Skip to content
Menu

Hitler’in iktidarı, muhafazakar-faşist koalisyonuydu

hindenburg-hitler
Hitler ve dönemin cumhurbaşkanı Paul Von Hindenburg

CEMAL TUNÇDEMİR 

16 Ağustos 2015

Yaygın yanlış kanaatin aksine faşist diktatörlüklerin hiçbiri, monolitik değildir. Yani, faşist rejim, herşeyi belirleyen bir lider, onun etrafında tek bir ideolojik bakışa sahip bir parti ve homojen bir devletten oluşmaz. Hiçbir diktatör tek başına ülke yönetemez. Tamamı bir koalisyona dayanır.

Hitler ve Mussolini rejimleri bile, her ne kadar bu iki liderin adıyla anılsa da birer koalisyondur. Her diktatörün hükmünü sürdürebilmesi için işbirliğini veya kerhen göz yummasını elde etmek zorunda olduğu devlet içi statüko güçleri, ekonomik veya sosyal odaklar vardır. Faşizm, doğası gereği iktidara yürüyebilmek için her zaman statükocu elitlerin ona kapı açmasına muhtaçtır. Faşizm üzerine araştırmalarıyla ünlü Amerikalı tarihçi ve politik bilimci Robert Paxton, Faşizmin Anatomisi adlı kitabında faşist liderin en azından belli bir aşamaya kadar bu statükocu ve muhafazakar elitlerle işbirliği içinde olmasının, onları görmesinin bir zorunluluk olduğunu savunuyor.

Paxton, ‘bugüne kadar ideolojik olarak pür bir faşist rejim olmadığına’ dikkatimizi çekiyor ve ekliyor: Aslında böylesi bir faşist rejim nerdeyse imkansızdır (syf 217). Faşizm üzerine çalışan neredeyse bütün politikbilimciler de, her faşist rejimin, faşist çizgi ile güçlü statükocu ve muhafazakar kuvvetler arasındaki bir koalisyon olduğuna vurgu yapar. Franz Neumann, Naziler üzerine klasikleşmiş eseri Behemoth’ta, 1940’ların başındaki Almanya’yı, ‘’para, güç, prestij ve özellikle korkunun birbirine kenetlediği parti, sanayi, ordu ve bürokrasiden oluşan bir kartelin yönettiği bir ülke’ olarak tasvir eder. Ona göre, Nazizmin otoriter ve otokratik yüzünün gerisinde, rejimi oluşturan belli gruplar arasındaki azgın bir terör, egotizm ve keyfilikten başka bir şey yoktu.

Karl Dietrich Bracher ise 1960’lardaki bir analizinde, Nazizmin muktedir olmasının, muhafazakar-otoriter-teknokrat-milliyetçi ve inkılapçı diktatoryal güçlerin ittifakı ve iznine bağlı olarak mümkün olabildiğini yazıyor. Martin Broszat ise Hitler’in kabinesindeki muhafazakaları ve milliyetçileri, ‘Hitler’in koalisyon ortakları’ olarak tanımlıyor. Hans Mommsen, 1970’lerdeki bir analizinde Nazi yönetimini, faşist elitler ile geleneksel grupların liderleri arasındaki ittifaka dayanan bir hükümet sistemi olduğunu ve bu ittifakın, farklılıklarına rağmen, ‘solu ezme’ ortak amacıyla birbirine kenetlendiğini belirtiyor.

Peki öyleyse neden Alman faşizmi deyince aklımıza sadece Hitler veya İtalyan Faşizmi deyince aklımıza sadece Mussolini geliyor?

Bu algı, sanıldığının aksine bu iki liderin iktidarı sırasında oluşmamıştır. Bunda, iki lidere sonuna kadar destek vermiş Alman ve İtalyan statükocu, muhafazakar, bürokratik çevrelerin, savaş sonrasında,  kendilerinin de aslında faşizm mağduru olduklarını gösterme kurnazlığının payı var. Statükocu elitler, muhafazakarlar, bürokratlar, askerler ve maaşlı aydınların yoğun bir şekilde bütün suçları Hitler ve Mussolini’nin kişisel iradesine indirgeme propagandası, sonraki yıllarda Alman Faşizmini Hitler’den ve İtalyan faşizmini Mussolini’den ibaret görme yanılgısına yol açmıştır.

Devlet – parti savaşı ve diğerleri

Robert Paxton, bazı yorumcuların faşizmin saray içi savaşlarını, ‘parti ile devlet arasında bir çekişmeye’ indirgediklerine dikkat çeker(syf 219). Ernst Fraenkel’in Nazi Almanya’sını ‘ikili devlet’ diye tanımlamasını örnek gösterir. Bir, anayasada belirtilen geleneksel kurumlaryla normatif devlet var, bir de asıl işi gören ve milli menfaatlerin temsilcisi olduğuna inandığı için kendini her türlü yasadan üste gören parti eksenli ‘iç devlet’ var. Almanya’da devlet başkanı Hinderburg’un 1934’te ölümüyle yalnız kalan Hitler, ağırlığını partiden yana kullandı ama ikili devlet yapısı da devam etti. Hitler, 1919’da yazılan Weimar Cumhuriyeti anayasasını yürürlükten kaldırıp yeni bir anayasa yapmadı. Ama kendisini de hiçbir zaman ülkenin anayasası ile bağlı görmedi. Yürürlükteki anayasaya hiçbir şekilde uymadı. İtalyan faşizmi de ‘ikili devlet’e sahipti Ama Mussolini, Hitler’den farklı olarak parti yerine devlet tarafına ağırlık verdi. Bunda hiç şüphesiz iktidarını Kral 3. Victor Emmanuel ile paylaşmak zorunda olmasının da rolü vardı. Mussolinin bütün şefliği döneminde başında bu kral vardı ve nihayetinde 1943 Temmuz’un da onu görevden alan da bu kral oldu.

Elbette faşist yönetimde parti-devlet gerilimi vardır ama faşist rejim içindeki hükmetme mücadelesi, sadece parti ile devlet veya kanunlarda yazan veya perde arkasındaki parti devleti arasında yaşanmaz. Faşist partiler devlet dışı sosyal çetelerini, organizasyonlarını da oluşturur. Parti, mevcut sosyal grupları, Nazi propaganda makinasının ‘gleichschaltung’ dediği (güç birliği, koordinasyon) politikasıyla ile aynileşmeye tekleşmeye zorlar. Bu da partiye destek veren sosyal gruplar arasında ayrı çatışma alanları açar.

Faşizmin en büyük yalanı: İstikrar ve güvenlik

Faşist rejim ile ilgili bir başka büyük yanılgı da bu rejimin statik olduğu düşüncesi… Yani, lider mutlak iktidara ulaşınca tarih de sona erer ve onun için mutlak hükümranlık ve şatafat, ülke için de güvenlik içinde istikrar dönemi başlar düşüncesi… Ancak gerçekte bu hiç olmadı ve olması da olanaksız. Bütün faşist rejimlerin tarihi iç çekişme ve gerilim tarihidir. Bu rejimde iç çatışma hiç bir zaman sona ermez. Erkler, makamlar ve ganimetler paylaşılırken ise doruğa çıkar. Anayasal yapı ve hukukun üstünlüğü kalmadığı için faşist diktatörlük, koalisyon güçleri, yani parti ile devlet, muhafazakarlar ve faşistler, devlet içi bürokratik odaklar, güvenlik birimleri, parti tabanındaki sosyal gruplar arasında sonu gelmez bir iç iktidar mücadelesidir. Güçlü olanın ayakta kalacağı sosyal darvinizm iklimidir. Bu nedenle de güç için her yol mubahtır bu rejimde. Bir ahlaksızlık yarışıdır aynı zamanda.

Dahası Faşist rejimin koalisyonundaki gerilimler kalıcıdır. Çünkü çatışan taraflardan hiçbiri, diğerini tam anlamıyla yok etmeyi göze alamaz. ‘Birimiz düşerse hepimiz düşeriz‘ korkusu hakimdir. Paxton bunu, şu şekilde anlatır:

‘’Muhafazakarlar, beğenmeseler bile faşist liderden kurtulmaya tereddüt ediyorlardı, çünkü bu durumda solun yeniden iktidar olacağından korkuyorlardı. Hitler ve Mussolini ise statükocu güçlerin ağırlıkla kontrol ettiği ekonomik ve askeri kaynaklara muhtaçtı. Aynı zamanda diktatörler, toplumsal tabanlarını kaybetmemek için yaygaracı popülist partilerini zayıflatmayı çok göze alamazlar. Faşist rejimin koalisyonu içindeki her mücadeleci element, kuvvetler dengesini bozup muhalif sola fırsat yaratmama korkusuyla mücadele ettiği diğer elementi açıkça ve tamamen yok edemez (syf 224).

Rejim içi kavga liderin işine gelir

Paxton’a göre, faşist lider, kurdurduğu ve faşist rejim içinde sonu gelmez bir üstünlük mücadelesine girişen alt organizasyonları kullanarak ana statükocu damarı ve normal devlet kurumlarını, onlarla açıkça karşı karşıya gelmeden pasifize eder. Çoğu militan düzeyindeki bu alt organizasyonlar, liderin önceliklerine göre hareket etmek üzere otonomi kazanırlar.

Faşist rejimi oluşturan koalisyon içindeki sonu gelmez savaşın lidere kazandırdığı en önemli avantajlardan biri de bu koalisyonu oluşturan alt güçleri, ‘kendi aralarındaki iç savaşta kaybeden olmamak için’, liderin en hazzetmedikleri politikalarını bile güçlü şekilde desteklemek zorunda bırakması. Bununla beraber, faşist liderin sosyal ve bürokratik statükocu muhafazakarlardan kendini kurtarması uzun sürebilir. Nitekim Hitler, 1942’de topyekün savaş başlayıncaya kadar kendini tam anlamıyla, askeri, dini liderler ile kamuoyundan özgürleştiremedi.

Karizmatik ve mistik lider imajı olmazsa olmaz

Elbette bu koalisyon içinde ‘Duce’ veya ‘Fuhrer’ özel bir üstünlüğün keyfini sürer. Bu, normal demokratik rejimlerdeki liderliğe benzemez. Bu liderlik, destekçisi tabanın gözünde,ulusun kaderini ve en yüce iradesini temsil ettiği iddiasındaki, hipnotize edici mistik bir karizma üzerine kuruludur. Milletin yükselişini ve iradesini temsil eden bu lidere düşmanlık ülkeye düşmanlıktır. Her faşist rejim böylesi bir kişisel karizmaya muhtaçtır. Bu liderlik kültü etrafında kenetlenmek halka, Adrian Lyttelton’un deyimiyle ‘tarihsel bir rol oynama ayrıcalığı hissi’ yaşatır. Beklentiyi bu derece yükseltmek ise Faşist liderin en büyük kumarıdır. Çünkü sihiri az biraz bile bozulduğunda faşist bir liderin yok olması, demokratik liderin tarih sahnesinden çekilmesinden çok daha hızlı şekilde gerçekleşir.

Faşizm bilgisinin klişelere veya Hitler ile Mussolini’nin karikatürize edilmiş imajına dayalı olması, birçok insanın faşist bir yönetimin parçası veya destekçisi olduğunu farkedememesinin en önemli sebeplerinden biridir. Faşizm, tek bir lider ve onun iradesinden ibaret değildir. Rejimi oluşturan lider, partisi, devlet ve geleneksel ekonomik ve sosyal güçler arasındaki sonu gelmez çekişme ve tansiyonu da bilmek lazım. Bu doğası gereği, faşist rejim, herkesin her zaman herkese karşı olduğu ‘Hobbesian‘ bir savaş iklimidir. Sakin zamanında bile tek adam rejimi, demokratik bir rejimden çok daha fazla kriz ve istikrarsızlık üretir. Sadece, medyaya ağır baskı nedeniyle halk bunları zamanında öğrenemediği için krizlerden haberi olmaz.

Koalisyonsuz tek bir devlet yönetimi yoktur. Öyle ya da böyle her yönetim bir koalisyondur. Demokratik ve şeffaf rejimlerde halk, koalisyonun parçalarını ve onların sorumluluk alanlarını bilir. Böylece bu taraflara sorumluluklarının hesabını sorabilir. Faşizmde ise koalisyon kirli ve gizli pazarlıklar üzerine kuruludur. Örtülü koalisyonun savaşan aktörleri dışında kimse yönetim duvarlarının arkasında ne olduğunu, ne alındığını, ne satıldığını bilmez.

Faşizme, ‘istikrar’ ve ‘huzur’ için katlanmaya eğilimli kişiler, ya faşizmin tarihini bilmiyorlar ya da ‘huzur’ ve ‘istikrar’ nedir bilmiyorlar…

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz