Skip to content
Menu

Kennedy ve sanatçının özgürlüğü

frost-kennedy
86 yaşındaki şair Robert Frost ve onun şiirlerinin hayranı 46 yaşındaki John F. Kennedy, sadece 11 ay arayla aynı yıl hayatlarını kaybettiler.

CEMAL TUNÇDEMİR

22 Kasım 2016

İki ay önce sürpriz şekilde ABD başkanlığına seçilen 43 yaşındaki senatör John F.Kennedy’nin yemin töreni için 1961 yılı Ocak ayı başlarında son hazırlıklar yapılmaktaydı. Yemin töreninde Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri kabul edilen şair Robert Frost’un bir şiir okuması fikri ortaya atıldı.

Daha önce hiçbir Amerikan başkanının yemin törenine bir sanatçı dahil edilmemişti. JFK bu fikre çok değer verdi ve gençliğinden beri hayranı olduğu Frost’a davetiye yolladı. O günlerde 86 yaşında olan efsane şair, ABD’nin gelmiş geçmiş en genç başkanı olan Kennedy’e gönderdiği telgrafta, ‘’Eğer sen bu yaşta ABD başkanı olmanın onurunu taşıyabiliyorsan, ben de bu yaşta senin yemin töreninin bir parçası olma yükünü taşıyabilirim’’ yanıtı verdi.

Kennedy, ondan, 1942’de yayınlanan “The Gift Outright” şiirini okumasını istemişti. DC’ye gelen Frost, gördüklerinin heyecanı ile, ”sanatçıların da devlet aklında sesi olması gerektiğini” anlatan ‘Dedication (İthaf)’ adını alacak 41 satırlık bir şiir yazdı. Ancak yemin töreni gününün soğuk ve sert rüzgarında kağıttan okumayı başaramayınca, ezberindeki “The Gift Outright” şiirini okuyacaktı.

Sonradan edindiği ‘Dedication’ şiiri Kennedy üzerinde büyük etki bıraktı. Frost o dondurucu Ocak gününden tam iki yıl sonra 1963 yılı Ocak ayında öldü. Aynı yıl 26 Ekim 1963 günü Kennedy, Frost’un ölmeden önce hocalık yaptığı Amherst Üniversitesinde düzenlenen anma programında, politik hayatının en etkili konuşmalarından birini yapacaktı.

‘’Güçlü olmanın değişik şekilleri var’’ diye konuşan Kennedy, ‘’İlk aklımıza gelen şekiller her zaman en önemlileri değil’’ diyecek ve ekleyecekti:

‘’Güç yaratan insanlar ülkelerinin büyümesine çok önemli bir katkı yaparlar. Ancak bu gücü her fırsatta sorgulayan insanlar da aynı büyüklükte bir katkı yaparlar. Biz mi gücü kullanıyoruz güç mü bizi kullanıyor anlamamıza yardım ederler.
(…)
‘’Robert Frost, güç ve şiiri bir araya getirdi. Çünkü, şiirin, gücün kendisini bile güçten korumasının bir aracı olduğunu görmüştü. Güç insanı kibre yönlendirdiğinde, şiir ona gerçekte aciz biri olduğunu hatırlatır. Güç insanın ilgi alanını daralttığında, şiir ona varlığın zenginliğini ve çeşitliliğini anlatır. Güç yozlaştığında şiir onu arındırır. Çünkü, sanat, muhakememizin mihenk taşı olarak hizmet edecek temel insani gerçeği inşa eden şeydir.

Sanatçı, hakikate sadakatiyle, müdahaleci toplum ve resmi devlete karşı direnecek son bireysel zeka ve duyarlılığa dönüşür. Şahsi hakikat algısı yolunda, sık sık zamanının hakim rüzgarına karşı yelken açmak zorunda kalır. Bu da çok da popüler bir iş değil.

Eğer bazı zamanlar en büyük sanatçılarımız, toplumumuzun en büyük eleştiricileri oluyorsa, sahip oldukları adalet duyarlılığı ve kaygısıyla -ki gerçek her sanatçıda olması gereken şey-, ülkenin en yüksek potansiyeline ulaşmakta yetersiz kaldığını görebiliyor olmalarındandır. Ülkemizin ve uygarlığımızın geleceğinde, sanatçının yeri ve önemini anlamaktan daha fazla önemli çok az şey vardır.

Eğer sanatın, kültürümüzün köklerini besleyen şey olduğuna inanıyorsak, toplum, sanatçıyı, kendi kişisel vizyonunu -bu vizyon onu nereye götürürse götürsün- takip etmekte özgür bırakmalıdır.

Asla unutmamalıyız ki sanat propagandanın bir formu değildir; hakikatin bir formudur. Özgür bir toplumda sanat bir silah değil. Polemik ve ideolojilerin atmosferine ait bir şey değil. Sanatçılar ruhlara şekil vermekle görevli mühendisleri değil. Başka ülkelerde böyle görülebilir. Ancak demokratik bir toplumda, yazar, besteci, sanatçının en yüksek görevi kendi iç dünyasına karşı samimi olmasıdır.

Sanatçı, nereye döküldüğüne aldırmaksızın eteğindeki taşları dökmelidir. Kendi kişisel hakikat vizyonuna hizmet eden bir sanatçı ülkesine en büyük hizmeti yapmış olur. Ve sanatçının bu misyonunu küçümseyen her toplum, Robert Frost’un, ‘’geride gurur duyacağı, önünde umut bağlayacağı hiçbir şeyi olmayan’’ ırgatının kaderini yaşar.’’

Kennedy, etrafında kendisinden zeki, kendisinden duyarlı, kendisinden adil insanlar bulundurup onların tavsiyelerini dinlemekten rencide olmayacak kadar olgun başkanlardandı. Kendi kişisel konumuna çok daha geniş perspektiften bakabildiğini gösteriyordu. Katıldığı bir televizyon programında, ‘yüzyıllar sonra bugünün tozu toprağı dağıldığında kimse bizim politik başarılarımızı veya yenilgilerimizi hatırlamayacak. Tek hatırladıkları bizim insan ruhuna ne kadar katkı yapabildiğimiz olacak’ demişti.

Kendisine karşı dürüst olmak’ Kennedy’nin sanattan öğrenip yaşamına aktarmaya çalıştığını söylediği en önemli şeydi. İkinci Dünya Savaşının tamamında aktif savaş cephelerinde askerlik yapıp yaralandığı halde, politik kulvarlarda milli kahraman pozu takınmaması da bundandı. Bir gün bir lise öğrencisinin, ‘Sayın Başkan, nasıl savaş kahramanı oldunuz?’ şeklindeki sorusuna kendisini kutsayan bir kahramanlık öyküsü anlatmak yerine, ‘’Gönüllü olmadım. Kesinlikle irademin dışında oldu. Gemimi batırdılar, mecbur kaldım’’ diye yanıt verecekti.

1950’lerin sonundaki bir televizyon programında da savaşta gemilerinin batırıldığı anı soran sunucu Edward Murrow’a, ‘ilginç bir deneyimdi’ diye kısa bir yanıt verecekti. Hamasi bir öykü bekleyen Murrow, ‘ilginç bir deneyim mi?’ diye söylenerek şaşkınlığını ifade edecekti. Çünkü karşısında, 1943 Ağustos ayında Güney Pasifikte, gemisi Japonlarca batırılan ve sadece kendisi kurtulmakla kalmayıp, yaralı bir askerinin can yeleğini de dişleriyle kavrayıp üç mil ötedeki adaya yüzerek ulaştıran ve bu ıssız adada günlerce kurtarılmayı bekleyen biri vardı sonuçta.

Wisconsin’da bir Kızılderili kabilesi tarafından onursal şef ilan edilip Kızılderili kıyafetleri giydirildiği törende yeni kabilesine hitaben, ‘’Bundan sonra her kovboy filmi seyretmeye gittiğimde, bizim tarafı tutacağıma söz veriyorum’’ diye konuşacaktı.

Eşi Jacqueline Kennedy ,1962 yılındaki Fransa ziyareti sırasında akıcı Fransızcası ile başta devlet başkanı De Gaulle olmak üzere bütün Fransa’nın hayranlığını ve sempatisini kazanmıştı. Karısının Fransa’daki bu popülaritesini gören ABD Başkanı Kennedy, Paris’te resmi basın toplantısına kendisini tanıtarak başlama ihtiyacı hissedecekti: ‘’Ben, Jacqueline Kennedy’e Fransa ziyaretinde eşlik eden adamım’’.

Kendisi hakkında tarih yapan, tarih yazan, insanüstü biri zannıyla kendisini kutsayan eden bir devlet başkanı değildi. ‘Sadece bir başkan‘ olduğunun farkındalığı sayesinde haddini bilmesinin muhataplarına yaydığı rahatlığı en fazla sanatçılar takdir etti, en fazla onlar sevdi. Onun sadece 3 yıl süren başkanlığında Beyaz Saray, tarihinde ağırlamadığı kadar sanatçı, bilim insanı ve yazar ağırladı.

Washington’ı ziyaret eden Fransa Kültür Bakanı André Malraux onuruna Beyaz Saray’da verdiği ve Amerikan sanat ve edebiyat hayatının birçok önemli isiminin de katıldığı yemekte, ‘’Beyaz Saray son zamanlarda sanatçılar için bir yemek yerine dönüştü. Ancak hiçbiri bize henüz çıkma teklif etmedi’’ diye takılacaktı. Çünkü sanatçılar ve aydınlar da ona hiçbir zaman yalakalık yapma ihtiyacı duymuyorlardı.

29 Nisan 1962 günü ABD’nin Nobel ödülü kazanmış bütün bilim insanı ve yazarlarını Beyaz Saray’da yemeğe davet etmişti. Virginia’nın güney şehri Charlottesville’deki evinde yaşlılığının keyfini çıkaran ünlü roman yazarı William Faulkner, ABD başkanının yemek davetini reddetmişti. New York Times gazetesinin ‘başkanın yemeğine neden katılmadınız?’ sorusuna ise büyük yazar tek cümlelik bir yanıt göndermişti: ‘Çünkü yemek yiyeceğimiz yer yüzlerce mil ötede. Sırf yemek yemek için çok uzun bir yol’.

Kennedy’nin o gün kapıda karşıladığı konukları arasında, haftalardır hergün olduğu gibi o gün de  sabahtan beri Beyaz Saray’ın önünde Kennedy’nin nükleer silahlanma politikasını protesto eden Nobel kimya ödülü sahibi Linus Pauling de vardı. Yemek saati gelince protestosuna ara veren Pauling, hoteline gitmiş smokinini giymiş ve elinde davetiyesi ile geri gelmişti. Kennedy onu görünce gülerek, ‘’Acıktın herhalde, yemek yemek için içeri gelmeye karar verdiğine sevindim’’ diye takılacaktı.

Aykırı düşünce ve eleştiriyi bir ‘düşmanlık eylemi’ olarak görmüyordu. Senatörken yazdığı ve 1957 yılında biyografi dalında Pulitzer Ödülü kazanan ‘Profiles in Courage’ adlı kitabında, Amerikan senato tarihinden 8 senatörün öyküsünü anlatmıştı. Bu sekiz senatörün Kennedy’de saygı uyandıran ortak yanı, partileri, seçmenleri ve toplum aksi yanılgıyı savunduğu halde, seçimi ve koltuklarını kaybetme pahasına ‘doğruya doğru’ demekte ısrarcı olmalarıydı.

Kendisi de kanserden ölen Amerikalı ressam Edwin Abbey, ‘sırf büyük olmak için büyümek kanser hücresinin ideolojisidir’ demişti. Sadece büyümeye, sadece kazanmaya odaklanmış bir kişi, bir topluluk, bir ülkenin insanlığa ve uygarlığa bir tehdide dönüşmesi kaçınılmazdır. Kennedy’nin Amherst College’de şair Robert Frost’u anma törenindeki konuşmasında hem şiirsel hem de politik nedenlerle okumadığı bir kısım daha vardı:

‘’Nükleer stokumuz, milli gelirimiz, bilimsel ve teknolojik başarılarımız, sanayimiz ile çok avunuyoruz. Bir noktaya kadar bunda sorun da yok. Ancak fiziksel güç tek başına hiçbir problemi çözmez, hiçbir başarıyı kalıcı hale getirmeye yetmez. Önemli olan bu gücün nasıl kullanıldığıdır. Büyüklenme ve aşağılamayla mı yoksa sağduyu, disiplin ve yüce gönüllülükle mi kullanıldığıdır. Önemli olan bu gücün hangi amaçla kullanıldığıdır. Sırf büyük olmak için büyümeye çalışmak için mi, özgürleşmek için mi kullanıldığıdır. ‘’Bir devin gücüne sahip olmak harika bir şeydir’’ diyor Şekspir, ‘’Ama gücü bir dev gibi kullanmak zalimliktir’’.

John F. Kennedy, şair Frost için yukarıdaki anma konuşmasını yaptıktan sadece 27 gün sonra 22 Kasım 1963 günü Dallas’ta uğradığı silahlı saldırı ile yaşamını yitirdi.

Üç gün sonra 25 Kasım’da New York’ta, ABD’nin birçok önde gelen sanatçı, yazar ve aydını bu kez onu anmak için toplanacaktı. ABD’nin efsane bestecisi ve orkestra şefi Leonard Bernstein bu anmada şöyle konuşacaktı:

‘’Bu ülkede, Kennedy’i sevmeyen tek bir müzisyen bilmiyorum. Amerikalı sanatçılar son üç yıldır Beyaz Saray’a baktıklarında, bugüne kadar hiç olmamış şekilde sıcaklık ve yakınlık hissine sahiptiler. Başkan Kennedy sanatı hep onurlandırdı. İster notayla, ister kelimelerle, ister elle, isterse boya ile ifade edilsin insan zekasının her yaratıcı dürtüsüne hürmet gösterdi. Bu hürmetini öldürülmeseydi yapacağı son konuşmada da bir kez daha sergiliyordu. Konuşma metnine göre şunu diyecekti: ‘’Amerikan yönetiminin biricik klavuzu öğrenmek ve akıl olmalı.’’ Öğrenmek ve akletmek… Böylesi lanet bir kurşunun tetiğini çekebilecek birinin yoksun olduğu iki unsur.’’

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz