Rumsfeldiyan Epistemoloji
CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
6 Şubat 2015
12 Şubat 2012 günü, NBC televizyon ağının Pentagon muhabiri Jim Miklaszewski, dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e, NATO toplantısından sonra düzenlediği basın toplantısında, ‘Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna ve bunları terör gruplarıyla paylaştığına ilişkin elinizde hangi somut deliller var?’ diye sorduğunda gelecek yanıtın, tarihe geçeceğini, referanslara konu olacağını kimse beklemiyordu.
Soruyu şöyle yanıtladı Rumsfeld:
‘’Hiçbir delil olmadığını söyleyen haberler maksatlı. Çünkü hepimizin de bildiği gibi, bildiği bilinen şeyler var; Bazı şeyler var ki bildiğimizi biliyoruz. Bununla beraber bazı bilinmez bilinenler olduğunu da biliyoruz. Bir başka deyişle, bilmediğimiz bazı şeyler olduğunu biliyoruz. Ve aynı zamanda, bilinmediği bilinmeyen şeyler de var. Bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler bunlar… Ve ülkemizin ve diğer özgür ülkelerin tarihine bakıldığında bu en sonuncuların en zor kategori olduğu görülecektir.’’
Daha sonra ‘Rumsfeldiyan Epistemoloji’ adıyla anılacak bu yanıt, Bush yönetimi ve savaş karşıtlarının hem tepkisine hem de şakalarına yol açtı. Ancak Rumsfeld’in bu düşünce sistematiği ile alay edilmesi, süper gücün 1 yıl sonra, hiçbir somut delil olmadan Irak savaşına sürüklenmesini engellemeye yetmedi.
2013 yılında ‘The Unknown Known (Bilinmez Bilinirler)’ adlı belgeseli ile bu bakışı inceleyecek ödüllü belgeselci ve araştırmacı Errol Morris, 2010 yılında New York Times’taki blogunda şöyle yazacaktı:
‘’Rumsfeld’in gerçekten de derdinin bilinmeyen bilinmezler olup olmadığının mı yoksa bilmediği şeyi bildiğini düşünürek bir kendini aldatma içinde mi olduğunu uzun süre merak edip durdum. Bu bir kibir meselesidir, epistemolojik bir mesele değildir.’’
Ünlü düşünür Slavoj Žižek, Rumsfeldiyan bilgi teorisindeki bu üç kategoriye bir kategori daha ekleyecekti: ‘Bilinmeyen Bilinenler’. Ona göre bu kategori de Freudiyan bilinçaltının kapsamına giren irrasyonel inançlardı:
‘’Bir toplumun o günkü toplumsal değerlerinin arka planını oluşturmalarına rağmen açıktan çoğunluğun onaylamadığını söylediği batıl inançlar veya kimsenin bilmiyormuş gibi yapıp konuşmadığı müstehcen fanteziler. (The Guardian, 28 Haziran 2008).” Bir başka deyişle, bilinmeyen bilinenler ya apaçık bir gerçeğin bütün bir toplumca reddini ya da toplumsal kabul gören yalanları anlatıyor.
Rumsfeld’in ünlü açıklamasını yaptığı basın toplantısındaki gazetecilerden Pam Hess, Errol Morris’e, ‘’bilinmeyen bilinmeyenlerin, konudan mükemmel bir kaçış yolu olduğunu’’ söylüyor. Çünkü, medyada herkes Rumsfeld’in tuhaf yanıtını konuşmaya başladığı için muhabir Miklaszewski’nin sorduğu ”somut delillerin” cevapsız kaldığını o günlerde farketmedi bile. Hess’in düşüncesine göre Rumsfeld’in bu ‘epistemolojik’ çabasının tek amacı da, ”her hangi bir kanıt sunamayacağı gerçeğinden konuyu uzaklaştırmaktı.”
Bu arada söz konusu basın toplantısında Rumsfeld, Irak’ta kitle imha silahı bulunduğuna ilişkin somut bir delil ortaya koyamamalarına, ‘’delil yokluğu, yokluğun delili değildir’’ şeklinde bir savunma daha getirecekti. Yani, Amerikan yönetiminin, Saddam’ın kitle imha silahları olduğuna ilişkin somut delil bulamaması, Saddam’ın kitle imha silahları olmadığı anlamına gelemezdi. Rumsfeld’in kullandığı ‘delil yokluğu yokluğun delili değildir’ argümanı aslında, ünlü astronomlar Martin Rees ve Carl Sagan’ın popüler hale getirdiği bir mantık. Ancak Rees ve Sagan bu mantık örgüsünü, uzayda, ‘dünya dışında bir yerde hayat var mı’ araştırması bağlamında kullanmıştı. Onların bu sözden kastı şuydu: ”Uzay, bizim ölçülerimize göre muazzam büyüklükte. Ve bu büyüklüğün içinde henüz yaşama denk gelmemiş olmamız, olmayacağı anlamına gelemez.”
Errol Morris, Esquire dergisine verdiği bir röportajda, ana akım medyadan kimsenin bu bağlam farklılığına dikkat etmemesinden yakınıyor:
Rumsfeld’in bahsettiği yer, muazzam büyüklükteki uzay değil, Irak. Ve kitle imha silahlarının bulunabileceği yerler de Irak içinde belirli bir kaç yer. Ben bunu şöyle bir metaforla tanımlıyorum; Birisi size odada bir fil var diyor. Siz de kapıyı açıyorsunuz, odanın içine, yatağın altına, dolaplara bakıyorsunuz. Ve fil falan bulamıyorsunuz. Şimdi, bu delil yokluğuna mı, yokluğun deliline mi işaret. Bence ikincisi…’’ (3 Nisan 2014, Esquier)
Nihayetinde Irak’ta hiçbir kitle imha silahı bulunamadı. Rumsfeld’in yıllarca topluma pompaladığı güçlü söylemin, gerçek dışı olduğu ispatlandı. İkisi de bir ülke için korkunç iki olasılık vardı: Ya başından beri bu gerçeği bilmesine rağmen yalan söylüyordu ya da hayal dünyasındaki vehimler ile somut gerçekleri ayırt etme yeteneğinden yoksun bir kişiliği vardı. Errol Morris, New York Times’taki bir yazısında ‘bundan ne anlamalıyım’ diye yazacak ve ekleyecekti:
Bence uygarlık seviyemiz, bizim somut delillere dayanarak, bilgiyi kanaatten, veriyi fanteziden ayırabilme gücümüzle doğru orantılı. Yoksa, bilinen bilinmeyenleri, bilinen bilinenlerden veya, bilinmeyen bilinmeyenleri bilinen bilinmeyenlerden ayırabilme gücümüzle ilgili değil. İlerlemenin esası budur. X, Y veya Z konusunda hangi somut delilleriniz var? İnanç ve kanaatlerinizi meşrulaştıran nedir? Rumsfeld, bu tür sorularla yüzyüze kaldığı hiç bir zaman cevap veremedi.
İster bir zanna dayansın isterse de bir yalana, bu epistemoloji, bütün otoriteryen eğilimli politikacıların ve rejimlerin ‘bilgi’ sistematiğinin temelidir. Vehimlere, korkulara, paranoyalara, toplumun ilkel içgüdülerine hitap eden soyut bir söylem ve buna uygun bir hikaye üretirler. Dış tehdit, darbe, ajanlık, uluslararası komplo, küresel güçler, yabancı mihraklar gibi somut hiçbir delille ispatlanması gerekmeyecek ‘narrativ’lerle, bir yandan kendilerine inananlar, bir korku kültürüne mahkum edilerek sürüleştirilir. Bir yandan da toplumu ve ülkelerini sürükledikleri yöne her türlü itiraz, her türlü muhalefet, toplumun gözünde bir ajanlığa, vatana ihanete, milli tehdide dönüştürülerek şeytanlaştırılır. ABD’nin 2003’ten sonraki 6 yılda yaşadıkları, Irak Savaşına giden günlerde, ‘kitle imha silahları’ndan bahseden ‘vatansever’ büyük devlet adamlarının değil, New York sokaklarında ‘kitle imha yalanları’ndan bahsederek yürüyen, ‘vatan haini’, ‘marjinal çapulcuların’ haklı olduğunu ve gerçek yurtseverlerin aslında o protestocular olduğunu ortaya çıkardı. Ama, ülke kaynaklarının yıllarca savaşa harcanmasından, binlerce hayatın kaybedilmesinden, bir kuşağının israf edilmesinden sonra…
Yıllar sonra yazdığı anı kitabının adını da ‘Known and Unknown’ koyacak arsızlıkta olan Rumsfeld, Irak’ta kimyasal silah bulunmadığı ispatlanmasına rağmen Irak savaşından dolayı yine de pişman olmadı. En büyük savaş gerekçelerinin bir yalan olmasından dolayı bugün bile en ufak bir mahcubiyet yaşamıyor. Bugün olsa yine aynını yapar. Çünkü bugün aynını yapsa, yine inanmaya hazır bir kitlesi var.
Marx, bir defasında, ‘tarih tekerrür eder, ilkinde trajedi olarak sonrakilerde saçmalık olarak’ demişti. Rumsfeldiyan epistemoloji ile ifade edeceksek, gerçekleri öğrenme cesaretinden yoksun samimiyetsiz toplumlar, bildiği şeylerin, bildiğini zannettiği gerçeklerin çok azı olduğunu bilmediği için saçmalıklar döngüsünden hiç kurtulamıyorlar.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz