Skip to content
Menu

Hippiler ve ‘aşkın yazı’ndan geriye kalan

Amerikalı fotoğrafçı Bernie Boston’ın 21 Ekim 1967 günü Hippilerin Vietnam Savaşını durdurmak için Pentagon’a gerçekleştirdiği yürüyüş sırasında çektiği bu kare bir dönemin sembolü oldu.

CEMAL TUNÇDEMİR

14 Ağustos 2011

‘’Love is all you need’’  
 – Beatles –

Herşey Wall Street Journal ve New York Times gazetelerine verilen bir ilanla başladı. John Roberts ve kendisi gibi girişimci arkadaşı Joel Rosenman, bu iki gazeteye verdikleri ilanda, “Paramız var ama ne yatırım yapacağımızı bilmiyoruz. Bize fikir verecek ortaklar arıyoruz” dediler. Beş bini aşkın yatırım önerisi geldi. Bunların içinde Michael Lang ve Artie Kornfeld’in teklifi hoşlarına gitti. Ve bu dörtlü kafa kafaya verip, Michael Lang’ın yazlarını geçirdiği, New York’un 2 saat kadar kuzeyindeki küçük Woodstock kasabasında bir müzik kayıt stüdyosu kurmaya karar verdiler. Ancak işler düşündüklerinden çok farklı gelişti.

Tam 42 yıl önce yine böyle bir Ağustos günü, New York’un 2 saat kuzeyindeki 2 kilometrekarelik tenha bir alanı dolduran yarım milyon kişi ile, 20’nci yüzyılın en çok konuşulan sosyal etkinliklerinden birine imza atarken buldular kendilerini. Projeleri ve paraları o hafta arazinin çamuruna gömüldü ama isimleri tarihe yazıldı.

Kimdi bu yarım milyon kişi? 1950’li yıllar New York’unda ve özellikle de bu kentin en sıra dışı semti olan Greenwich Village’ta tohumları atılan bir alternatif kültürün çocuklarıydı. Village’da kümelenen, şair, romancı, aktivist, gezgin, Jack Kerouac ve arkadaşları sadece Amerika’da değil bütün dünyada birkaç kuşağın hayatında derin izler bıraktılar.  İkinci Dünya Savaşı sonrası, ABD’nin önde gelen şehirlerinin yanı başında kırlık ormanlık muhitlerde ‘suburb’ adı verilen üst-orta sınıf banliyölerin oluştuğu yıllar. İşte Kerouac’ın çetesindeki birçok isim, bu banliyölere yerleşen konformist ve muhafazakar ailelerin çocukları.

Yaşamı, iş-kariyer- banliyö üçgenine mahkum eden kapitalist muhafazakarlığın ruhlarında yarattığı derin boşlukla arayışına başlayan bu kuşak, Amerika’nın taşra şehirlerine eyaletlerine doğru kendilerini yollara vurdu. Kerouac, 1947, 1949 ve 1950 yıllarında yaptığı yolculukları 1951 yılında Manhattan’daki ucuz dairesinde 3 haftada kaleme aldı. Yazılışından 8 yıl sonra okuyucuyla buluşan ‘’On the Road’’ 20’nci yüzyılın en çok okunan yol kitaplarından biri oldu.

Jack Kerouac

Beatnik kuşağı

Kerouac, dostu Alen Gingsberg, Gregory Corso ve birkaç Columbia Üniversitesi öğrencisi, 1950’lerin başından itibaren, “Beat Kuşağı” diye anılacak kültürel hareketin çekirdeğini oluşturdular.  “Beat Generation” tanımını ilk defa 1948 yılında Kerouac kullandı. Genelde kuşak denildiği için bunların oldukça kalabalık bir hareket olduğu sanılır. Beat üyesi Hettie Jones, bir defasında, ‘’Aslında bir kuşak olamazdık. Çünkü hepimiz bir araya geldiğimizde benim oturma odama sığıyorduk’’ diye yazacaktı.

“Beat” sözcüğünü gruba, ekibin homoseksüel ve berduş üyesi Herbert Huncke getirdi. “Bitkin” , “hayatın vurgununu yemiş” gibi bir anlamda kullanıyormuş Huncke bu sözcüğü. Kerouac ise bu anlamı  “upbeat (neşeli müzik temposu)” gibi anlamlarla canlı hale getirir.

20’li yaşlarındaki bu grup, 1950’lerin ortasında bir süreliğine San Francisco’ya taşınınca, hem kendileri hem de San Francisco tarihin en büyük ‘’alt kültür’’ hareketlerinden birinin odağına dönüştü. San Franciscolu nizami gazeteci, mümtaz adam, üretken kalem Herb Caen, o günlerde uzaya fırlatılan Sovyet uydusu Sputnik’ten esinlenerek bu Beatçileri “Beatnik” diye adlandırdı. Herkes “Beatniklerden” bahsediyordu artık…

Beat’li Hippiler

1960’lara gelindiğinde Beatnik kuşağı yerini, bu alt kültürün belirgin özelliklerini çok daha ileri götürecek yeni bir kuşağa bırakacaktı; Hippiler

Malcolm X, 1964 tarihli ünlü biyografisinde, Hippi sözcüğünün, 1940’lı yıllarda Afrika kökenli Amerikalılarca, ‘zenciden daha çok zenci gibi yaşayan beyazları’ tanımlamak için kullanıldığını anlatıyor.

Aslında ‘hippi’den önce ‘hipster’ tedavüle girdi. İlk defa Harry Gibson ve Eddie Choe tarafından kullanılan ‘hipster’ sözcüğü, beatnik’lerce, 1940’lı ve 1950’li yıllarda caz ve swing müzisyenler için kullanılmaya başlandı.

Alışılmışın dışında giyinen, alışılmışın dışında bir müzik dinleyen (rock’n roll), alışılmışın dışında bir kültür geliştiren bu kuşağın ilk temsilcileri, ABD’nin iki ucunda kümelenmeye başladılar. En doğudaki New York’un ‘Village’ semti ve en batıdaki San Francisco’nun Haight-Ashbury bölgesi… Village her ne kadar hippiliğin teorisinin ve ilk kıvılcımlarının doğduğu yer olsa da dünya gündemine ‘’Haight’’ ile girdi bu sosyal hareket….

New York’tan gelen hippilerin yerleştiği bu arka mahallede, daha sonra adı San Francisco State Üniversitesine dönüşecek ‘’SF College’’ öğrencileri de okullarını terkederek, saykadelik ilaçları tüketip kendilerini hiçliğe bıraktıkları komünal bir sosyal çevre oluşturdular. Bu ucuz, pasaklı arka mahalle bir anda ünlendi. ABD’nin her yerinden gençler buraya gelip bu çevreye katıldı. 1966 Haziran ayına gelindiğinde 15 bin hippi yaşıyordu bu mahallede.

1950’lerin sonunda Village kafelerine takılan beatnik liderler, gençler, kendilerinden olanı, banal olmayan anlamında, ‘hip’ diye anıyordu. New Yorklu beatnik’lerden Chan Romero 1959 yılında ‘’Hippy Hippy Shake’’ diye bir şarkı yazmıştı. 1963 yılında bu şarkı ile İngiliz grup, ‘’The Swinging Blue Jeans’’ dünya müzik listelerine fırtına gibi girdi.

5 Eylül 1965 günü ‘hippi’ sözcüğüne ilk defa ana akım medyada rastladığımız gündür. San Francisco’lu gazeteci Michael Fallon, ‘’Beatniklerin yeni cenneti’’ başlıklı yazısında, Haight semtine taşınan bu yeni kuşak Beatnikler için ‘hippi’ kelimesini kullandı. O da Norman Mailer‘den esinlenmişti. Ancak bu isimlendirme kitle medyasının dikkatini ancak 2 yıl sonra çekebildi. ‘’Beatnik’’ kelimesinin mucidi olan San Francisco Chronicle gazetesinin köşe yazarı Herb Caen, günlük yazılarında sık sık ‘’hippi’’ terimini kullanarak, bu adlandırmayı genel kabul gören bir isme dönüştürdü.

Hippiler, bu nedenle Herb Caen’e her zaman özel bir sempati duydular. Tam 30 yıl sonra 1997’de öldüğünde, cenazesi için ABD’nin her yerinden toplanan bir zamanların binlerce hippisi, cenazeyi San Francisco sokaklarından havai fişekler patlata patlata gezdirdikten sonra götürüp toprağa verdiler. Müthiş bir uğurlamaydı…

Beyaz tavşanın peşinde…

Amansız bir arayışın pençesine düşmüş bu hepsi birbirinden zeki, muhalif ve içten insanlar, sadece coğrafyanın yollarına değil, çocukluğumuzdan itibaren “alıştırıldığımız” sosyal yaşamın ötesine de yolculuğa hazırdılar. Kapitalizmden kaçıp Budizme iyice yönelmeye başladıkları dönemdir bu aynı zamanda.

Beatnikler, parçası olmaya zorlandıkları ve sahtelik üzerine kurulu sosyal düzenden, çocukluklarından itibaren anne babalarından, çevrelerinden edindikleri kimliklerinden özgürleşmek istiyorlardı. Ancak bu “arınma” yolunda çok fena bir klavuzun pençesine düştüler; kimyasal maddeler.

Marihuana en masumu ve tek doğal olanıydı. Ancak, marihuanada kimse durmuyordu. En kötüsü de psychedelic (halüsinojen) ilaçlardı. En başta da bir kuşağı mahveden, kısaca ‘asit’ dedikleri LSD (lysergic acid diethylamide). Psychedelic kelimesini ünlü kara ütopya yazarı Aldous Huxley ünlendirdi. George Orwell’in zorba totaliter diktatörlüklerin ürpertici karanlığını yazdığı yıllarda, Huxley de, insanların otoriteye boyunlarını korkuyla değil gönüllü şekilde teslim ettiği kapitalist totaliterliği, “Cesur Yeni Dünya” adlı sıradışı karşı ütopyada yazarak, ‘beat kuşağını’ çok etkilemişti.

Huxley, “The Doors of Perception (Algının Kapıları)” adlı kitabında, bizzat kendi uyuşturucu deneymini anlatmıştı. Psychedelic ilaçların, beynin algı filtrelerini devre dışı bıraktığına ve bu sebeple de insanın günlük basit eşyalarda bile normalde algılamadığı birçok detayı algılamaya başladığına inanıyordu. Bir psikiyatristin gözetiminde ‘’meskalin’’ adlı ilaçtan alan Huxley, ilacın etkisinde gördüklerini “Algının Kapıları” kitabında anlattı. Huxley, “Adem’in yaratılışı esnasında hissettiklerini yaşadığını” iddia etti. Bu kitap, Beatnikler ve devamı olan kuşakların üzerinde çok derin etki bıraktı. Rock tarihinin en efsane gruplarından biri olan “The Doors”, adını, Huxley’in bu kitabından aldı.

Özgürlüğe niyet beyaz köleliğe kısmet

Beatnikler ve Hippiler, insanlık tarihinin en kitlesel uyuşturucu tüketiminin aktörleri oldular. Özgürlükleri için ‘’otomatize edilmiş toplum’’dan kaçarken, önemli bir kısmı, LSD 25, DMT, mor sis, MDMA, turuncu günışığı, sentetik meskalin, psilocybin, morfin, STP ve benzeri isimlerle anılan birçok kimyasalın kölesi haline geldiler. Yeryüzünde çok ciddi bir politik ve kültürel açılım yapabilecek hareket, birkaç yılda, uyuştu. Bazı komplo teorilerine göre ise, hippiler ‘’derin devlet tarafından uyuşturucuya gömülerek pasifize edildiler.”

‘Uyuşturma’ konusunda ‘derin devleti’ bilmem ama bir başka aktörün rolü çok açıktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’de boy veren ilaç endüstrisi, bu fırsatı çok iyi kullandı. Dow Kimya’nın reklam afişlerinden biri, “Better living through chemistry (Kimya ile daha iyi bir yaşam)” şeklindeydi. Henüz reçeteli hale gelmemiş bir çok uyuşturucu hap üretiyor ve satıyorlardı.

Şarkıları, şiirleri, kitaplarında bir ara sadece uyuşturucu ve uyuşturucu etkisinde gördükleri vardı. John Lennon’un yazdığı, “With a Little Help From my Friends” şarkısında bahsettiği arkadaşı uyuşturucuydu. Beatles’ın “Lucy in the Sky With Diamonds” şarkısı da, Jimmy Hendrix’in Purple Haze’ı da…Hippilerin o dönemdeki en etkin müzik grubu olan The Grateful Dead, çoğu konserine halisünasyonlar gördüren LSD almış halde çıkıyordu. O dönemin en güçlü ‘asit üreticisi’ olan Owlsley Stanley’in elinde maymun olmuşlardı. The Grateful Dead’ın üyeleri bile bir dönem LSD satıcılığı yapacaktı. Grubun menajeri olan ve ‘’Ölümle Yaşamak’’ kitabının yazarı Rock Scully, The Doors’un efsane adı Jim Morrison’un da Stanley’in pençesine düşenlerden biri olduğunu iddia ediyor. Oliver Stone da, The Doors adlı ünlü belgeselinde grup üyelerinin uyuşturucu dramını etkileyici bir şekilde sergiliyor. O zamanlar Yardbirds ve Cream gibi gruplarda gitaristlik yapan Eric Clapton, ‘’Cocaine’’ diye bir şarkı yazarken, ünlü grup Velvet Underground, “Heroine” adlı bir şarkı yapıyordu.

Ancak çok geçmeden art arda gelecek trajediler, onlara harikalarla dolu bir dünyaya değil, kör bir kuyunun dibine indiklerini gösterdi. Gelmiş geçmiş en efsanevi gitaristlerden biri olan Jimi Hendrix henüz 28 yaşında barbitürat dozaşımından, şarkıcı Janis Joplin henüz 27 yaşında eroin-alkol-valium dozaşımından, Rock müziğin en efsane isimlerinden biri olan Jim Morrison henüz 27 yaşında eroinin tetiklediği kalp krizinden ölecekti. Tabii ki bununla sınırlı değildi. Who grubunun bateristi Keith Moon, Rolling Stones’un gitaristi Brian Jones, Grateful Dead’in gitaristi ve solisti Jerry Garcia, Sublime’dan Brad Nowell, Blind Melon üyesi Shannon Hoon ve ismi duyulmamış binlercesi, ‘Harikalar Dünyasına’ girdiklerini sandıkları deliklerde genç yaşlarında can verdiler. Boşuna, “1960’ları hatırlıyorsan, o zaman gerçekten orada değildin” demiyorlar.

Bugün bile yaşayan birçok kıdemli Hippi o günlerdeki bu kontrolsuz gidişatlarını izahta güçlük çekiyor. Kapitalist düzenin banal tutuculuğuna isyan edip özgürleşmeye çıktıkları yolda kimyanın köleleri haline gelmelerini esefle üzüntüyle anıyorlar.

Village’lı eski Hippi’lerden biri Village Voice’a anılarını, “Elimize tutuşturulan her hapı alıyorduk. Yeni bir deneyim yaşıyorduk. Pandoranın kutusunu açmış gibiydik. Kutu hap doluydu. Birgün yeryüzünde herşeyin bir hapla çözüleceğine inanıyorduk. Her derdin her ihtiyacın ayrı hapı olacaktı. İlaç endüstrisinin büyük yalanına fena halde kanmıştık.” diye anlatıyor.

Beat kuşağının en önemli temsilcilerinden şair Gary Snyder da, 1974 yılında verdiği bir röportajda uyuşturucu konusunda kendilerini bir serbestliğe bırakmalarından duyduğu pişmanlığı anlatacaktı. “Beat Kuşağının bir sürü kayıp verdiğini” anlatan Snyder, “Kerouac bile kayıp. Daha 1960’larda ben ve Allen, gençlere açıktan asit (LSD) almalarını tavsiye ediyorduk. Şimdi geriye baktıkça birçok kaybın sorumluluğunu görüyorum” diye yakınacaktı. Uyuşturucu için şarkılar yazan Eric Clapton bugün kurduğu Crossroads uyuşturucu ve alkol rehabilatasyon merkezi adlı yardım organizasyonuyla bu illetin pençesine düşmüş zavallıları kurtarmaya çalışıyor.

Tabii ki ‘Hippilik’ bu trajediden ibaret bir yaşam biçimi ve isyan değildi. Bugün bile hala Hippileri konuşuyorsak, sosyal ve politik mücadeleleri, kıyafetleri ve en önemlisi küresel barış kültürüne kazandırdıkları ivmeden dolayıdır.

Nehru ceket ve İspanyol paça…

En başta görünümleri farklıydı. Erkeklerin çoğu saç ve sakal uzatıyordu. Hindistan Başbakanı Nehru’nun ünlendirdiği ve onun adıyla anılan yakasız düğmeli ceket giyiyorlardı. Hippi kızlar, Hindistan ve Tibet stili rengarenk desenli fistanlar giyiyordu. Hem hippi kızlar hem hippi erkekler, çoğunlukla ev yapımı olan tesbih kolye takıyorlardı. ‘’Love beads (sevgi tesbihi)’’ diye anıyorlardı bu boncuk kolyeyi. Birçoğu elbiselerini kendileri dikiyorlardı. Sade, basit kıyafetlerdi. Renkli bandanalar çok yaygındı.

Ve tabii ki bizim, nedenini bulamadığım şekilde ‘’İspanyol paça’’ dediğimiz, Anglo Saksonların ise ‘’bell-bottom’’ dedikleri pantolonlar… 1960’lı yıllarda Hippi kızlar daha çok giyiyordu. 1970’li yıllarla beraber erkekler de yaygın şekilde giymeye başladı. Ve o kuşağın mensubu büyüklerimizin, ağabeylerimizin, ablalarımızın ‘’güleriz’’ diye siyah-beyaz fotoğraf albümlerini bizim kuşaklardan saklamasına neden olan ‘görünüş’ ortaya çıktı.

Hippi görme turu

Muhafazakar orta sınıf Amerikalılar bu görüntüyü yadırgıyordu haliyle. San Francisco’da  Haight’a New York’ta Village’a otobüslerle bu muhafazakarları taşıyan ‘’hippi görme turları’’ bile vardı. Otobüslerinden inmeden bu muhitlerde Hippileri seyrediyorlardı. New York’taki hippilerin bir kısmı, ‘’kendilerine böyle hayvanat bahçesinde görülmeye gelinen hayvanlarmış muamelesi yapılmasına’’ tepki olarak, ‘’orta sınıf muhafazakar aileleri görme turu’’ düzenlemeleri olay olmuş. Medyanın olağanüstü ilgi gösterdiği gezide bir otobüs dolusu hippi, banliyölerde çimlerini biçen, köpeklerini gezdiren orta sınıf aileleri seyretmiş.

Hippiler, 1970’li yıllarda dünyaya açıldılar. Rengarenk desenlerle boyadıkları vosvos minübüsleri ile ülke ülke şehir şehir aylak aylak dolaştılar. Ulaştıkları şehirlerden biri de İstanbul’du. Yıllarca Sultanahmet’i mesken tutan Hippilere, uzun saçları, bakımsızlıkları nedeniyle halkımız ‘bitliler’ adlandırmasını layık görecekti. Amerikalı muhafazakar komedyen Bob Hope da, o dönem benzeri bir düşüncedeydi: ‘’Hippi, tarzan gibi giyinen, Jane gibi yürüyen ve Çita gibi kokan kişidir’’

‘’Orospu çocukları yoksullara bedava yemek dağıttı”

Hippiler, yaşadıkları çağa sosyal aktivizmleri ile de damga vurdular. En başta, toplumun ve sosyal ilişkilerin merkezine ‘paranın’ oturmasına çok tepkiliydiler. San Fracisco’da ‘’Diggers’’ adını verdikleri bedava sığınma evleri vardı örneğin. Bedava hizmet veren klinikler kurdular. Yoksullara bedava yemek, sebze meyve dağıtan organizasyonlar kurdular. Yıllar içinde artan oranda müthiş bir sosyal aktivizm içine girdiler.

Hippi hareketin içinden kopup gelerek, New York’ta kurulan ‘’Motherfuckers (Orospu Çocukları)’’ grubu da bunlardan biriydi. Rock grubu Jefferson Airplane’in ‘’We can be together’’ adlı güzel şarkısındaki ‘’Up against the wall motherfuckers’’ dizesinden adını alan bu grubun halen yaşayan üyelerinden, sonradan Müslüman olan efsane hippi Amiri Baraka‘dan, Central Park’taki bir şiir programı sonrası o günlere dair bazı anılarını dinleme şansına erişmiştim. ‘’Orospu Çocukları’ adlı bu grup New York’ta fakirlere yardım kampanyaları veya Wall Street’e karşı eylemleriyle ilgili haberlerde, büyük sermayenin sahibi olduğu ana akım medyayı oldukça zor durumda bırakıyorlardı. Ana akım medyayı haberlerine, ‘’Orospu Çocukları yoksullara bedava yemek dağıttı’’ ya da ‘’Orospu Çocukları Wall Street’i protesto etti’’, ”Orospu Çocukları Savaşa Karşı”  ”Orospu çocukları zamları eleştirdi” başlıkları atmak zorunda bırakıyorlardı.  Bugün bile keyifleniyorlar anlatırken o günlerini…

Hippilerin küreye yayılan en belirgin etkilerinden biri ise nükleer silahlara, savaşlara, ırkçılığa, çevre kirliliğine ve sömürüye karşı oluşturdukları ciddi bilinç ve aktivizm oldu. Özellikle Vietnam savaşına karşı ciddi direnç gösterdiler.  Budizm etkisiyle birçoğu vejetaryen oldu. Çevre kirliği ve doğaya duyarlılık konusundaki erken farkındalıklarına ise şapka çıkarmamak mümkün değil. Organik tarımı ve doğal yiyecekleri savundular. Gezegenimizin, insanlar tarafından korkunç şekilde hızla kirletildiğine ilk dikkat çeken hippi hareketi oldu. Kullan-at-tüket kültürüne karşı, geri dönüşüm (recycile) kavramını modern hayatın içine onlar soktu. Bebek mamalarının son derece popüler olduğu dönemde, bebeklerin anne sütüyle beslenmesi gerektiğini bir tek onlar savundular. Ama o dönemin modern toplumu fabrikaların ürettiği herşeye adeta tapan bir karakterdeydi. Hippiler, Hint yemeklerine dadandılar. Köri, dahl, basmati pirinci, tofu, soya fasulyesi vs bu dönemde Asya’nın dışına çıkarak, Yeni Dünya’da büyük piyasa yapmaya başladı.

Aşkın Yazında açan çiçekler

Beatles’ın 8’nci albümü olan ‘’Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band’’ın raflarda yerini aldığı 1 Haziran 1967 günü başlayan yaza ‘’Summer of Love (Aşkın Yazı)’’ deniyor. Hippiliğin, arka sokaklardan kent meydanlarına çıktığı yazdır bu. Haight Ashbury’e 100 bin Hippi toplandı o yaz. Diğer on binlercesi de New York’tan Chicago’ya, Roma’dan Londra’ya her yerde meydanlarda boy gösterdi…

Şair Allen Ginsberg, 1965’te yazdığı bir yazıda, savaşlara karşı eylemlerin bir çiçek fırtınasına dönmesi gerektiğini ve herkesin çiçek taşıyarak, karşılarına çıkacak polise, askere, politikacıya çiçek uzatmasını savundu. Buna ‘’flower power (çiçek gücü)’’ dedi. California Üniversitesinin Berkeley kampüsünde başlayan bu gelenek Hippi hareketin sembolü haline geldi. Bundan dolayı, ‘’flower child (çiçek çocuk)’’ adıyla da anılmaya başladılar. Saçlarına birer toka gibi çiçek taktılar. Savaş karşıtı gösterilerinde çiçekle süsledikleri binlerce balonu gökyüzüne bıraktılar. Abbie Hoffman’ın organizasyonuyla, karşı çıktıkları Vietnam savaşında ölen yoksul Amerikan askerlerini anmak için Çiçek Tümenleri kurarak, şehirlerde çiçeklerle ‘resmi geçit’ törenleri yaptılar.

Silahlı Güçler Bayramını, Çiçek Gücü Bayramı olarak kutlamaya başladılar. Bayramdaki askeri geçit törenlerine karşı Central Park’ta alternatif barış yürüyüşü yaptılar. 21 Ekim 1967 günü Washington DC’de toplanan 100 bin Hippiden 30 bin kadarı gruptan ayrılarak Pentagon’a yürüdü. Binlerce askerin kurduğu barikatla karşılaşan grup, askerlerin tüfeklerinin namlularına çiçek koyarak, hippiliğin sembolü olan fotoğrafların doğmasına neden oldu. Dağılmaları çağrısına sivil itaatsizlik gösteren grup zor kullanılarak dağıtıldı. 647 kişi tutuklandı. Güvenlik görevlileri gösteri alanında suç delili olarak 10 bin çiçek topladı.

Village Voice gazetesini kuran ve bugünlerde ‘’Tanrı Hakkında (on God)’’ adlı kitabıyla çok konuşulan Norman Mailer, ‘’Gece Orduları’’ adlı romanında Pentagon önündeki o günü çok etkileyici şekilde tasvir ediyor.

Woodstock konser alanına giden bütün yollar tıkalıydı

Aşkın yazı, Woodstock’ta sona erdi

İşte bu görkemli ‘Aşk Yazı’nın çağı, iki yıl sonra benim bu yazıya başladığım yerde sona erdi. Hippilerden Michael Lang ve Artie Kornfeld ile para kazanmaktan başka dertleri olmayan yatırımcılar John Roberts ve Joel Rosenman, stüdyo projesi yerine, New York’un hemen kuzeyindeki Catskills dağının eteğindeki Woodstock kasabası yakınlarında Max Yasgur’a ait boş arazide 3 gün sürecek bir konser organizasyon yaptılar.

‘’Barış ve Müzik dolu 3 Gün’’ adı ile duyurulan konserin sıradışı olacağı 14 Ağustos günü anlaşılmaya başlandı. Bir gün önceden ABD’nin her yerinden binlerce genç ve Hippi konser alanına gelmeye başladı. Kişi başı bilet ücreti 18 dolardı. Ama bir süre sonra insan akınına bilet gişelerinin dayanamayacağı anlaşılınca pes edildi ve fiilen ücretsiz konsere dönüştü. 15 Ağustos günü araziye yarım milyona yakın insan toplanmıştı. Yolu bile olmayan araziye ulaşmak isteyen yüzbinler, ufacık kasabada muazzam bir trafik keşmekeşine neden olmuştu. İnsanlar onlarca mil uzaklıktan konser alanına yürüyerek ulaşmak zorundaydılar.

18 Ağustos’a kadar devam eden etkinlik, Ağustos güneşinden de mahrum olmuştu. Zaman zaman gök boşalırcasına yağan yoğun yağmur, her tarafı adeta çamur deryasına dönüştürdü. Havada ise kesif bir marihuana kokusu vardı.

Ama kimse kötü şartlara rağmen yerini terketmedi. Yüzbinlerce genç o çamur deryasında 3 gün geçirdi. Organizatörlerin en büyük korkusu ise elektrik direklerinin fırtınayla, adeta suyun içinde dolaşan binlerce kişinin üzerine devrilerek korkunç bir faciaya yol açmasıydı.

New York Times, ilk gün, ‘’Catskills’de kabus’’ başlıklı başyazısında, ‘’Nasıl bir kültür böylesine devasa bir kaos üretebilir?’’ diye sordu (Gazete, sonradan bu önyargılı yaklaşımlarından dolayı özür dileyecekti). New York Valisi Nelson Rockefeller eyalet ordusunu bölgeye sevkederek konseri dağıtmayı bile düşündü.

Cep telefonunun, internetin olmadığı bir çağ. Aşırı kullanımdan dolayı iflas etmiş bir kaç ankesörlü telefon dışında hiçbir iletişim aracı yok. ABD’nin her yerinden yüzbinlerce aile gazetelerde haberleri okudukça, çocuklarının akıbeti hakkında derin bir paniğin ülke geneline yayılmasına neden oldu.

Gençlerse başka havadaydı… 3 gün 3 gece boyunca açık kalan sahneye kimler çıkmadı ki … Jimi Hendrix, Joe Cocker, Santana, Grateful Dead, Joan Baez, Arlo Guthrie, Janis Joplin, Jefferson Airplane ve daha onlarca grup ve sanatçı. Bob Dylan hastalandığı için gelemedi. Beatles, son anda bilinmeyen bir sebeple katılmaktan vazgeçti. The Doors ve Led Zepplin de son anda konser alanına gelmeyenler arasındaydı.

Yarım milyon kişinin şehirden 70 kilometre uzakta boş bir arazide 3 gün geçirmesini düşünün. Hazırlık 20 – 30 bin kişiye göre yapılmış. Yiyecek bittiği zaman, çevre kasabaların halkı, gençlere yiyecek bağışında bulundu. En ilginci de arazisinde Amerikan alt-kültürünün sembolü haline gelen organizasyonun yapıldığı Max Yasgur’du. 49 Yaşındaki bu Cumhuriyetçi ve muhafazakar çiftçi, ironik şekilde Hippi kuşağının kahramanı oldu. Ama 1970’li yıllarda yeni konser taleplerini kabul etmedi. Çiftçilik yapacağım dedi. 1973 yılında öldü. New York eyaleti ve yerel yönetim meclisi Woodstock’ta yeni bir konseri yasaklayan yasalar çıkardılar. Woodstock, Taksim Meydanının onlarca yıl 1 Mayıslara kapanması gibi on yıllarca konserlere kapandı. Ta ki 1989 yılında alınan özel bir izinle 20’nci yıl kutlamasına 20 bin kişi katılıncaya kadar. 2009’da 40’ncı yıldönümü için bir kez daha Woodstock arazisine toplanan binlerce kişinin arasında bu kez, yıllarca Woodstock’ı kitaplardan okuyan ben de vardım. Bu küçük kasabanın bugün bütün ekonomisi artık nerdeyse Woodstock alanını ziyaret eden turistlere dayalı.

Filmlere konu oldu Woodstocks… Şarkılara konu oldu… Romanlara şiirlere konu oldu… Abbie Hoffman, 1970’li yıllarda şiddet olaylarına karışıp tutuklandığında kim olduğunu soran hakime, ‘’Woodstock milletindenim’’ yanıtı verecekti. Aşkın Yazı, Woodstock’ta zirveye çıktı. Ve sonra da yerini Hippi güzüne bıraktı. Hippi yıldızlar art arda genç yaşta ölmeye, çiçekler solmaya, kültürün bünyesinden onlarca şiddet hareketi çıkmaya başladı. 1967 yılında, ‘’Çiçeğin gücünün ağlaması yankılansın ülkede. Asla solmayacağız. Bırakın binlerce çiçek açsın’’ diye yazan Abbie Hoffman bile daha sonra şiddete bulaştı. Hippilerin bir kısmı şehirleri, modern yaşamı terkederek Vermont, Maine gibi ücra eyaletlere gidip köylerde, kurdukları çiftliklerde tarım yaparak yaşamaya başladı.

Kerouac, Woodstock’tan yaklaşık 2 ay sonra daha 47 yaşında öldü. Vicdanın ozanı Allen Ginsberg 1997 yılında 71 yaşında öldü. Abbie Hoffman 1989 yılına öldü. Muhtemelen ecel geldiğinde de yine bir yerlerde bir haksızlığı protesto ediyordu. Ölmeden önce en son CIA’yi protesto ederken görülmüştü. 69 yaşındaki çınar Bob Dylan hala Hippi türküleri söylemeye devam ediyor. Beatles’tan hayatta birtek Paul McChartny kaldı. ABD’nin heryerinde birinci ağızdan Woodstock maceralarını dinleyebileceğiniz onbinlerce ihtiyar hippi hala hayatta… On yıllar sonra bile dillerinde aynı soru:

How does it feel to be on your own, 

With no direction home, 

Like a complete unknown, 

Like a rolling stone?’’

(Kendi başına kalakalmak nasıl bir his bilir misin?

Eve dönüş yolunun hiçbir işareti yokken

Tastamam bir meçhulde

Yuvarlanıp duran/avare bir taş gibi)

 Bob Dylan

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz