanmasından sonra, ‘’kabul edelim ki artık iki ülkeye bölündük’’ diye yazmıştı. ‘Bizden olmayana’ her türlü kötülüğe, bizden olanın her türlü hukuksuzluğuna razı olmak ilkeleri öldürür, ilkelerin ölümü ise birlikte yaşam idealini…     

İki ayrı ülkeye bölünen bir ülkede, bu yüzden, kurumsal düzenin işlemesi mümkün değil. Trump gibi kifayetsiz birinin halk desteğine sahip olabilmesi için tek ideal atmosfer bu. Çünkü bu ‘olma/ölme’ psikolojisinin empoze edildiği sosyal atmosferde, halkın diğer yarısını düşman gören destekçileri, sonuçta ‘ölmeyen taraf’ olma içgüdüsüyle, hazzetmeseler bile Trump’a sürekli destek vermek zorunda kalacaklar.    

Trump seçildiğinde, ‘’bir demokrasiye, sürekli yalan konuşan, cahil, psikolojisi sorunlu, hiçbir konuda etik veya yasal sorumluluk hissetmeyen, başkanlığın yetkilerini, finansal veya politik çıkarları için pervasızca kullanmak isteyen; denetim, yargı bağımsızlığı, medya özgürlüğü, özgür üniversite, şeffaflık, seçimlerde devlet imkanlarını kullanamamak gibi demokrasinin olmazsa olmaz konseptlerini yok etmeye hevesli bir devlet başkanından daha büyük bir tehdit ne olabilir?’’ endişesi sıkça gündeme gelmişti.

Trump’ın, azil soruşturmasından beraat ettiği 6 Şubat 2020 gününden beri bu sorunun korkutucu bir yanıtı var;  

Böylesi bir başkanın bütün bunları yapabileceğini, Kongrenin kendisini durduramayacağını görmesi.

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz