Tarihte ‘saray soytarısı’ kimdi? Ne iş yapardı?
CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
6 Aralık 2014
Washington DC’de Demokrat Parti genel merkezinin de yer aldığı Watergate İş Hanına bir gece yarısı gizlice giren 5 hırsızın yakalanmasından sadece 6 gün sonra, 23 Haziran 1972 günü Beyaz Saray’ın makam odası Oval Ofis’te iki adam fısıltıyla endişeli şekilde, kamuoyunun hala ‘adi bir hırsızlık girişimi’ olarak bildiği bu olayı konuşmaktadır. ABD Başkanı Richard Nixon, polisin ve FBI’ın söz konusu 5 kişinin hırsız olmadığını, Demokrat Parti merkezine dinleyici yerleştirmek için orada bulunduklarını öğrendiğinden haberdar olmuştur. Soruşturma derinleştikçe bu beş kişinin Beyaz Saray’dan birileri ile bağlantısının ortaya çıkacağını ve yönetiminin sıkıntıya gireceğinin farkındadır. Beyaz Saray Genel Sekreteri Bob Haldeman, patronu Nixon’a, ilk duyulduğunda gayet olabilir gözüken ‘rahatlatıcı’ öneride bulunur: Soruşturmanın ‘ulusal güvenlik’ alanına sokulup böylece FBI’ın elinden alınıp CIA’ye verilmesi. CIA da soruşturma yapıyormuş gibi görünüp zamana yayarak dosyayı kapatacak.
Çok fazla başının ağrımasını istemeyen Nixon, bu çıkış yolunu makul buldu ve derhal öyle yapılmasını emretti. İşte 2 yıllık Watergate Skandalı aslında ‘çıkış yolu’ olmaktan çok bataklığa dönüşecek bu kararla başladı. Bir yanlışı bir başka yanlışla örtme çabası, bir yanlışlar zincirine sebep oldu ve nihayetinde Nixon Amerikan tarihinin istifa etmek zorunda kalan tek başkanı oldu. Kendisi, halefinin başkanlık af yetkisini kullanmasıyla hapisten kurtuldu ama başta Adalet Bakanı olmak üzere yönetiminden bir çok kişi hapse girdi.
Bazı tarihçiler der ki, eğer Nixon ona duymak istediğini söyleyen ‘danışman’ yerine gerçeği konuşacak bir danışman türüne sahip olsaydı bu akıbeti yaşamayabilirdi. Yüzyıllarca Avrupalı, Ortadoğulu, Hintli ve Çinli hükümdarlarını vahim yanlışlarına karşı uyarmış bir danışman türüne.. Yani bir ‘soytarı’ya…
Gündelik yaşamdaki kullanımımıza bakarak denebilir ki ‘soytarı’ çok yanlış tanıdığımız bir karakter. Sorun, sanıldığının aksine aslında ‘soytarı’ gibi soytarıların olmaması olabilir.
‘Soytarı’ sözcüğü, Arapça, sahte fallus takarak gülünç ve çoğunlukla müstehcen oyunlar oynayan kişiler için kullanılan ‘sa’tir’den geliyor. Arapça ‘satir’in kaynağı ise Eski Yunanca’da sahte penis ve keçi ayaklarla tasvir edilen mitolojik yaratık ‘satyros’.
Batı dillerine vakıf Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmani’de, soytarı kelimesini ‘’taklitçi, maskara’’ şeklinde tanımlamış. Maskara, Arapça’dan Batı dillerine geçmiş kelimelerden biri. Güldürmek, eğlendirmek için başka kılığa giren, yüzünü başka bir şeyle kaplayan örten gibi anlamları var. Evet doğru tahmin ettiniz; ‘maske’ ve ‘maskot’ ile de tabii ki ilgili…
Oysa İngilizce’de ise ‘jester’ deniyor soytarıya. Anglo-Norman ‘gestour (ozan)’ kelimesinden türemiş. Fransızca da ‘minstrel’ de deniyor bu halk ozanlarına. Minstrel ise, eski Fransızca’da hizmet, görev gibi anlamları olan ‘menistere’ o da Latince ‘bir başka otoritenin emrinde görev yapan’ anlamındaki ‘ministerium’dan geliyor. Britanya devleti 1916’dan beri Başbakanın altındaki devlet departmanlarına ‘minister’ demeye başladı. Jester(soytarı) ile bakanın(minister) birleştiği yer de burası. Jester, Kralın dar kabinesinin bir üyesiydi. Sadece üyesi değil en imtiyazlı üyesiydi.
Elbette ki kralı eğlendirmek, keyiflendirmek gibi bir görevi vardı. Ama bununla sınırlı değildi. Soytarı, Kral’ın gittiği her yere giderdi. Asla yanından ayrılmazdı. Hatta yatak odasına bile girebilirdi. Düzenle kaos arasındaki çok ince, kılıçtan keskince bir çizgide görev yapardı. Çünkü en önemli görevi, kimsenin yüzüne karşı gerçekleri konuşamayacağı kişiye (kral, derebey, hükümdar vs) doğruları söylemekti.
Etrafları yalakayla çevrili krallar, kendilerine doğruyu söyleyebilsin diye etraflarında bir soytarıyı mutlaka tutardı. Soytarının becerisi, krala, rahatsız edici gerçeği, mizahi bir tarzda kralı rencide etmeden, küçük düşürmeden söyleyebilmekti. Bunu da çoğunlukla bir dörtlükle, bir halk şarkısı şeklinde ozanca, dans, kıyafet ve mimikleriyle komikçe dile getirirlerdi. Hükümdarlığın üst düzey yetkililerini, piskoposların veya hükümdarın yozluğunu, tembelliğini, yönetimle ilgili dokunulmaz görülen herşeydeki yanlışı hicvedebilirdi. Örneğin bütün gece sabaha kadar içip, akşama kadar sızması nedeniyle bir çok devlet işini aksatan İkinci Charles’ın soytarısı, bir sabah Kral daha yeni uyumaya hazırlanırken odasına girmiş ve onu uyutmamıştı. ‘Peki tamam, duyayım hatamı, söyle’ diyen krala, ‘bütün ülkenin diline düşen hatanızı burada söyleyerek başımı derde sokacak değilim’ diyerek zekice bir karşılık vermişti.
Soytarılar, ciddi politik kararlarda bile kimsenin konuşmak istemediği gerçeği dile getirebilirdi. 1386 yılında Avusturya Dükü, komşu İsviçre’ye girme kararını özel savaş konseyinde tartışmaya açtı. Bütün konsey üyeleri kararın ne kadar cesurca, kahramanca ve doğru olduğunu söyleyerek alkışlıyor ve İsviçre’ye girmenin yolları üzerine kafa yoruyordu. Gerçeği konuşmak Dük’ün yanı başında oturan soytarıya düşecekti:
‘’Sizi ahmaklar, hepiniz İsviçre’ye nasıl gireceğinizi biliyorsunuz da, bir taneniz bile geri nasıl çıkabileceğimizi söylemiyor..!’’
İşte bu sebepten, Shakespeare’in ‘King Lear’ oyununda, krala doğruları söyleyebilen tek bilge karakterin ‘The Fool’ olması boşuna değil. ‘The Fool’, Kral Lear’in sadece iyi zamanında değil kötü zamanında da yanında kalan tek kişidir. Shakespeare’in ‘Twelfth Night’ oyununda ise ‘soytarı Feste’, ‘’deliyi oynayacak kadar bilge’’ diye tanımlanıyordu. Kağıt oyunlarındaki her derde deva ‘joker’ de, soytarıdan başkası değildir. Polonya’nın 16’ncı yüzyılın ilk yarısında yaşamış efsane soytarısı ‘’Stańczyk’’, boşuna bugün Polonya kültürünün en önemli ulusal sembollerinden biri olarak görülmüyor. Japonya’da, her derebeyin bir tür soytarı olan ‘taykomoçi’si olurdu. Bunlar efendilerini şiir ve müzikle eğlendirip, çay servis ederken aynı zamanda doğruları konuşarak, çok stratejik tavsiyelerde bulunma özgürlüğüne sahiptiler.
Soytarılığın tarihi ve uygulamalarıyla ilgili müthiş bilgiler içeren ‘Fools are Everywhere’ kitabının yazarı Beatrice K. Otto’ya göre soytarı, krala sululuk yapabilecek ve hatta krala, lakap isim takarak o lakapla hitap edebilecek tek kişiydi. Etraflarında doğruyu konuşan tek insan olmaması belki de soytarı ile bilge krallar arasında sıkça sıradışı bir ahbaplık yaşanmasının da temel nedeniydi. Sert kişiliğiyle bilinen İngiliz Kralı 8. Henry’nin, kendisine herkesin ortasında ‘Harry’ diye hitap eden efsane soytarı Will Somers ile ahbaplığı meşhurdur. Somers, 8. Henry’nin önünde asla eğilmez, konuşmaya başlamadan önce ‘yüce majesteleri’ gibi hitapları asla kullanmaz ve lafını asla esirgemezdi.
Her çocuk ve deli bunun için biraz ‘soytarı’dır…
Çocukların, hesapsız kitapsız şekilde gördüklerini söylediklerine yaşamımız boyunca defalarca tanık oluruz. Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen‘in ünlü “Kralın yeni elbisesi” adlı masalında, dış görünüşünden başka hiçbir şey umurunda olmayan krala iki uyanık terzi, olağanüstü bir elbise dikme sözü verirler. Terzilerin iddiasına göre, ‘’bu elbiseyi sadece, ahmaklar ya da makamını haketmeyenler göremez“. Kralın yardımcılarının hiçbiri elbiseyi görmediği halde makamlarını kaybetmemek için krallarına gerçeği söyleyemez. Kral da ahmak damgası yememek için susmaktadır. Ve Kral nihayet birgün, halkın arasına yeni elbisesiyle yani çıplak şekilde çıkar. Başlarına birşey gelmesin diye korkan ahali aslında olmayan elbiseye övgüler dizip çıplak kralı alkışlarken, kalabalıkta bir çocuk, “Aaa kral çıplak!” diye bağırır. “Neden krala kimse bunu söylemiyor?” diye de sorar. Etraflarını sadece yalakalarıyla dolduran güç sahiplerinin düşebilecekleri halleri nefis anlatan bir masal bu.
Deliler de çocuklar gibi gördüklerini doğrudan söyler. Kimse hoşlanmayacağı doğruyu konuşan bir deliye veya çocuğa düşmanlık beslemez.
İşte soytarılar, belki de çocuklara ve delilere yönelik bu hoşgörüden yararlanabilsin diye çoğunlukla cücelerden veya kısmi delilerden seçilirdi. Bazıları soytarılıkta ‘aktörlük’ yapmazdı. Akli melekeleri yeterli değildi. Ama bazıları, eğitimliydi rahiplik veya askerlikten gelirdi. Ama hangisi olursa olsun, soytarı, kıyafeti, mimikleri, dansı ile bütünleştirdiği mizahi kelime oyunlarıyla, krala gözden kaçırdığı ölümcül gerçekleri hatırlatırdı.
Tabii ki gerçeği duymak her kral ve derebeyin kaldırabileceği bir şey değil. Gerçeği söyledikten sonra hayatını kurtarmak için kaçıp kayıplara karışmak zorunda kalan soytarılar da oldu, kellesi vurulan da…
Soytarıların hükümdar, kral ve derebeyine bağlılığı samimiydi. Her hangi bir çıkarın, makamın peşinde olmadıkları için, kralı veya derebeyi kötü akıbetten korumak için duyması gerektiğini düşündükleri gerçeği söylemekten çekinmezlerdi.
Kral ve derebeylerin etraflarında sadece soytarılar yoktu, şaklaban veya şakşakçılar da vardı. İngilizce’de ‘buffoon’ deniyor şaklabana. ‘Şaklaban’ eski Türkçe’de alkış sesinin ismi olan ‘şak’tan geliyor. Ahmet Vefik Paşa ‘şakşaki’ yani ‘alkışçı ve dalkavuk’ diyor. Şakşakçı, hükümdar ne demiş ilgilenmez bile. Hükümdar ne söylerse söylesin, isterse bir dakika önce söylediğinin tam tersini söylesin, mutlaka alkışlar ve derhal bu sözü destekleyecek bir argüman geliştirmeye çalışır. ‘Dal-kavuk’ bir yönüyle ‘sarıksız kavuk’ demektir. Sarık, eskiden ‘ilmin’ sembolüydü. Tek başına birçok şeyi bilmek alim yapmaz. Alim haysiyet sahibi olmak zorundadır. Haysiyet yoksa alimlik de bilgelik de yoktur. Bundan dolayı da alim doğruya doğru, eğriye eğri demekten çekinmez. Dal-kavuk ise doğru ve eğri ile değil, hükümdarı kararında veya düşüncelerinde tatmin edip eğlendirmek ve böylece maddi iltifatına mazhar olmakla ilgilenen kişidir.
Dalkavuklar, şaklabanlar bir devlet, bir toplum ve bir hüküm sahibi için, kanser hücresi gibidirler. Yedikleriyle hızla büyüyüp yayılırken, toplumu, devleti veya muktediri kaçınılmaz tükenişe sürüklerler. İşte bu nedenle kadim zamanlarda bilge kralın yüzüne çıplak gerçekleri söyleyecek soytarısı olurdu, dar görüşlü ahmak kralın ise sadece duymak istediklerini konuşan dalkavuğu ve şakşakçıları…
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz