Skip to content
Menu

Yüksek Mahkeme, siyaseti paranın emrine nasıl verdi?

CEMAL TUNÇDEMİR

7 Ocak 2012

“I need a man who has powerful friends. I need, Don Corleone, all of those politicians that you carry around in your pocket, like so many nickels and dimes.” (-Virgil ‘The Turk’ Sollozzo,  The Godfather)

Demokrasilerde yönetimler “seçimle” değişir. Yönetimlerin,  anayasa ile yetkilerine verilmiş gücü suistimal ederek anayasaya aykırı şekilde fiili bir yönetim kurmalarına “darbe” diyoruz. Eğer askeri güçle yapılıyorsa bu askeri darbedir. Ancak askeri darbeler genellikle, halkının eğitim ve gelir seviyesi düşük, sosyal ve ekonomik yapısı çok komplike olmayan, medyası kontrol altındaki ülkelerde mümkün.

Gelişmiş ülkeler ise ‘askeri darbelerden’ çok postmodern darbelere açık. Ve belki de en post-postmodern darbe, “seçilecekleri” sadece kendi seçtiği insanlardan oluşturmak. Geri kalmış ülkelerde bunun en kolay yolu parti kapatmak, siyasi muhalifleri hapse atmak. Gelişmiş ülkelerde ise, muktedirlerin desteğine sahip olmayan adaylar ile seçmenler arasına aşılmaz görülmez duyulmaz duvarlar inşa etmektir.

Bunun en önemli yolu ise, politikada bazılarının önünü iletişim araçları yolu ile açmak bazılarının yolunu ise aynı araçları kullanarak imajlarını marjinalize edip kapatmak. Bu önceden daha kolaydı. Ancak son yıllarda denkleme başka faktörler girmeye başladı. Örneğin internet, siyaseti etkileyebilen seçimleri yönlendirebilen geleneksel güç odaklarının gücünü karikatüre çevirdi. İnternetin yaygın olduğu bir toplumda tek bir “blogger”, yüzlerce gazeteci çalıştıran milyar dolarlık medya kurumları kadar etkili olabiliyor. Nitekim dünya üzerinde son yıllardaki seçimlerde birçok “muktedirlerce onaylanmamış sivil kafalı” yönetime, kritik konumlara gelmeye başladı. Gelgelelim, güç odaklarının güçlerinden gönüllüce vazgeçmesini beklemek fazla iyimserlik olur. Nitekim vazgeçmiyorlar da…

Birçok Amerikalı yorumcuya ve siyasi analiste bakarsanız ABD’de de 2010 yılı Ocak ayında sessiz bir darbe gerçekleşti. Tabii o günlerde siyasi yorumcuların ‘darbe oldu’ çağrısına kimseler pek kulak kabartmadı. Ancak, bu yıl başkan adaylığı kampanyalarının başlamasıyla ‘darbenin’ niteliği ve etkisi apaçık ortaya çıktı. Bugünlerde, birçok analist yeniden, Yüksek Mahkemenin ‘Citizen United v. Federal Election Commission‘ olarak anılan davadaki içtihadının bir darbe olduğunu yazmaya konuşmaya başladı.

Amerikan Yüksek Mahkemesinin (Supreme Court) kararının ertesi günü New York Times başyazısında “Anayasa mahkemesi demokrasiyi havaya uçurdu” diye yazdı. ABD Başkanı Barack Obama bile, “Anayasa Mahkemesinin kararı, hergün Washington’a çıkarma yaparak sıradan Amerikalının sesini bastırmaya çalışan büyük petrol şirketleri, Wall Street bankaları ve sigorta şirketleri için büyük zafer ” diye sert tepki gösterdi.

Peki bu karar ne anlama geliyordu?

ABD’de 200 yıl önce yapılan benzeri tartışmalar sonucunda Yüksek Mahkeme, tüzel kişiliklerin “kurgulanmış varlıklar” olduğunu vurgulayarak, “gerçek kişiler” gibi oy veremeyecekleri, aday olamayacakları içtihadı oluşturmuştu. ABD kurulduğunda sayıları ve güçleri az olduğu için şirketler hiçbir şekilde anayasada anılmıyor. Amerikan Anayasasının ünlü ilk 3 kelimesi olan “we the people (biz insanlar)” ile biyolojik varlığa sahip insanların oluşturduğu topluluk kastedildi. Bu böyle kabul edilegeldi.

Hırsız baronlar çağı

19’ncu yüzyılın ortalarından sonra özellikle de Amerikan iç savaşını müteakip, süper zengin bir sanayici grubu oluşmaya başladı.  Aralarında, etki ve hatıraları bugüne kadar ulaşan Andrew Carnegie (sanayici), John Jacob Astor (emlak ve kürk piyasası), James Buchanan Duke (tütün piyasası), John D. Rockefeller (petrol ve finans), J. P. Morgan (bankacılık ve çelik), Cornelius Vanderbilt (demiryolu işletmeciliği ve Milton S. Hershey (çikolata, gıda) gibi isimlerin de bulunduğu bu 19’ncu yüzyıl zenginlerine Amerikan literatüründe “robber barons (hırsız baronlar)” deniyor. “Robber baron” deyimi, 800 yılından 1800 yılına kadar Ren Nehrinde yük taşıyan gemileri haraca bağlayan feodal beylere takılmış Almanca isimden ödünç alınmış.

19’ncu yüzyıl ABD’sinin en kudretli zenginleri ise demiryolu işletmecileriydi. Zira o dönemin, interneti de, medyası da, telekomünikasyonu da, enerjisi de demiryoluydu. Buna sahip olan herşeye sahip oluyordu. Bütün bu sanayicilerin, işçileri her türlü temel haklarından mahrum şekilde köle gibi çalıştırması, Kongre’yi ve yönetimi manipüle etme güçleri, hukuk karşısında dizginlenemez etkileri, sendikaları ve kiliseleri bir araya getirdi. Büyük bir ahlak ve demokrasi mücadelesi verildi. Baronların ABD’de herşeyi “açıktan” belirlediği 1865 – 1901 yılları arasındaki bu döneme Mark Twain ve Charles Dudley Warner’in obur işadamlarını eleştirdikleri 1873 tarihli “The Gilded Age: A Tale of Today (Gilded çağı: Zamanımızın hikayesi)” adlı kitabından ilhamla, “Gilded Age (Gilded Çağı)” deniyor. Yolsuzluğun, kar ve ahlaksız paranın hükümferma olduğu bir çağ.

Şirketlerin hayatı ve devleti avuçlarında tuttukları bu dönemin sonunda 1907 yılında Amerikan Kongresi, şirket – siyaset ilişkisine bakışını sertleştirdi ve şirketlere siyasi seçimlerde adaylara destek yasağı getirdi. Böylece şirketlerin seçim süreçlerine doğrudan müdahale imkanları kesildi. 20’nci yüzyılın ortasında ise kapsamı genişletilerek bu yasakta ısrar edildi. Ve 2002 yılında Cumhuriyetçi Senatör John McCain ile Demokrat Senatör Russell Feingold hazırladığı için kamuoyunda ‘’McCain-Feingold Act’’ olarak bilinen kampanya reform yasası ile bu yasaklar bir kez daha teyit edildi ve güçlendirildi.

2010 Ocak ayına kadar şirketler, sendikalar, tüzel kişilikler seçim kampanyalarına bağış yapamıyordu. CEO da olsanız tamirci de olsanız, bir aday için en fazla 2 bin 400 dolar bağış yapabiliyordunuz.

Citizen United adlı sağcı organizasyon 2008 seçim kampanyası sırasında Hilary Clinton aleyhine hazırladığı videoları yayınlamak isteyince, Federal Seçim Kurulu (FEC) bunu kampanya yasağını çiğnemek olarak görerek izin vermedi. Citizen United’ın itirazını yerel mahkeme ve ardından temyiz mahkemesi reddedince, Yüksek Mahkeme konuyu gündemine almayı kabul etti.

Ve Yüksek Mahkeme’nin, Citizen United davasında liberal bakışa sahip 4 yargıcın oylarına karşı tutucu blokun 5 oyuyla 21 Ocak 2010 tarihinde gerçekleştirdiği vahim içtihad, 103 yıllık Amerikan geleneğini bozarak, şirketlerin de istedikleri aday için seçimlerde limitsiz para harcayabilmelerinin yolunu açtı. Ve bu karar, Orwellian bir yaklaşımla “ifade hürriyet” kavramının arkasına sakladı. Tüzel kişilikleri de normal kişiye “eşit” gören mahkemenin tutucu kanadı, “devlet kimseyi politik ifadelerinden bağışlarından dolayı hapsedemez, para cezası veremez” dedi.

”Bu mu şimdi darbe?” diye hemen çıkışmayın. Elbette şirketlerin ve lobi güçlerinin Amerikan politikasında her zaman belli bir ağırlığı vardı. Ama en azından aday olmak için ya da seçilmek için şirketlerin desteği çok fazla anlam ifade etmiyordu. Bu tek karar Amerikan demokrasisini karikatüre çevirdi. Artık bundan sonra, Amerikalıların ne düşündüğünün ne istediğinin hiçbir önemi yok. Bu mahkeme kararının çok çok önemli sonuçları olmaya başladı ve olacak da. Nasıl?

Örneğin, Amerikan tarihinde en fazla kampanya bağışı toplamayı başaran başkan adayı olan Barack Obama yaklaşık 1 milyar dolar kampanya geliri elde etmişti. Bush yönetimine yakınlığıyla bilinen ve tarihinin en büyük karlarını yapan Exxon Mobil petrol şirketi sadece 2008 yılında 40 milyar doları aşkın rekor kar elde etmişti. Eğer, bağış yasağı olmasaydı, Exxon Mobil bir yıllık karının sadece yüzde 2’si ile 2008 başkanlık seçiminin sonucunu değiştirebilirdi. Kampanya bağışı, geniş bir coğrafyaya yayılan ABD’de teşkilatlanma, tanıtım ve propagandanın tek yolu. Paranız yoksa, ne kadar iyi olursanız olun sesinizi Amerika gibi büyük ve karmaşık bir ülkede duyurmanın imkanı yok.

New York Times’ın yaptığı hesaba göre, “Fortune 100” şirketleri, 2008 yılında toplam 13 trilyon dolarlık gelir elde etti ve bunun 605 milyar doları kar. ABD’de her iki yılda bir Temsilciler Meclisinin tamamı için ve Senato’nun üçte biri için seçim yapılıyor. Bu 100 şirketin, seçimde her senatör için 10 milyon dolar harcayacaklarını varsayalım. Ki senatörlük seçiminde 10 milyon dolarlık kampanya bütçesi olan adayın karşısında kimse duramaz. Bu durumda şirketler, her 2 yılda bir sadece Senato’daki koltukları satın almak için 3,4 milyar dolar harcayacak. Her 4 yılda bir 4 milyar dolar da başkanlık seçimi için harcayacaklarını düşünelim.  Yani, 1 yıllık karlarının bile yüzde 1’inden az bir parayla hem Kongre’yi hem de Beyaz Saray’ı ellerinde tutabilecekler. Doğaları ve varoluş gayeleri gereği, şirketlerin bunu yapmaktan kendilerini alıkoyacaklarını düşünmek naif bir bakış.

ABD’deki büyük şirketlerin CEO’larının neredeyse tamamı Cumhuriyetçi Partili. ‘Demokrasi’, ‘toplum’, ‘haklar’, ‘şeffaflık’, ‘denetim’, sosyal sigorta en hazzetmedikleri kelimeler. Bush’un 8 yıllık iktidar dönemi, petrolcüsünden, emlakçısına, silahçısından, Wall Street bankacısına kadar bu baronların altın çağlarından biri oldu. O kadar büyük bir hırsla ve hırsızlıkla iştigal ettiler ki, Amerika bugün tarihinin en büyük ekonomik darboğazlarından birinden geçiyor.

Bu nedenle Cumhuriyetçilerin çoğunluğu Yüksek Mahkeme’nin kararını alkışlamakta bir beis görmedi. Ta ki Iowa önseçimine kadar… Yüksek Mahkeme’nin kararından sonra oluşan Süper PAC’ların politik kampanyalara etkisi, ve ardından parti tabanının 4’te üçünün hiç hazzetmediği Romney’nin parayla diğer bütün adayları adeta dövüp kendini aday yaptırabilmeye çok yaklaşması, Cumhuriyetçilerin bir kısmını da ‘bir canavar yarattık’ noktasına getirdi.

Bu yıl Kasım ayında çok kritik Kongre ve başkanlık seçimlerinin yaşanacağı Amerikan politikası, şu anda paranın ve şirketlerin insafına kalmış durumda.  Birçok Amerikalı entelektüel, yargıçların, normal nefes alıp veren bir işçi ile milyar dolarlık bir şirketin nasıl “eşit kişi” görebildiğini anlamaya açıklamaya çalışıyor. Karara muhalefet eden, bugün artık Yüksek Mahkemeden emekli olmuş dev hukuk adamı John Paul Stevens, 90 yaşına girdiği o günlerde vehamete dikkat çekebilmek için görülmemiş şekilde, 90 sayfalık itiraz şerhini kameraların karşısında okuyacaktı.

Bugüne kadar süren yasağa rağmen, şirketler zaten politik süreçlere en fazla etki edebilen gruptu. Hal böyleyken, şirketleri “politik sansür mağduru” gibi gösterebilen bir mahkeme, saygınlığına da büyük bir darbe vurdu. Sürekli olarak tüm anketlerde Amerikalılarca ABD’nin en güvenilir kurumu olarak görülen Yüksek Mahkeme, tarihinin en düşük itibarını görmeye başladı.

İdeolojik anlayışlarını ve muktedir odaklarla etik olmayan ilişkilerini, evrensel hukuk anlayışına tercih eden yargıçların bir demokrasinin başına açabileceği belaları yaşıyor Amerika…

Amerikan demokrasisi, tarihi ve büyük bir sınavdan geçiyor.

CEMAL TUNCDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz