Skip to content
Menu

Özgürlüğün birinci kanunu

CEMAL TUNÇDEMİR

16 Şubat 2022

İfade özgürlüğünün tarihine bir yolculuk-4

5 Temmuz 1687 günü Londra’da bir kitap yayınlandı. Sayfaları yeni bir tür matematik formülleriyle, az kişinin bildiği telaffuzu zor referanslarla, şemalarla dolu bu kitap, üstelik de Latince yazıldığı için popüler bir kitap olmaya çok uzak bir adaydı. Kitaptan haberdar olanlar da ‘‘belki Cambridge çevrelerinde birkaç meraklısı çıkar, sonra unutulur gider’’ diye bakıyordu. Hatta kitabın yayınlanmasını takip eden haftalarda, yazarı yanlarından geçerken Cambridge Üniversitesinin bir öğrencisi, ‘‘İşte yazdığı kitaptan ne kendisi ne de bir başkası hiçbir şey anlamayan bir yazar gidiyor’’ diye laf atacaktı. 

Isaac Newton’un, hareketin üç kanunu ve evrensel kütle çekimini matematiksel olarak açıklayan “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri” kitabının (sonradan bilim çevrelerinde kısaca ‘Principia’ diye anılacaktı) sadece felsefenin evren anlayışında değil, Avrupa zihniyet dünyasında da önemli bir dönemeç olduğunun henüz pek kimse farkında değildi. Newton ne Aristotelyan öncülleri ne de Kartezyen (Dekartçı) çağdaşlarının gitmediği bir yoldan gidiyordu. Antik çağlardan beri mücerret kullanılan ‘kuvvet’, ‘ivme’, ‘kütle’ gibi kavramları, ölçülebilir, niceliksel değerlere dönüştürmüştü. 

Newton kitabını yayınladığında hala Cambridge’te profesördü. Mezun olduğu üniversitede, 18 yıl önce 1669’da daha 26 yaşında matematikte ‘Lucasian’ profesörü payesinin ikinci sahibi olmuştu (Akademi tarihinin en prestijli payelerinden biri olacak Lucasian Profesörlüğüne bugüne kadar 19 profesör sahip oldu. 17’nci Lucasian Profesörü ise 1979-2009 yılları arasında Stephan Hawking’di). 

Principia, Newton’un ilk ezber dışına çıkışı değildi. 1672’de ilk kez Kraliyet Bilimler Cemiyetine yazdığı bir raporda üzerinde çalışmaya başladığı optik biliminde de (30 yıl sonra daha derli toplu şekilde yayınlayacaktı) benzeri bir yeni bakış getirerek dikkatleri çekmişti. Antik Yunan’dan beri optik ile ilgilenen filozofların tamamı görüşe (vision) odaklanmıştı. Newton, ışığa odaklanarak bu gözlem bilimini yepyeni bir aşamaya taşıyordu. 

Üniversitede yaklaşık 30 yıl boyunca profesör olarak kalacak Newton, popüler bir hoca değildi. Haftada bir verdiği derslerinin çoğuna tek bir öğrenci bile katılmıyordu. Kendisi de ders anlatmaktan hiç hazzetmiyor, daha çok, sonradan ‘Principia’nın konusu olacak alanlarda araştırmaya, okumaya, düşünmeye yoğunlaşmayı tercih ediyordu.    

Newton’un arkadaşı, astronom ve fizikçi Edmond Halley’in 1684 yılında, yıllardır konu üzerine kafa yorduğunu bildiği Newton’a kütle çekimin yörüngelere etkisi konusunda akıl danışması bir dönüm noktası olmuştu. Newton, bu konuda açıklayıcı bir fasikül yazarak ertesi yıl arkadaşına gönderdi. Gök cisimlerinin hareketleriyle ilgili genel kabullerin dışındaki bu açıklamalardan etkilenen Halley’in, Newton’a bu konuyu daha etraflı yazması ısrar ve teşviki ile iki yıl sonra Principia doğmuştu. 

Edmond Halley, 15 yıl sonra Newton’un bu kitabındaki hareket kanunlarını kullanarak M.Ö 3. yüzyıldan beri astronomların bazı kuyruklu yıldızlarla ilgili tuttukları kayıtların farklı kuyruklu yıldızlara değil, belli periyotlarla Dünya’nın yakınından geçen aynı kuyruklu yıldıza ait olduğunu gösterecek ve bu keşfinden dolayı da söz konusu kuyruklu yıldıza onun adı (Halley) verilecekti. 

Principia’nın yayınlandığı günlerde İngiltere bir kez daha taht ile Parlamento arasında kalmış ve karışmaya başlamıştı. 1640’larda parlamentoya karşı monarşi yanlısı orduda savaşırken ölen babasının aksine Newton, Parlamentocuların safındaydı. Hollandalıların yardımıyla Kral İkinci James’ı devirecek Şanlı Devrimi aktif olarak desteklemiş ve 1689 yılında Parlamento’ya Cambridge milletvekili olarak girmişti.  

Topluluklara hitap etmeyi sevmediği için iki yıl sürecek milletvekilliği döneminde sadece tek bir kez söz almış, o konuşması da ‘cereyan yaptığı için pencerelerin kapatılması’ isteğinden ibaret olmuştu. Bununla beraber, Parlamento’nun tahta karşı yetki ve gücünü net şekilde tesis etmesini en gür isteyen isimlerinden biriydi. Günümüze kadar İngiliz devlet sisteminin Magna Carta ile birlikte temelini oluşturacak Haklar Bildirgesinin hazırlamasındaki yönlendirici ve imzacı milletvekillerinden biri de Newton’du. 

Şanlı Devrim sonrasında yıllardır sürgünde bulunduğu Hollanda’dan ülkesine geri dönen John Locke, henüz fazla kimsenin önemsemediği dönemde Principia hakkında olumlu şeyler yazarak, Newton’un çalışmasının ilk kez Cambridge dışında da dikkat çekmesine yol açmıştı. Newton’un milletvekilliği yıllarında ilk kez şahsen tanışacak ikili arasında, sadece bilimsel değil, politik ve dini birçok konuda da birbirlerinin düşüncelerini etkileyecekleri bir yakınlık başlayacaktı. 

Newton, John Locke’ın da teşvikiyle 1690’ların ortasında, 30 yılını geçirdiği Cambridge’ten Londra’ya taşındı. Burada en kudretli koltuklardan biri olan Darphane Başkanlığına getirildi. 1703 yılında ise dünyanın ilk ulusal bilim enstitüsü de olan Kraliyet Bilim Cemiyetinin başkanıydı artık. Newton’un Londra yılları ve Kral Birinci George dönemi, İngiltere’de tahtın politik gücünü iyice yitirmeye ve parlamenter kabine sisteminin pekişmeye başladığı dönem olacaktı.

İlk yayınlandığında fazla destek görmeyen Principia’nın 1713’teki genişletilmiş ikinci baskısı ise bilim çevrelerinde nihayet hak ettiği ilgiyi görmesine neden olacaktı. Öyle ki, ‘Newtonian bakış’ tartışmasına, Newton daha ölmeden, İngiltere ve Kıta Avrupası’nda katılmayan önemli felsefeci kalmayacaktı.   

Kral Birinci George ve Newton aynı yıl, 1727 yılında öldüler. Sadece kral ve kraliçelerin toprağa verildiği Westminster Abbey’de defnedilen ise Newton oldu. İlk kez Kral ve Kraliçe olmayan biri burada defnediliyordu. Sonradan, Charles Darwin, Charles Dickens gibi çok önemli aydınlar da onunla aynı yerde toprağa verilecekti. 

Newton’un mezar taşı yazısını ise dönemin en önemli şairi Alexander Pope yazacaktı: 

‘'Nature, and Nature’s Laws lay hid in Night;
God said, Let Newton be! and All was light.’’
''Doğa ve Doğanın Kanunları gecenin karanlığındaydı
Tanrı, Newton’a ‘ol’ dedi! Ve artık her şey aydınlıktaydı'' 

Isaac Newton’un 27 Mart 1727 günü Westminster’da yapılan cenaze törenindeki kalabalığın içinde, tarihin en fazla anacağı isimse bir yıl önce İngiltere’ye sürgün geldikten sonra Newton’un çalışmalarına merak salmaya başlamış Fransız yazar François-Marie Arouet’ti. ‘‘Halkı tarafından çok sevilen bir kral gibi toprağa verildi’’ diye yazacaktı Newton’un arkasından. 

Sonraki yıllarda Newton’un kitabının ve çalışmalarının önemine dünyanın dikkatini çekecek kişi henüz 33 yaşındaki bu Fransız yazar olacaktı. Londra’dan, hala Kartezyen (Dekartçı) görüşün etkisi altındaki Paris’e taşıdığı fikirlerle önce ülkesi Fransa ve 18’nci yüzyıl Avrupa’sının devrimsel bir değişim yaşamasına önayak olacak Arouet, İngiltere’ye sürgüne gelmeden kısa süre önce yazı mahlasını ‘Voltaire’ olarak değiştirmişti. 

21 Kasım 1694 günü, Fransız aristokrasisinin en alt tabakasındaki bir hazine memurunun oğlu olarak dünyaya gelen Voltaire, daha genç yaşında yazma tutkusuna kapılmıştı. Eleştirel mizahi üslubu ile, kısa sürede Paris yüksek aristokrasisinin dikkatini çekecekti. Voltaire, daha ergenlik çağında resmi ve toplumsal kabulleri sorgulamasız benimseyecek bir karakter olmadığını göstermişti. Muhafazakar babasının, terbiye edinmesi için Fransa’nın Hollanda elçisinin yamağı olarak gönderdiği Hollanda’da, bir Protestan kızla aşk yaşaması koyu Katolik ülkesinde fırtınalar koparınca, gerisin geriye gönderilmişti. 

Voltaire’in başka inançtan sevgili ile skandala neden olduğu yıl, 72 yıldır ülkenin kralı olan 14’ncü Lui’nin de öldüğü yıldı. Bu sıradan bir ölüm değildi. Fransa’da gücü merkezileştirmeyi başararak ülkeyi Avrupa’nın en güçlü devletlerinden birine dönüştüren 14. Lui, Rönesans ve Reformasyon sonrası dönemde feodal beylerin yok edilmesiyle yükselen mutlakiyetçi krallar çağının sembol ismiydi. 

İngiltere’nin parlamentocularla kralcılar iç savaşı, Alman coğrafyasının feodal prensliklerin iç savaşlarının sahnesi olması, gücü merkezileştirmeyi başaran 14. Lui’nin, Fransa’yı, diğer Katolik imparatorluk İspanya ile beraber Avrupa’nın en güçlü ülkesi haline getirmesini kolaylaştırmıştı. Ancak, 14. Lui, karşısında frenleyici hiçbir güç kalmamasının doğal sonucu olarak, devlet gücünü merkezileştirmenin ötesine geçerek şahsileştirecekti. ‘Devlet, benim!’ sözüyle ünlenecek megalomanyak ve narsist bir despottu. Dönemin ünlü hatırat yazarı Saint Simon, ‘‘Hayatta hiçbir şey, kendisine yapılacak övgüler kadar ona zevk vermiyordu. Daha doğru ifadeyle açık yaltaklanma kadar. Yalakalık ne kadar bayağı ve kabaca yapılırsa o derece daha fazla haz alıyordu’’ diye yazacaktı. 

Bu kendine hayran despotun, insanlığa mirası ise lüks ve şatafatın sembolü ‘Versaille Sarayı’ olacaktı. Fransız kralların Paris’in dışında yazlık av barınağı olan birkaç odalı Versailles Konağını, hepsi muazzam lüksle tefriş edilmiş yüzlerce daireli, binlerce odalı ve onlarca büyük parti ve gösteri salonu olan dev bir saray kompleksine dönüştürdü. Kendisine, Antik Yunan Güneş tanrısı Apollon’a atıfla ‘Güneş Kral’ dedirten bu müsrif ve gösterişçi kral, tarih boyunca benzeri görülmemiş bu ihtişamlı sarayı, bahçelerinden havuzlarına ve bina tasarımına kadar tamamı ile şahsını merkez alacak şekilde inşa ettirdi. Kompleks içindeki yüzlerce apartman kompleksine arkadaşlarını ve Fransız aristokratlarını yerleştirerek hepsini kendi kontrolüne aldı. 20 bine yakın asil, hiçbir iş yapmadıkları bu sarayda can sıkıntısı ile oldukça lüks ve çılgın eğlencelerle vakit geçirmeye başlayacaktı. 

Bütün bu ihtişamlı yükün ve yine sırf yerel kralları şahsına bağlamak adına birçok Avrupa sarayına yağdırdığı rüşvetlerin bütün faturasını vergileriyle ödeyen Fransız halkı ise, biraz yerel derebeylerin baskısından kurtulmanın rahatlığı biraz da içerideki ihtişamdan henüz habersiz olmanın da etkisiyle uzunca bir süre, bu sarayı ülkelerine itibar kazandıran bir yer olarak görecekti. 18’nci Yüzyılda yaşamış tarihçi Louis-Sebastien Mercier’in aktardığına göre o günlerde bir Parisli burjuva bir İngiliz ile konuşurken, ‘‘Sizinki de kral mı? Döküntü bir mekanda acınası bir ikamet yaşıyor. Bir de bizimkine bakın, Versailles’da yaşıyor’’ diye övünecekti. 

Tony Spawforth’un ‘’Sarayın Biyografisi’ kitabında aktardığına göre ise, ancak Fransız devriminden önceki birkaç on yılda sarayın bu şatafat ve israfına karşı rahatsızlık da büyümeye başlayacaktı. Örneğin, Argenson Markizi, bu sarayı, ‘‘Doğu sultanlarının şatafatlı hükümdarlığını Fransa toprağına taşıyan yer’’ olarak nitelendirecekti.  

Hollandalı sanat tarihçisi Tea Gudek Snajdar ise Lui’nin, Paris’in 20 kilometre batısındaki Versailles Sarayı ile, ‘‘şahsının, o izin vermedikçe erişilemez, dokunulamaz, mutlak hükümdar olduğu’’ mesajı verdiğine dikkatimizi çekiyor. 

Versailles Sarayı’nın bu mesajı ve ihtişamı, bütün Avrupa monarklarını derinden etkileyince kıtada çok geçmeden ‘’ihtişamlı saraylar çağı’’ başlamıştı. Avrupa’nın her krallığı, Versailles taklidi dev saraylar inşa etmeye başlayacaktı. Rus Çarı Birinci Petro bile modernleşme ve batılılaşma reformlarına St Petersburg’da Versailles mukallidi saray inşasıyla başlayacaktı. Saray, dinde, devlette, toplumda tekliğin ve birliğin sembolü gibi algılanıyordu artık. Din de devlet de toplum da aslında tek bir sarayın bekası için, saray ise tek bir insanın bekası içindi. 

İşte çoğu tarihçi, bu şahıs merkezli iktidarı ve sarayı ile Mutlakiyet Çağının sembolü olan 14. Lui’nin öldüğü 1 Eylül 1715 tarihini, Aydınlanma Çağının başlangıcı olarak görüyor. Bununla beraber, Principia’nın yayınlanmasını veya İngiliz Kraliyet Bilimler Akademisinin 1662 yılında kuruluşunu aydınlanma çağının başlangıcı olarak görenler de var. 

İngiltere’de kıvılcım alan Aydınlanma, İskoçya, Almanya gibi coğrafyalarda da kendine özgü aydınlanma akımları tetikleyecekti ama hiçbiri Fransız aydınlanmasının ulaştığı etki gücüne ulaşamayacaktı. Fransız aydınlanma hareketinin merkezindeki isim ise Voltaire olacaktı. O yüzden aydınlanma yüzyılı, ‘Voltaire Çağı’ diye de anılıyor.    

14. Lui’nin yerine tahta geçecek torunu 15. Lui henüz 5 yaşında olunca Fransa’yı Orleans Dükü Philippe, kral naibi olarak yönetmeye başlamıştı. Prens Philippe, Fransa’nın kaderini değiştirecek çok önemli bir stratejik değişikliğe gidecekti.

Katolik olmamalarına aldırmadan, İngiltere, Hollanda gibi demokrasi, hoşgörü ve çoğulculuk açısından oldukça ilerlemiş ülkelerle ittifak yolunu seçti. Tıpkı insanlar gibi ülkelerin de ne tür ülkelerle dostluk yaşayıp ittifak kurdukları, devlet karakterlerini şekillendiren çok önemli bir faktör. 

Kendinden daha özgür ülkelerle yakınlaşmanın doğal sonucu olarak Philippe’in, filozoflara, yazarlara ve sanatçılara kısmen özgürlük alanı açan yaklaşımları, Paris’i yaratıcı, mucit ve kaşif zekanın çekim alanı yapacaktı. Sonraki birkaç on yıl, kısmi bile olsa yazı, sanat ve düşünce üzerindeki baskının gevşetilmesinin bir ülkenin kaderini nasıl hızlıca değiştirebileceğinin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. 1700’lerin ortasına kadar Fransa’da okur yazar oranı iki katına, basılan kitap sayısı üç katına ulaşacaktı. Gazete sayısı üç gazeteden yüzlerce gazeteye çıkacaktı. Bu düşünsel ve yaratıcı canlanmanın tetikleyeceği üretim, kısa sürede Fransızcayı önce Avrupa’nın ardından dünyanın uluslararası dili haline getirecekti. 

Fakat bu hızlı değişim, aynı zamanda, koyu Katolik Paris’i, muktedir tutucu güçleri ile bu yeni yazar ve sanatçılar arasında büyük bir zihinsel mücadelenin ana sahnesi haline de getirecekti. Saray ve kilise ittifakının eriyen hakimiyetlerini muhafaza paniği, devrin bütün yazarları, bilimcileri, sanatçıları için meşakkatli bir mücadeleden başka bir seçenek bırakmıyordu. Yolu hapisten, sürgünden, yasaklardan geçmeyen yazar, düşünür neredeyse kalmayacaktı. Bununla beraber yasaklanan kitapları, gizlice basacak yayınevleri mutlaka çıkıyordu. Yasaklı kitap ve gazeteleri okumaktan korkmayacak bilinçli bir okur kitlesi de oluşmuştu.  

Voltaire ise, bütün bu ifade özgürlüğü kavgasının merkezindeki sembol isim olacaktı. Daha 20 yaşındayken, yani Hollanda’dan geri gönderildikten bir yıl sonra 1716’da Fransa’nın kral naibi olan Orleans Dükü Philippe hakkında ensest benzetmesi yapan satirik şiiri yüzünden ünlü Bastille Hapishanesi ile ilk kez tanışmıştı.   

Brancas Dükü’nün ricasıyla serbest kalıncaya değin Bastille’de 11 ay süren hapsi sırasında yazdığı Oedipus adlı trajedisini (Voltaire adını kullandığı ilk eseri) hapisten çıkar çıkmaz 1717’de yayınladı. Yayınlanır yayınlanmaz Fransa Devlet Tiyatrosu bu eseri sahne repertuarına aldı ve 1718’de sahneledi. Fransa’nın entelektüel açıdan içine girdiği çelişkili iklimin tipik bir göstergesi olarak, hapishanede yazılmış bu eserin açılış sahnesini, yazarının hapse girmesine neden olan Orleans Dükü de izleyecek ve akabinde Voltaire’i tebrik edecekti. Eser o kadar ilgi görecekti ki İngiltere Kralı 1. George bile Voltaire’i madalya ile ödüllendirecekti. Voltaire artık Fransa’da ve İngiltere’de tanınan bir yazardı.

Bu üne rağmen yazdığı eserlerin çoğu sansürü geçip basım izni alamıyordu. Başlangıçta, Avrupa basım dünyasının özgürlük ülkesi Hollanda’ya sık sık giderek eserlerini orada bastırıyordu. Bu ziyaretlerinde, Hollanda devlet ve toplumunun farklı inançlardan insanlara hoşgörü ve açıklığından etkilenecekti. 

1726 yılında bir partide, saraya çok yakın aristokrat bir ailenin şövalye oğlunun hakaretine, ‘‘ben, senin gibi soyadının büyüttüğü biri değilim, kendi soyadını büyüten biriyim’’ diye başlayacak yanıtıyla meydan okuyarak düelloya davet etti. Bu, sadece şahsi bir aşağılama değil, asaletin sosyal ve yasal bir norm olduğu ülkede politik bir meydan okumaydı aynı zamanda. Saray, onu yargısız olarak yeniden Bastille hapishanesine attırdı. Süresiz mahpus kalmakla sürgün dışında bir seçeneği olmayacağı söylenince Voltaire’ın İngiltere sürgünü başlayacaktı.

Newton’un cenazesine de katıldığı Londra sürgün yılları, Voltaire’in bütün düşünce yapısını yeniden şekillendirecekti. Alexander Pope, Jonathan Swift gibi büyük edebiyatçılar ve ülkenin hem Whig (liberal) hem de Tory (muhafazakar) kanadından önde gelen politikacı ve aristokratlarıyla dostluklar kurdu. Henüz Kıta Avrupasında tanınmayan Shakespeare’in oyunlarını keşfedecek ve tesirinde kalacaktı. Londra’da düşüncesini şekillendirecek en önemli şeylerden biri ise 22 yıl önce ölmüş John Locke’ın fikirleriydi. Locke’ın, bireyin devletten önce var olan ve devletin asla karışamayacağı doğal haklar vurgusuyla ‘sınırlandırılmış (anayasal) devlet gücü’ fikrinden çok etkilendi. 

Bunun yanı sıra, aristokratların da vergi vermek zorunda olması da tesirinde kaldığı bir başka konuydu. Ve elbette ki, öndenetim ve yayın izni yasasının yeniden uzatılmadığı 1695’ten beri İngiltere’nin fiilen sahip olduğu ifade ve inanç özgürlüğü de hayran kaldığı bir durumdu. 

Voltaire’in Londra’da tanıştığı isimlerden biri de Newton’un yeğeni Catherine Barton’du. Catherine ona, dayısının, Principia üzerinde çalışmaya başlamasının pek bilinmeyen ilham öyküsünü aktaracaktı. Onun aktardığına göre, Cambridge Üniversitesi, 1665 yılında başlayan virüs salgını üzerine kapılarını iki yıllığına kapatıp öğrencilerini evlerine yolladığında, Newton da annesinin yanına dönmüştü. İşte bu zorunlu pandemi tatilinin sürdüğü 1666 yılında Newton, annesinin bahçesinde günlerini geçirirken, elma ağacından düşen elmaların düşüş şekilleri, kütle çekimi hakkında düşünmeye başlamasına yol açacaktı. 

Günümüzde her ne kadar Newton’u felsefe tarihinden çok bilim tarihinde görsek de kitabının da adından anlaşılacağı gibi Newton’un çağında bu ayrım henüz başlamamıştı. Cambridge Üniversitesi Felsefe Profesörü William Whewell’ın, 1833 yılında İngiliz Bilimsel Terakki Cemiyetinin toplantısında, ‘’nasıl ki art icracılarına artist diyorsak ‘science (bilim)’ icracılarına da ‘scientist’ diyelim’’ sözleriyle literatüre kazandırmasına daha çok vardı. Newton gibi deneysel bilimlerle ilgilenen düşünce adamlarına ‘doğa felsefecileri’ deniyordu. 

O günlerde bütün doğa felsefesi, Newton henüz 8 yaşındayken ölmüş Descartes’ın felsefesine dayanan rasyonalist Kartezyen (Dekartçı) bakış eksenindeydi. Örneğin evrende maddi boşluk yoktu ve bizim boşluk olarak gördüğümüz karanlık da aslında bir maddeydi (esir maddesi). Gökcisimlerini bu akışkan madde taşıyordu. Yani bir gökcismini bir başka gökcisminin etrafında dolandıran şey, onu da iten diğer bir maddi kuvvetti. Düşen elma ile yer arasında bir maddi bağ olmadığını gören Newton, birbirini yönelen iki cismin birbiri ile bağını bir maddenin değil, gizemli bir çekim gücünün sağladığını düşünmeye başlayacaktı. Binlerce yıl türümüzün gözünün önündeki basit bir gerçeğin ilhamı ve kendisine kadar olan bilimcilerin birikimlerinden beslenerek gökyüzüne yeniden bakıyordu. İşte bu ilhamın tetiklediği merak, araştırma, okuma, tefekkür, gözlem dolu 21 yılın meyvesi Principia olacaktı. 

Voltaire, bu anekdotu önce 1727 yılında yazdığı Epik Şiir Üzerine Bir Deneme’de, ”Sir Isaac Newton, bahçesinde yürürken ağaçtan düşen elmaları görünce, ilk kez kütle-çekim sistemi hakkında düşünmeye başladı’’ diye yazdı. Anekdotu, 1733 yılında yazacağı daha popüler kitabı İngilizler Hakkında Felsefi Mektuplar’da tekrar edince bilim tarihinin en ünlü anekdotu doğacaktı. Newton’un ölümünden 40 yıl sonra İngiliz yazar Isaac D’Israeli, Voltaire’ın ünlendirdiği bu anekdotu, ‘Newton’un kafasına elma düşünce yerçekimini keşfetti’’ şeklinde yazınca da bilim tarihin en ünlü uydurma anekdotuna dönüşecekti.   

Newton’un evren kuramı ve fizik bilimi çalışmaları Voltaire’e yepyeni bir zihinsel evren açmıştı. Çok yeni bir şeyle karşı kaşıya olduğumuzun farkındaydı ama bunu etraflıca kavrayabilecek, açıklayabilecek matametiksel bilgiden hala yoksundu. İki buçuk yıllık sürgünden sonra mutlakiyetçi Paris’e dönmesine izin verildiğinde, heybesinde İngiliz parlamenterizmi ve basın yayın özgürlüğüne hayranlık; John Lock’un farklı inançlara hoşgörüsünden esinlendiği laiklik anlayışı; pür rasyonalist Dekartçı Paris’te skandala yol açacak ölçüde de deney ve gözleme dayalı Newtonian rasyonalizmi taşıyordu. 1733’te yayınlayacağı İngilizler Hakkında Felsefi Mektuplar’da, Newton’un, İskender, Sezar, Timur veya Cromwell gibi nice büyük liderden daha büyük bir isim olduğunu savunarak, ‘‘İnsanların aklına hakikatin gücüyle yön vermeyi başaran’’ Newton’un, ‘‘bütün marifetleri, kendi hemcinslerini fiziki kuvvetle köle etmekten ibaret bu karikatürize zayıf karakterlerden’’ daha fazla saygıya layık olduğunu yazacaktı. Hükümdar eksenli tarih okuma zihniyetinden radikal bir sapmaydı.  

Sarayın ve kilisenin katı yasaklar ve yoğun propagandayla oluşturmaya çalıştıkları aksi yöndeki illüzyonuna rağmen, Voltaire’in tasvir ettiği İngiltere, Fransa’dan çok daha insani, özgür ve ileri bir düzene sahipti. Bu başarılarında ise iki faktör önemli rol oynuyordu. İfade özgürlüğü ve dinsel çoğulculuğa hoşgörü. 

Katolik inancı dışında bir inançtan övgüyle bahsetmenin vatana ihanet gibi algılandığı bir iklimde, İngiltere’deki inanç çoğulculuğuna olumlu örneklerle dikkat çekiyordu. Mesela o yıllarda görece yeni bir mezhep olan (yakın zaman sonra Yeni Dünya’da Pennsylvania kolonisini kuracaklardı) Quaker (Kuveykır) mezhebine, hiciv-övgü karışımı tam dört mektup ayırıyordu. 

Örneğin bir mektubunda, Kuveykır mezhebinin dini buluşmalarında, istisnasız herkese konuşma imkanı verilmesinin onda nasıl merak uyandırdığına tanık oluyoruz. Çoğunun konuşmasının geveleme ve içeriksiz olmasına rağmen yine de ısrarla herkesin dinlemeye devam etmesi dikkatini çekecek Voltaire, bunun sebebini sorduğu bir Kuveykır’dan, ‘‘İnancımız gereği ne konuşursa konuşsun, nasıl bir dinleme zahmeti yaşatırsa yaşatsın konuşanın konuşmasını dinlemek zorundayız. Çünkü hiçbir insanın, bir başka insanın konuşmasından hikmet esintisi mi yoksa ahmaklık mı çıkacağını önceden bilmesi mümkün değil. Bu belirsizlik inancımızdan dolayı da ayrımsız herkese konuşma olanağı veriyoruz. Hatta kadınlara bile…Tanrının hakikatleri sadece tam bir özgürlük ikliminde tecelli edebilir’’ yanıtı alacaktı. Voltaire’e, gerçeklere ulaşmanın tek yolunun ifade özgürlüğü olduğunu düşündürten bir yanıttı bu. Her akıl saygıyı hak ediyordu. Eğer aklı tanrı yarattıysa, kimsenin aklını kullanması engellenemezdi.

Yine bu kitabıyla açıktan, bütün toplumu devlet gücüyle tek bir inanç kimliğine sokmaya çalışan dini hoşgörüsüzlüğe bayrak açarak, kilise ve devletin mutlak ayrılığı fikrini ilk kez ortaya atıyordu. John Locke’ın, dini tekel kurma çabasının, hiçbir zaman dini bir çaba değil, her zaman politik ve çıkarcı bir iktidar çabası olduğu görüşüne katılıyordu.  

Voltaire’a göre, inanç özgürlüğüne dayalı laikliğin olmadığı bir düzende, belli bir inancın iktidarı ele geçirmesi ve bu durumda diğer bütün dini grupların liderlerinin birer parti liderine dönüşmesi kaçınılmazdı. İngilizlerin, İngiliz iç savaşından ders çıkararak keyfi iktidarı ve kan dökülmesine setler oluşturmalarına dikkat çekiyordu. ‘‘İngiltere’de tek din olsaydı, o din adına despotik rejiminin kurulması kaçınılmaz olacaktı. Eğer iki din olsaydı bu ikisi arasında iç savaş kaçınılmaz olacaktı. 30 din olduğu için barış yapmak zorunda kaldılar’’ diye yazacaktı. Ki bu dinlerin nerdeyse tamamı Hristiyanlığın farklı mezhep ve yorumlarıydı. 

Bu fikirler bir süre sonra Voltaire’in bile hayal edemeyeceği bir devrimin yollarını inşa etmeye başlayacaktı. Fransız edebiyat tarihçisi Gustave Lanson’un çok sonradan deyişi ile, ‘‘İngilizler Hakkında Felsefi Mektuplar, eski rejime ilk bombalamaydı’’. 

Voltaire’ın İngiliz parlamenter sistemine, hoşgörüsüne, dinsel çoğulculuğuna övgü olan bu eserinin, ‘’tek din, tek lider, güçlü Fransa’’ despotizmi altındaki Fransa’da rahatsızlığa yol açması sürpriz olmadı. Kitap yasaklandı, mevcut nüshaları toplu halde meydanda yakıldı. Evi polis tarafından basılan Voltaire, daha yeni döndüğü Paris’ten yine kaçmak zorunda kaldı. 

Bağımsız bir düklüğün başındaki düşes Émilie du Châtelet’in şatosuna sığınarak orada saklandı. İkilinin 16 yıl sürecek duygusal ve entelektüel ilişkisinin başladığı yıldı bu. Bu ilişkinin, Voltaire’i koruması dışında çok daha önemli bir sonucu daha olacaktı. Madam Châtelet, 18’nci yüzyılın en önemli matematikçi ve fizikçilerinden biriydi. Bununla beraber kadın olması nedeniyle, o günün bilim dünyası görmezden geliyordu onu. Madam Châtelet, edebiyatçı olan Volatire’in Newton’u gerçekten anlamasına yol açan isim oldu. İşte Voltaire’in o dönemde yayınlayacağı Newton Felsefesinin Unsurları kitabınının sırrı da Madam Châtelet’ti. Voltaire’in, matematiksel izahları anlaşılır kılarak, Newton’un teorisini okur yazar herkesin anlayabileceği şekle getirdiği bu kitap, sadece Newton’un Fransa’da anlaşılmasında önemli rol oynayarak, egemen Kartezyen (Dekartçı) görüşün yerini Newtonian bakışın almasına ön ayak olmakla kalmayacaktı. Bilimsel konuları, ilk kez halkın da gündemi haline getirerek, bilimsel bilginin demokratikleşmesinde de bir sıçrama olacaktı. Bu kitabın arkasındaki beyin Madam Châtelet ise, sonradan Principia’nın ilk Fransızca çevirisini yapacak isim de olacaktı.  

Voltaire, Newton’un ışığından, Madam Chatelet’in Newton’a tuttuğu ayna aracılığıyla ilham alıyor.

Voltaire, 1740’ların başında ikinci sürgününde yaşarken mektupları ve düşünceleriyle ama en önemlisi de tiyatro oyunlarıyla 1740’lar Paris’ini ve Avrupa’yı şekillendirmeyi sürdürüyordu. Okuma yazma oranının görece düşük olduğu bir toplumda, tiyatro, çok geniş kesimlere ulaşan en güçlü medyumdu. Voltaire de bunun fazlasıyla farkındaydı. Her oyunuyla, halka, ifade özgürlüğünün, laikliğin ve hoşgörünün önemini biraz daha benimsetiyordu. 

1715’ten beri Fransa’yı fiilen yöneten Orleans Dükü’nün 1740’ların ortasında ölmesi ile, Paris’in kapıları yeniden Voltaire’e açıldı. Bunda Kral 15’nci Lui’nin baş metresi Madam Pompadour’un Voltaire’in tiyatro oyunlarının hayranlığının yanı sıra sanatsal fikirsel üretime meraklı biri olması da rol oynayacaktı. Voltaire, kraliyet tarihçisi yapıldı, 1743’te Berlin’e elçi olarak gönderildi. 1746’da ise Fransa Bilimler Akademisi üyeliğine seçildi.    

Voltaire, 1740’ların ortasında Paris’te oldukça itibar görmesine rağmen, eleştirel dili yine de kontrol altına alınamadı. Kendi yazdığı bir operayı beraber izledikleri Kral 15’nci Lui’yi, etraftaki herkesin duyacağı şekilde oyundaki komik kral karakterine benzetince, Paris’ten bir kez daha kaçmak zorunda kalacağı yeni bir süreç daha başlıyordu. 1749’da 16 yıllık sevgilisi, koruyucusu Madam Chatelet’in de ölümü, Voltaire’i 55 yaşında zengin, ünlü ama gidecek ülkesi olmayan yalnız bir adam haline getirmişti. 

Yaklaşık 2 yıl sürecek çaresizlik yılları sonunda, kendisinin Avrupa’daki en önemli hayranı olan Prusya Kralı İkinci Frederik’in bitip tükenmeyen davetleri bir çıkış kapısı gibi göründü. 

Voltaire ve Prusya Kralının dostluğu, Frederik henüz kral olmadan önce 1736 yılında ilk kez mektuplaşmayla başlamıştı. 1740 yılında ilk kez şahsen tanışmıştılar. İkinci Frederik, babasının 1700’de Newton’un rakibi Leibniz önderliğinde kurduğu ancak sonradan ekonomik gerekçelerle kapattığı Berlin Bilimler Akademisini, 1740’ta yeniden kurmuştu. Böylece 1662’de kurulan İngiliz Kraliyet Bilim Cemiyeti ve 1666’da kurulan Fransa Bilimler Akademisi karşısında yarışa geç de olsa katılmıştı. 

İkinci Frederik, kendinden sonraki 60 yılda değişik Avrupa ülkelerinde benzerleri neşet edecek yeni bir tür otoriter kuşağın ilk temsilcilerindendi. Aydınlanmaya inanan ama aydınlanmanın düşünce, bilgi ve teknolojisini, otorite ve iktidarı pekiştirmek için kullanan bu despot liderler kuşağına ‘aydınlanmacı mutlakiyetçiler’ deniyor. 

Bu krallar, çeşitli sosyal reformlara kapı araladılar. Nerdeyse tamamı, ülkelerindeki farklı inançlara yaşam alanları açan hoşgörü politikaları izlediler. Örneğin, ‘Berlin’de hakimler var’ sözünün de doğmasına neden olacak şekilde yargıya, görece bağımsız bir alan tanıdılar. Aydınlanmacı fikirlere tartışma ve kendini ifade alanları açtılar. Ama bütün bunlar, Büyük Frederik’in ‘’istediğiniz kadar tartışmakta özgürsünüz neticede bana biat ettiğiniz sürece…’’ şeklinde ifade edeceği sınırlar içindeydi. Aydınlanmacı kralların hiçbiri aydınlanmanın doğal gereği olan olan ifade özgürlüğünü tesis etmeye yanaşmayacaktı. Aksine, bu aydınlanmacı otoriterler, aydınlanma teknik ve teknolojileri sayesinde, toplumları üzerinde, kendilerinden önce hiçbir mutlakiyetçi kralın bile sahip olmadığı ölçüde otorite kurdular. Avusturya’nın aydınlanmacı despotu 2. Joseph’in ünlendireceği deyiş ile, her şeyi, ‘halka rağmen halk için’ yapma iddiasındaydılar.

O günlerdeki çaresizliğinde Voltaire de aydınlanmanın, tepeden bir kral otoritesi ile topluma benimsetilebileceğine inanmaya başlamıştı. Aydınlanmacı bir tahtla, kilise ve asillerin hegemonyası kırılabilir, ifade özgürlüğü ve hoşgörü düzeni kurulabilirdi. Onda bu düşünceyi besleyen tek isim Frederik değildi. Sonradan mektuplaşmaya başlayacağı Rus Çariçesi Büyük Katerina da onun bu kanaatini besliyordu. 

Bu düşüncelerle Voltaire, Büyük Frederik’in davetini kabul ederek Potsdam’a giderken, bunu haber alan 15. Lui, ‘‘Fransa’nın ahmak sayısı bir eksildi’’ şeklinde aldırmazlık tepkisi verecekti. Şahsına biat etmeyerek nimetlerinden istifade etmeyen herkesi ahmak olarak görüyordu. Tıpkı 14’ncü Lui gibi o da şahsını Fransa sanıyordu. Üstelik Madam Pompadour’dan yatakta kendisine ‘Fransa’ diye hitap etmesini isteyecek kadar. Biraz bağlamından kopmuş olsa da Madam Pompadour ile konuşurken ‘’Après nous, le déluge (Bizden sonrası tufan)’’ sözü, onun yaşama ve ülkesine bakışındaki çıkarcılığını ve bencilliği anlatması nedeniyle hafızalara kazınacaktı. 

15. Lui, bir yazarı ülkeden göndermekle, fikirlerini de ülkeden gönderemeyeceğini bilecek donanımda hiç değildi. Unutulup gideceğini düşünüyordu.   

1740’lar Paris’inin en öne çıkan düşünürlerinden biri olan hukukçu filozof Charles-Louis de Secondat ise, Voltaire’in ‘aydınlanmacı krallar’a pozitif bakan görüşlerine katılmıyordu. De Secondat, ya da tarihte daha popüler olacak unvanıyla Baron de Montesquieu, asil sınıftan olmasına rağmen cumhuriyetçiliğe büyük sempati duyuyordu. Aslında şöhretini 1721 yılında yayınladığı ve Paris’e seyahat etmekte olan kurgusal iki İranlı karakterin, ülkelerindeki tanıdıklarına, Fransız zihniyet, toplum ve kurumlarıyla ilgili gözlemlerini paylaştıkları mektuplarından oluşan ‘’Acem Mektupları’’ romanıyla kazanmıştı. 

2021 yılında 300’ncü yılını kutlayan bu önemli kitabı, Fransa’yı ‘öz eleştiri’ ile tanıştırması nedeniyle Fransız aydınlanmasının işaret fişeği olarak görenler de var. Usbek ve Rica adlı iki Acem karakter, Fransa hakkında oldukça cüretkar eleştiriler yapıyorlardı. Örneğin Rica bir mektubunda, Fransa Kralından ‘büyük sihirbaz’ diye söz ediyordu: ‘‘Çünkü, tebasının zihinlerini bile yönetebiliyor. Ne istiyorsa halkına sadece onu düşündürtüyor’’. 

Usbek ise bir mektubunda, kralın, muktedir kalmak için, destekçi elitlerinin sadece ihtiyaçlarını değil, lükslerini de karşılamak zorunda olduğuna dikkatimizi çekiyor. Ancak sahiplerine aynı anda hem zevk hem de gösteriş yaşatan lüks takıntısı da nihayetinde din dahil her şeyi enfekte ederek çürüten bir hastalıktı. Yine Usbek ve Rica, Parisli aydınların, moral tartışmaların ve halk temsilcilerinin, haklı çıkmayı, uzlaşmaya tercih eden yaklaşımlarının da bütün bu yozlaşmış despotizme karşı bir çözüme ulaşmalarını engelleyip onları kendi aralarında çatışma kısır döngüsüne mahkum eden bir faktör olarak yine alaya alıyordu. 

Acem Mektupları, kültürel göreceliliği Avrupa entelektüel dünyasına aşılamasının yanı sıra, tasvir ettiği kurgusal şark yaşamıyla, ‘oryantalist’ bakışın bir yansıması yanılgısına neden olabiliyor. Fakat Montesquieu, ‘okuyucuya önemli not’ diye eklediği bir notla, gerçek yaşam algımızın, gerçekliğin kendisi değil, gerçekliğin nayif bir algısı olabileceği farkındalığına eriştirmeyi amaçladığını ifade ediyor. Asıl amacı, okuyucusuna, İranlıların nayifliğini sergilemek değil, kendimize dışarıdan bakmayı başardığımızda, yüzüne ayna tutulmuş insan gibi, kendi gerçekliğimizin daha iyi farkına varmak düşüncesine ulaştırmaktır.  

Montesquieu ile Voltaire’in, John Locke’ın görüşleri, sosyal sözleşme ve İngiliz deneyimine bakış açıları kesişmesine rağmen, birbirlerinden şahsen hazzetmiyorlardı. Montesquieu, Voltaire’ın İngiltere’ye sürgün gittiği yıl, Fransız Akademisi üyeliğine kabul edilmişti. Voltaire’ın Londra sürgününden döndüğü 1729 yılında Montesquieu İngiltere’ye gidecekti. Yaklaşık bir buçuk yıl kalacağı İngiltere’de, gördüğü, gezdiği, konuştuğu her şeyi not edecekti.  

Kralın keyfi iktidarını frenleyici bir parlamentonun oluşmasından Montesquieu da çok etkilenmişti. Ancak, eski düzene antipatisi yeni düzendeki çarpıklığı görmesine engel değildi. Devlet gücüne ortak hale gelen halk temsilcilerinin de (politikacıların) yozlaşıp yolsuzluk batağına saplandığını görüyordu. İngiliz parlamenter düzeninde parlamenterler için en büyük politik günahın, yolsuzluk yapmak değil, yolsuzluğunun seçmenlerince öğrenilmesini engelleyememek haline geldiğini gözlemleyecekti. Dürüst kalabilecek kuvvet olamayacaksa, muktedirlerin keyfiliğinin nasıl engellenebileceğini düşünmeye, sorgulamaya başlamıştı. 

İşte Montesquieu, İngiltere’de başladığı ve yaklaşık 20 yıl sürecek düşünme, okuma, inceleme ve gözlem sonunda 1748 yılında Kanunların Ruhu kitabını yayınlamıştı. 

Kanunların Ruhu, hukuku bir bilim dalı olarak ele alan ilk kitap olarak kabul ediliyor. Yine, farklı rejimlerin oluşmasında iklim ve coğrafya gibi faktörlerin oynadığı rollere dikkat çekmesiyle, politik sosyolojinin de kurucu metinlerinden biri olarak görülüyor. Despotizm, cumhuriyet dahil her rejimin içinde bir tohum olarak bulunuyordu ona göre. Uygar vatandaş bilincinin kaybedilmesiyle, hemen kolayca büyüyebilecek bir hastalıktı despotizm…  

Ancak bu kitabı sonraki çağlar boyunca ünlendirecek en önemli detay, 11’nci fasikülünün 6’ncı bölümünde yer alan ‘üç kuvvet’ doktriniydi. Bu bölümdeki teziyle Montesquieu, günümüzde gerçek bir demokrasinin olmazsa olmazı sayılan ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin temelini atıyordu. Devlette dürüst bir erkin var olabileceği ve diğer erkleri dürüst kalmaya zorlayabileceği anlayışı bir vehimden başka bir şey değildi. Her kuvvet, kuvvetini daha da pekiştirmek için kaçınılmaz olarak sahtekarlık yapma eğilimine giriyorsa, sahtekarlar nasıl dürüst davranmaya mecbur edilebilirdi? Bu soruna getireceği çözüm, kabaca, ‘‘devlet gücünü çıkarları çatışan sahtekarlar arasında bölelim ki, hepsi birbirini dürüst kalmaya mecbur etsin’’ şeklindeydi. Montesquieu, kuvvetler ayrılığının sağlıklı işlediği bir düzeni, ‘hiç kimsenin bir başkasından korkmadan yaşayabileceği bir düzen’ olarak nitelendiriyordu.

Kanunların Ruhu’nun gündeme getirdiği yeni devlet anlayışının, bir şahsın etrafında dönen devletin işine gelmeyeceği açıktı. Nitekim Montesquieu da bunun farkındaydı ki, Kanunların Ruhu da tıpkı Descartes’ın Metod Üzerine Konuşma, Spinoza’nın Politik İnceleme, Locke’ın Hükümet Üzerine İki İnceleme, Hume’ın İnsanın Doğası Üzerine gibi diğer tüm aydınlanma klasikleri gibi, yazarını korumak için, anonim imzayla ve sahte matbaa adıyla yayınlanıyordu. Buna rağmen devlet, milli ve manevi değerlerine aykırı gördüğü bu tehlikeli ve yıkıcı fikirlerin yayılmasını sansür, yasak ve nüshaların yakılmasıyla engellemeye çalıştı. Tabii ki nafile bir çabaydı bu. Montesquieu’dan 100 yıl önce John Milton’un da dikkat çektiği gibi, muktedirlerin en ahmakça fantezilerden biri sansür ve yasakla, bir fikrin, haberin, düşüncenin, yeniliğin yayılmasını engelleyebilecekleri inanışlarıydı. 

Montesquieu’ya göre ‘’politik özgürlüğü’’, ne aristokrasi ne de demokrasi tek başına garanti edemezdi. Özgürlük, sadece ve sadece, devleti oluşturan kuvvetlerin, birbirinden bağımsız olarak birbirini denetleyip frenleyebildiği yerde mümkün olabilirdi. 

Voltaire, Montesquieu’nun yetkinlikle dile getirdiği bu gerçeği, Prusya’da yaşayarak öğrenecekti. Frederik, bütün aydınlanmacı entelektüel yönüne rağmen nihayetinde kibirli bir otokrattı. Baş meşgalesini hiciv edebiyatı olarak gören ve eleştiriye büyük değer veren Voltaire ile Frederik arasında karşılıklı uzlaşmazlıklar baş göstermesi çok sürmedi. Voltaire’in, Berlin Bilimler Akademisinin başkanı da olan filozof Maupertuis’un fikirlerini hicveden bir eser yazması bardağı taşıran damla oldu. Frederik, yönetiminin en önemli yüzlerinden biri olan Maupertuis’a yapılan bu sataşmayı, otoritesinin aşağılanması olarak algıladı ve bu eseri yaktırdı. Voltaire bunun üzerine istifa ederek Paris’e geri dönmek üzere yola çıktı. Ancak, Fransa Kralı 15. Lui onun ülkesine giriş yasağını kaldırmadı. Bir süre sığındığı Cenevre’de de Kalvinist idarenin ifade özgürlüğü yasaklarıyla yüz yüze kaldı. Tiyatronun dine aykırı görülerek yasak olması ise onu en çok bunaltan yasaklardan biriydi. Otorite ile başının derde gireceğini görünce, kalan 20 yıllık ömrünün çoğunu geçireceği Fransa ve Cenevre arasındaki, her ikisinin de yargı sahasında olmayan Ferney kasabasına yerleşti.  

En ünlü eseri olacak Candide’i bu sürgün memleketinde yazacaktı. Voltaire, Candide romanında hiciv seyahatnamesi denen taktiği kullandı ki bunda, Swift’in, Voltaire’ın Londra’daki ilk yılında yayınladığı ve o günlerdeki, tüm sorunlarının kaynağını dış düşmanlarda veya inançlarını aynen paylaşmayan ötekilerde gören İngiliz zihniyetini eleştiren ve zihniyet değişimini savunan ‘’Gulliver’in Maceraları’’ kitabının etkisi büyüktü. Voltaire, Candide romanında, aynısını Fransa için çok daha sert bir hicivle yapıyordu. İkisinin de okuru görmeye davet ettikleri bazı temel sorunlar vardı. Kendimize, ancak tarafsız berrak bir gözle bakmayı başarabilirsek, aptallıklarımızı görebilirdik. Sorunlarımızın, dış düşmanlarımızın, bize benzemeyen öteki insanların eseri değil, kendi aptallıklarımızın, ikiyüzlülüklerimizin eseri olduğunu nihayet kavrayabilirdik. Böylece de olabilecek en iyi düzende yaşamadığımızı aksine şartlarımızı, kendimizi değiştirerek, iyileştirebileceğimizin farkındalığına varabilirdik. Kendimizi değiştirmediğimiz sürece, bir gün şartlarımızın kendiliğinden düzeleceğini sanmak aptalca bir iyimserlikti. 

Voltaire’in, Candide’ın şahsında, Alman filozof Wilhelm Leibniz’in ‘’tanrı varsa dünyada neden bu kadar kötülük var’’ problemini çözmek için formüle ettiği ‘mümkün dünyaların en iyisinde yaşıyoruz’ fikrini eleştirmesindeki çıkış noktası, Avrupa’da sadece coğrafi ve politik fay hatlarını değil, felsefi ve bilimsel fay hatlarını da harekete geçiren Lizbon depremiydi. 

Kısmen zayıflamasına rağmen hala küresel bir güç olan Portekiz Krallığının başkenti, kutsal Azizler Günü’nün kutlandığı 1 Kasım 1755 sabahı, bugünkü tahminlerle 8,5-9 büyüklükleri arasında olduğu tahmin edilen yıkıcı bir depremle sarsılmıştı. Sarsıntı altı dakika sonra durduğunda, Portekiz Krallığı, başkentinin yüzde sekseni gibi artık bir enkazdı. Yıkıntılardan sahildeki boşluklara kaçan binlerce kişiyi ise bir saat sonra vuran tsunami yutacaktı. Helsinki’den Paris’e, İskoçya’dan Mağrib’e çok geniş bir alanı da sarsan deprem, koyu Katolik misyoner imparatorluğun altın çağını bitirirken, depremin sebebi bütün Avrupa’nın ilk gündemi olmuştu. Protestanlar, tanrının Katoliklerin zalimliklerini cezalandırdığını savunuyordu. Katolikler de içlerindeki günahkarlar nedeniyle tanrının cezası olarak görüyordu. Ama, tanrının bu dersi vermek için neden bu kadar çok masumu öldürdüğü sorusu da artık bastırılamaz şekilde gündeme geliyordu. Depremin başka bir sebebi olmalıydı? 

İşte Voltaire, Candide aracılığıyla bu sebebin peşine düşüyor, nihayetinde, kilisenin, evrensel olayları açıklayabilecek bir otorite olmadığının ortaya çıktığına güçlü şekilde dikkat çekiyordu. Lizbon Afeti Üzerine adlı şiirinde de konuyu devam ettirecekti. İlk kez, filozoflar, depremi, mistik güçlerle değil, doğal nedenlerle açıklamaya çalışıyordu. 

Dönemin bir başka büyük düşünürü Jean Jacques Rousseau’ya göre ise insanların şehirlerde bu kadar yoğun ve kalabalık yaşamaya başlaması felaketi büyüten şeydi. Şehirlerden nefret eden Rousseau, kırsal yerlerde yaşama iddiasına gerekçe olarak kullanacaktı bu depremi. O günlerde Prusya’nın Königsberg Üniversitesinin henüz 30’lu yaşlarındaki matematik, mantık ve fizik profesörü Immanuel Kant da gezegenin, insanlar arasında ayrım yapmadığına vurgu yaparak, doğal nedenlere dikkat çeken üç ayrı makale yazacaktı. Bir makalesinde, depreme gaz birikmesinin neden olacağını savunacaktı. Tabii ki yanılıyordu ama depremin gezegenin yapısından kaynaklanan doğal bir olay olduğu yaklaşımı devrine göre çok çığır açıcıydı. Aydınlanma ışığında sismoloji biliminin de doğuşuna neden olacak Lizbon depremi, Avrupa halkında, bilimsel açıklamalara olan ilgiyi artıracak ve aydınlanma mücadelesinin kırılma anlarından biri olacaktı.     

Voltaire, Candide romanında, Leibnizian bakışın yanı sıra, kiliseyi, din adamlarını, hükümetleri, orduları, felsefeleri ve hatta filozofları bile cüretkarca aşağılıyordu. Sadece Katolik kilisesi değil bütün dinlerin, din adamlarının ve zorba müntesiplerinin ikiyüzlülüğünü eleştiriyordu. Açlıktan ölmek isteyen dilenciye ekmek vermek için önce onun Katolik mi Protestan mı olduğunu anlamaya çalışan Protestan vaiz gibi, bastıkları liman şehirlerinde kadınlara tecavüz edip, çocukları köle olarak alıkoyup, başkalarının mallarını azgınca yağmalarken okunan ezan üzerine aniden bu zulümlere ara verip huşu içinde tanrıya ibadet eden Müslüman Mağribi korsanların da ikiyüzlülükleri onun keskin kaleminden nasibini alıyordu.   

Avrupa zihnini şekillendirecek kitaplardan biri olacak Candide de diğer birçok aydınlanma çağı klasiğin kaderini yaşamaktan kaçamayacaktı. Yazarı, sansür radarlarına otomatik olarak takılmaması için kitabı sahte bir Alman ismiyle yayınlamıştı. Buna rağmen Katolik veya Protestan her yerde hemen yasaklandı. Voltaire ise Ferney’deki kırılgan statüsü nedeniyle Cenevre ile arasının bozulmaması için ‘böyle saçma bir kitapla işim olmaz’ türünden savunmalar yaparak kendi kitabı olduğunu, 1768 yılında nihayet kabulleninceye kadar reddedecekti. Ama kitabın usta işi hiciv ve metin gücü nedeniyle herkes de yazarının Voltaire olduğundan emindi.  

Fransız filozof, yazar ve bilimcilerin art arda ürettiği eserler, icatlar, keşifler nedeniyle 1760’larda bütün Avrupa’da entelektüel dünyanın gözü kulağı Paris’teydi artık. Amerikan devriminin liderlerinden Benjamin Franklin ve Rus Çariçesi Büyük Katerina birbirinden ne kadar uzak coğrafyalarda olsalar da Paris entelektüel dünyasının ürettiklerine aynı düzeyde ilgi duyuyordu.  

Paris’in ilgisi ise, Voltaire’in 20 yıl sürecek sürgünü boyunca Ferney üzerindeydi. Küçük Ferney kasabası, Avrupa’nın her ülkesinden düşünürün ziyaretine sahne olan bir aydınlanma merkezine dönüşmüştü.   

Bugünden bakınca anlaması zor bir ilgiydi bu. Voltaire, bir düşünür olarak arkasında tek bir felsefe eseri bırakmadı. Bir bilimciydi ama onun adıyla andığımız ne bir formül ne bir bilimsel ilke ne de bilimsel gözlemi yok. Üretken bir edebiyatçıydı, ama, günümüzde edebiyatsever okurlar arasında bile ‘Candide’ romanı dışında bir eserini okuyan çok az. 

Bugün adını andığımızda sadece, Sherlock Holmes öykülerinin ve Casablanca filminin herkesin diline yerleştirdiği ve sosyal medya çağında neredeyse bir kere karşılaşmadığımız haftamız olmayan ‘düşüncelerinize katılmıyorum ama onları ifade özgürlüğünüz için ölmeye hazırım’ şeklindeki ünlü vecize. Aslında bu da Volteryen ölçülerde ironik zira bu söz Voltaire’e ait değil. Amerikalı yazar Evelyn Hall, 1906’da yayınlanan ‘Voltaire’in Arkadaşları’ adlı biyografi kitabında Voltaire’ın yaklaşımını bu cümle ile tasvir etmeye çalışıyordu. 1930’larda Readers Digest dergisi, veciz sözler arasına bu cümleyi ekleyince, kuşaklar boyunca sözün Voltaire’e ait olduğu yanılgısı başlayacaktı. Voltaire üzerine uzman akdemisyen Alan Kors’un da dikkat çektiği gibi, bu cümle ‘Volteryan bile değil’. Voltaire bırakın, başkalarının ifadelerinin özgürlüğü için ölümü göze almayı, kendi ifadelerinin tamamı için bile böyle bir şey yapacak biri değildi. Yaşamının çok büyük bir bölümünü hapse girmemek için sürgünde geçirdi.

Elbette ki, Voltaire, modern tarihte ifade özgürlüğü denince akla gelecek en önemli isimlerden biri ama bu konudaki önemi kendisinin bile ağzından çıkmamış içi boş beylik bir sözden ibaret değildi. Kors, Voltaire’ın modern yaşama en büyük armağanının, Fransa’nın tek bir inancın katı ve aristokratik egemenliğinde olduğu günlerde, başka inançlara, görüşlere toleransı, ilerici bir sosyal erdem haline getirmesi olduğunu kaydediyor. 

Voltaire, ifade özgürlüğünün, laikliğin ve bilimin, orta sınıfın gündemine taşınmasına öncülük eden insan oldu. Voltaire ile birlikte geniş kitlelerin, bilimsel bilgiye ilgisi arttı. Farklı inançlardan insanlara hoşgörü, ifade özgürlüğünü savunmak sosyal erdem haline geldi. Gerek tiyatro oyunları gerekse eğlenceli mizahi dili gerekse de kişisel serüveniyle, halka, bunların, filozofların, asillerin veya bilimcilerin entelektüel fantezileri değil, yaşam kalitelerini doğrudan etkileyen konular olduğunu öğretenlerin başında geldi. 

Voltaire sadece bizzat yazdıklarıyla değil, ilham kaynağı olduklarıyla, Aydınlanma Çağının en önemli ismi kabul ediliyor. Öyle ki, Victor Hugo, 19’uncu yüzyılda, ‘‘Eğer ‘Voltaire Çağı’ adı verirseniz bütün 18’inci yüzyılı özetlemiş olursunuz’’ diye yazacaktı.   

20’nci yüzyılda yaşamış Amerikalı felsefeci yazar Will Durant da 11 ciltlik dev eseri Uygarlık Tarihinin, aydınlanma çağına tekabül eden 9’ncu cildine ‘Voltaire Çağı’ adı verecek ve ekleyecekti: 

‘’İtalya Rönesansı, Almanya Reformasyonu yaşadı. Fransa ise Voltaire’i… Voltaire Fransa için hem Rönesans hem reformasyon hem de devrimin yarısı oldu. Ruhu kıtanın ve yüzyılın üzerinde alev gibi dolaştı ve milyonlarca ruhu pişirip olgunlaştırdı’’.

Onun en önemli ilham kaynağı ise Newton’du. Newton’un hareket yasalarının birincisi, ‘atalet kanunu’ydu. Üzerine bir kuvvet uygulanmayan obje, eğer hareketsizse sonsuza kadar hareketsiz kalmaya, eğer hareketli ise hareketli olduğu hızda sonsuza kadar sabit hareket etmeye devam ederdi. 

Yani, toplumların durup dururken özgürlük kazanması da veya devletin, kralların, sultanların, otoritelerin durup dururken iktidar güçlerinin vatandaş lehine kısıtlanmasını kabullenmeleri de eşyanın tabiatına aykırıdır. Ancak iktidar üzerine bir kuvvet uygulanırsa özgürlük yönünde hareket sağlanır. İşte bu kuvvet de halkın talebidir. Yani, özgürlüğün birinci kanunu, aktif taleptir. Özgürlüğe, sadece onu talep eden toplumlar sahip olabilir. 

Özgürlüğü, bölünmeye, yıkıcılığa, ahlaksızlığa, anarşiye yol açacak tehlikeli bir yolculuk olarak görüp ondan korkan toplumlar, sonsuza kadar kul ve köle olarak yaşamaya mahkumdur. Ve yine, özgürlük bir kez kazanmayla ulaşılıp kalınacak sabit bir durum da değil, özgürlük talebinin, yani özgürlüğü sınırlama gücüne sahip devlet otoritesine uygulanan toplumsal baskının devamlılığı ile varlığını sürdürebilecek bir durumdur.  

Aslında Antik Yunan’da bile üzerinde düşünülen bir kanundu bu. Ancak farklı bir açıdan bakıyorlardı. Onlara göre her obje, kendisini durduracak bir şey olmadığı sürece hareket halindeydi. Bilimsel devrime kadar devam edecek bu bakış, düzen için, hareket durdurmayı, harekete geçmeye yeğleyen bir zihniyetin de besleyicisiydi. Bu zihinsel işleyişin yansımalarından biri olan ‘’özgürlük güzel şey ama zamanı değil’’ gibi gizli muhafazakar yaklaşımlar, özgürlükten sonsuza kadar yoksun bırakacak şeylerdi. 

Aydınlanma Çağının zirve isimlerinden biri olacak Kant, sonradan ‘Aydınlanma’yı, Horatius’un Latince ‘sapere aude’ şeklindeki sözünü motto olarak benimseyen çağ olarak tanımlayacaktı. ‘Sapere aude’, lafzi olarak ‘bilme cüreti göster’ şeklinde çevrilebilir. Kant’ın kastettiği bilme/öğrenme cüreti ise, harici bir otoritenin (toplum, devlet, ebeveyn, sosyal çevremiz) dikte ettiğini bilme/öğrenme değil, insanın kendi aklını kullanarak bilme/öğrenmeye cesaret gösterebilmesidir. Bilmek/öğrenmek cesaret isteyen bir şeydir çünkü, bize ezberletileni tekrar etmenin konforu dışına çıkmamızı gerektirir. Devletin, ailemizin ve sosyal çevremizin ezberlettiği şablonları sorgulamak konfor bozucu sancılı bir süreçtir. Gerçeği öğrenmek doğrularımızı sorgulamaya neden olması ve bizi değişmeye zorlamasıyla oldukça sancılı bir iştir. Lakin tekamül ve terakkinin yegane yolu da bu aydınlanma cüretinden geçiyor. Bu nedenle Kant, aydınlanmayı, insan türünün ergenlikten çıkıp, olgunlaşma sürecine girişi olarak nitelendiriyordu. 

İşte Voltaire ve ilham kaynağı olduğu birçok aydınlanma düşünürü, toplumda, bu özgürlük talebinin oluşmasında ve bunun bir kuvvete dönüşmesinde çok önemli rol oynuyordu. Bunun sonucu olarak da kendisi ücra bir kasabada sürgündeyken ülkesindeki ve Avrupa’daki bütün okur yazar insanların gözünde anıtsal bir insandı. Büyük Frederik, bütün anlaşmazlıklarına rağmen, hayatının en büyük şansı olarak, Voltaire ile aynı dönemde yaşamasını gösterecekti. En büyük hayranlarından biri ise Rus Çariçesi Katerina’ydı. Daha Çariçe olmadan okumaya başladığı Voltaire ile Çariçe olduktan hemen sonra, ölünceye kadar mektuplaşacaktı. Voltaire ölünce de bütün kütüphanesini satın alarak St Petersburg’a götürecekti.  

İşte bu nedenle, Ferney’deki sürgün yıllarında Voltaire’in ziyaretçi listesi Adam Smith’ten Casanova ve Edward Gibbon’a kadar oldukça geniş bir yelpazedeydi. Herkes onu ziyaret edip, şahsen de tanışıp yararlanmak istiyordu. Bir önemli isim hariç… Kendisi gibi o günlerde otoritelerle başı fena halde dertte olan ve sığınacak bir yer arayan bu firari filozofa yapacağı davetlerine hiçbir zaman olumlu karşılık alamayacaktı.  

-Devam edecek-

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz

Özür Notu: İfade özgürlüğünün tarihine çıktığımız yolculukta, üçüncü yazıdan sonra babamın sağlık durumunun bozulması ve akabinde vefat etmesi sürecinde yazılara bir süre ara vermek durumunda kaldım. Öykünün devamını okumak isteyip de biraz uzunca bir süre beklemek zorunda kalanlardan özür diliyorum.  

İfade Özgürlüğünün Tarihine Bir Yolculuk

Özgürlük ve Toplumların Yükselişi

Parlamentonun En Uzun Yüzyılı