Skip to content
Menu

Yeni başlayanlar için Lübnan’ı anlama klavuzu

Beyrut’un ünlü Şehitler Anıtı, iç savaş yıllarında çatışma mermilerinden oldukça isabet aldı. 2012’de barış aktivistlerinin savaş karşıtı protestoları sırasında anıta astıkları ‘Savaşa Hayır’ ve Lübnan Bayrağı. (Fotoğraf: Marwan Tahtah)

AMERİKA BÜLTENİ (10 Kasım 2017)

1975 – 1990 yılları arasında 15 yıl boyunca yaşadığı iç savaş ile küresel gündemin hep ilk sıralarında kalan Lübnan, son dönemdeki gelişmelerle bir kez daha dikkatleri üzerine çekiyor.

Lübnan’ın nüfus ve ekonomik potansiyeline denk bir başka ülkedeki iç karışıklık, küresel başkentler için rutin bir gelişmeyken, Lübnan’daki en ufak hareketlilik, sadece Şam’dan Tel Aviv’e, Riyad’dan Ankara’ya, Tahran’dan Kahire’ye bölgenin kritik başkentlerini değil, Washington’dan Moskova’ya, Paris’ten Londra’ya kürenin etkili başkentlerini de alarma geçiriyor. Peki Lübnan neden bu kadar kritik bir ülke?

İşte yeni başlayanlar için kısa bir Lübnan klavuzu:

Lübnan adı nereden geliyor?

Ülke adını, Akdeniz’e paralel kuzy güney doğrultusunda uzanan ‘Lübnan Dağları’ndan’ alıyor. Lübnan, eski fenike dilinde beyaz anlamına geliyor. Bu dağların zirvelerinin sürekli karla kaplı olmasından beyaz dağlar denmiş. Ortadoğu’nun tek bir çölü bir olmayan tek ülkesi olan Lübnan, doğal güzelliği ve tıpkı insan çeşitliliği gibi bitki örtüsünün çeşitliliği ile de bilinen bir ülke.

Lübnan, insanlığın yerleşik yaşama geçmesinden beri en kadim merkezlerden biri. Biblos, Beyrut gib şehirler dünyanın hala yaşayan en eski şehirleri arasında. Alfabenin ilk kez icat edildiği şehir olarak bilinen Biblos, adını ‘İncil’den alıyor. Tarihin ilk gemisi, Fenikelilerce Lübnan sahillerinde inşa edildi.

‘Lübnan’ ismi, Tevrat’ta 75 kez geçiyor. Lübnan sedir ağaçlarından da 75 kez bahsediliyor. Lübnan sediri ülke için en ortak simge. Zaten bu nedenle Lübnan, dünyada bayrağında ağaç olan beş ülkeden biri.

Asyanın en küçük ülkelerinden biri olan Lübnan’ı dünyada bu kadar konuşulur bir ülke yapan ne?

En önemlisi Lübnan diyasporası. Lübnan’da 4-6 milyon arasında insan yaşadığı tahmin ediliyor. Ancak Lübnan özellikle de 20’nci yüzyılda önemli bir göç vermiş bir ülke. Ülke dışında yaşayan Lübnanlı ve Lübnan kökenli sayısı 30 milyondan fazla. Lübnan diyasporasının içinden dünya çapında bir çok ünlü çıkarması ülkelerini de her zaman ilgi duyulan bir ülke yapıyor. Shakira’dan Fairuz’a şarkıcılar, Terrence Malick’ten, Salma Hayek, Wentworth Miller, Vince Vaughn ve Keanu Reeves’a sinemacılar, Carlos Slim gibi dünyanın en zengin insanlarından ABD’de yıllarca başkanlık seçimlerini etkilyen Ralph Nader gibi politikacılara, Helen Thomas’tan Anthony Shadid’e gazeteciler, Halil Cibran’dan Amin Maalouf’a kadar edebiyatçılar ve daha nicesi…

Lübnan diyasporasının dünyada en yoğun bulunduğu kıta Latin Amerika. Brezilya’da 7 milyon civarında Lübnan kökenlinin yaşadığı tahmin ediliyor. Arjantin ve Colombiya’da bu sayı 3 milyonu aşıyor. Venezuela, Meksika ve Ekvador yüzbinlerce Lübnan kökenli vatandaşa sahip ülkelerden bazıları. Latin Amerika’da genelde ‘El Turko’ denilen göçmen kökenliler içinde yer alan Lübnanlılar, bir çok Latin Amerika ülkesinde elit sınıfta yer alıyor. Örneğin, Ekvador’un üç eski devlet başkanı Abdalá Bucaram, Jamil Mahuad ve Julio Salem, Lübnan kökenliydi.

Lübnan’ın Hristiyanlar için önemi ne?

Lübnan dağları, Hristiyanların ilk yüz yıllarında Roma imparatorluğunun zulmünden kaçıp dağlarına derin vadilerine sığınmalarından beri Ortadoğu’daki Hristiyanlar için bir sığınak oldu. İslam’ın doğuşu ve Müslüman Arapların bölgede hakim olmasından sonra da çoğunluğunu Katolik Marunilerin oluşturduğu Hristiyanlar bölgede çoğunluğu oluşturmaya devam etti. 11’nci yüzyıldan itibaren Şii’likten koparak yeni bir inanca dönüşen Dürziler, Lübnan dağlarının güney kesimlerinde yaşarken, Maruni Hristiyanlar ise Lübnan dağlarının kuzeyinde yaşadı. Lübnan bugün de Ortadoğu’daki en yoğun Hristiyan nüfusa sahip ülke olarak kalmaya devam ediyor.

Lübnan Osmanlı egemenliğinde kaç yıl kaldı?

Lübnan, 1516 yılından 1918 yılına kadar 402 yıl boyunca Osmanlı Devletinin parçası olarak kaldı. Bölge 1920 yılında Fransız mandasına girdiğinde de, Ortadoğu’daki Hristiyanlar için bir sığınak olarak kalacak şekilde bir manda devlete dönüştürüldü. Fransızlar 1926 yılında kendi mandaları altında Lübnan Cumhuriyetini oluşturdu.

Ne zaman bağımsız bir devlet oldu?

Lübnan Cumhuriyeti, 1943 yılında Fransız mandasından vazgeçerek bağımsızlığını ilan etti. Ülkeyi bağımsız bir devlete dönüştüren ‘Lübnan Milli Paktı ile Maruni Hristiyanlar, yabancı güçlerden himaye arayışına son vererek, Lübnan’ı bir Arap ülkesi olarak kabul etti. Müslüman nüfus ise, Suriye ile birleşme hedefinden vazgeçti.

Bu pakt aynı zamanda ‘konfesyonal demokrasi’ öngörüyordu. Yani, devlet yetkileri dini kimliklere eşit şekilde paylaştırılıyordu. Buna göre;

Ülkenin devlet başkanının her zaman bir Maruni Hristiyan olması kabul edildi.

Ülkenin başbakanının her zaman bir Sünni Müslüman olması kabul edildi.

Ülkenin Meclis başkanının her zaman bir Şii olması kabul edildi.

Meclis Başkan Yardımcısı ve Başbakan Yardımcısının her zaman Rum Ortodoks kilesine bağlı bir Hristiyan olması kabul edildi.

Genelkurmay Başkanının her zaman bir Maruni Katolik olması kabul edildi.

Lübnan Ordu Komutanının her zaman bir Dürzi olması kabul edildi.

Parlamento’da 5’e karşı 6 oranı ne ifade ediyor?

1943 Milli Pakt’ı ile Parlamentodaki sandalye dağılımın her zaman Hristiyanlar lehine 5’e 6 oranında olması da kabul edilmişti. Ülkedeki ‘Sünniler, Şiiiler, Dürzüler, Aleviler ve İsmaililer’ müslüman kimliğinin içinde kabul edilirken, Maruni Katolikler, Rum Ortodokslar, Rum Katolikler (Melkite), Ermeniler ve Protestan gruplar da Hristiyan kimlikli nüfusu oluşturdu.

1975 – 1990 yılları arasında süren kanlı iç savaştan sonra imzalanan Taif Anlaşması ile bu oran yüzde 50 – yüzde 50 olarak yeniden düzenlendi. Hristiyanların ülke nüfusunun artık yarısını oluşturmadığı açık olduğu halde bu oranda uzlaşmaya varıldı. Bugün Şii ve Sünniler, 128 sandalyeli Meclis’te 27’şer sandalyeye sahipken, Maruni Katolikler 34 sandalyeye sahip. Diğer Hristiyanların 20 kadar sandalyesi varken, 10 kadar sandalye de Dürziler ile Alevilere ait.

Lübnan’ın resmi nüfusunu neden kimse bilmiyor?

Çünkü Lübnan’da son nüfus sayımı, tam 85 yıl önce 1932 yılında ülke Fransız mandası altındayken yapıldı. 1932 sayımına göre ülkede 861 bin kişi yaşıyordu. Bu sayımda ülke dışında yaşayan Lübnanlılar da sayılmıştı ki bunların tamamına yakınını Hıristiyanlar oluşturuyordu.

1943 yılında devlet yönetimi ve parlameto sandalyelerinin paylaşımı da işte bu 1932 sayımı sonuçları baz alınarak yapıldı.

Peki resmi nüfusu bugün neden kimse öğrenmek istemiyor?

Ülkedeki Hıristiyan nüfus, özellikle de Maruni nüfus ve onları destekleyen Batılı ülkeler, yapılacak bir nüfus sayımının, ülke demografisinin Müslümanlar lehine ve Hıristiyanlar aleyhine oldukça radikal şekilde değiştiğini ortaya çıkaracağını biliyor. Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap ülkeleri ise, Şii nüfusunun Sünni nüfustan fazla çıkacağından çekindiği için ve bunun da Hizbullah’ı dolayısıyla İran’ı daha etkili kılacağını düşündükleri için nüfus sayımı istemiyor. Dürziler ve Aleviler ile Şiilerin bir kısmı ise yeni bir nüfus sayımının, ülkedeki iç savaşı yeniden tetikleyebileceğinden korktuğu için bu fikri desteklemiyor. Yani herkes, bilinen bilinmeyeni resmen bilinir hale getirecek bir sayımın, mevcut kırılgan barışı yok edeceğinden endişe ettiği için, bilmezden gelmeyi gönüllü olarak yeğliyor.

Nüfus yapısı ile ilgili tahminler ne?

ABD Dışişleri Bakanlığı 2009 yılındaki bir raporunda ülke nüfusunun yüzde 28’ini Sünnilerin, yüzde 28’ini Şiilerin, yüzde 21.5’ini Marunilerin, yüzde 8’ini Rum Ortodoksların, yüzde 5’ini Dürzilerin, yüzde 4’ünü de Rum Katoliklerin oluşturduğu tahmininde bulunuyor.

Lübnan’da kayıtlı seçmen profillerini analiz eden Economist dergisine göre ise 4-6 milyondan civarı olduğu tahmin edilen ülke nüfusunun artık sadece yüzde 37’si Hristiyan. Bu analize göre, bir zamanlar ülkedeki en kalabalık grubu oluşturan Maruni Katolikler artık seçmenlerin yüzde 21’ini oluşturuyor.

Lübnan’da artık en kalabalık dini grup, nüfusları 1990’dan beri adeta patlama yaşayan Şiiler. Economist’e göre Şii seçmenler toplam seçmenlerin yüzde 29’unu ve Sünni seçmenler de toplam seçmenlerin yüzde 28’ini oluşturuyor. Yani, yüksek oranda dış göç verme ve düşük doğum oranları dikkate alındığında gerçek Hristiyan nüfusun oranı, Hristiyan seçmen oranından bile daha düşük. 

Eski Beyrut’ta çiçekçiler çarşısı, 1970.

 

Lübnan iç savaşında ne oldu?

Lübnan, nüfus çoğulculuğu ve Ortadoğunun finans merkezine dönüşmesiyle 1960’lı yıllarda ‘Doğunun İsviçresi‘ diye anılıyordu. Arap dünyasında özel radyo ve televizyon yayınına izin veren ilk ülke oldu. Tarih boyunca yedi kez yerle bir edilmiş ama her defasında yeniden toparlanarak güçlü bir merkez olmayı başarmış bir şehir olan Beyrut, bir kez daha Ortadoğu’nun en imrenilen kenti, en önemli kültürel, turistik merkezi konumundaydı. Plajları, barları, cafeleri, restoranları ve tarihi mekanları ile ‘Doğu’nun Paris’i diye anılıyordu. Ta ki 1975 yılında başlayıp, 1990 yılına kadar süren ve 120 bin Lübnanlının ölümü, yüzbinlercesinin evlerini terk etmesiyle sonuçlanan her dinsel grubun gerek karşıt gruplar gerekse de kendi kimliklerinden rakip gruplara karşı savaştığı çok taraflı iç savaşa kadar.

Beyrut’ta falanjistlerin öldürdüğü bir Filistinli kadın cesedi. 1976. (Fotoğraf: Don McCullin)

İsrail’den zorla göç ettirilen yüzbinlerce Filistinlinin Lübnan’a yerleşmesi nüfus yapısında Sünni Müslümanlar lehine radikal bir artışa neden olmuştu. Bu da Hristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki sosyal baskıyı artırdı. İç savaş 13 Nisan 1975 günü Filistin Kurtuluş Örgütü militanları ile Hristiyan Falanjistler arasındaki çatışmalarla başladı. Hükümet ve ordu bölündü.

Ülkedeki sosyalist, pan-Arabist ve sünni gruplar Filistinlilerle saf tutarak Lübnan Ulusal Hareketi adlı cepheyi oluşturdu. Marunilerin liderlik ettiği saflaşma ise Lübnan Cephesi adını aldı. Lübnan Ulusal Hareketi, İsrail’in 1982’de Beyrut’u işgali ile adını Lübnan Ulusal Direniş Hareketi diye değiştirdi.

Hristiyan Falanjistlerin lideri Beşir Cemayel, 23 Ağustos 1982’de devlet başkanı seçildi. Yaklaşık 20 gün sonra 14 Eylül’de suikastle öldürüldü. Bu suikastten kısa süre sonra Falanjistler, Filistinli mültecilerin yaşadığı Sabra ve Şatilla kampalarında kitlesel katliama başladı. O sırada Beyrut’ta bulunan iki işgalçi yabancı güç İsrail ve Suriyeliler, Falanjistlere müdahale etmeyerek katliama göz yumdu. Bu iki kamptaki katliam, iç savaşın en korkunç aşamasını oluşturdu.

İç Savaştaki Sünniler, daha çok Pan-Arabist örgütlerdi. Çoğunlukla Saddam Irak’ından ve Kaddafi Libyasından destek gördüler. İç savaşın son yıllarına doğru bazı küçük radikal İslamcı sünni gruplar da oluştu.

Batı Beyrut’taki Chiyah kontrol noktasında Emel militanları, 1984 (Fotoğraf: George Azar)

Şiiler başta iç savaşa katılmadı. Ancak 1974 yılında kurulan Nebih Berri’nin liderliğindeki Şii Emel örgütü de, zaman zaman Filistinlilerle zaman zaman da Hristiyanlarla, zaman zaman da Dürzilerle çatışmaya başladı. Rum Katoliklerin bir kısmı da Emel örgütünün kuruluşunda yer alarak bir süre destek verdiler. Suriye’nin de desteği ile İç Savaştaki en önemli Şii örgüte dönüştü. İran’da 1979 devrimi Lübnan’daki Şiilerin bir kısmının da dinci çizgiye kaymasına ve bölünmeye yol açtı.

Şii Emel örgütünün 1984’ten sonra kamplarda kalan Filistinli mültecilerle çatışmaları, ‘kamplar savaşı’ diye anılıyor. Kamplar Savaşı, Emel’den ayrılan dindar Şiilerin kurduğu rakip şii örgütü Hizbullah ile Emel’in de kanlı bir çatışmaya girişmesini tetikledi. Suriye, Beyrut’a girerek, Hizbullah’a karşı Emel’e destek verdi. İki şii grup arasındaki çatışmalar azalmakla birlikte 1989’a kadar sürdü. Suriye Parlamentosunun günümüzdeki 128 üyesinden 14’ü Emel örgütü mensubu. Emel ile Hizbullah arasındaki mesafe, Suriye ile İran arasındaki mesafe anlamına geliyor. Suriye iç savaşı bu iki grubu yakınlaştırdı.

İç savaş sırasında Beyrut’ta bir kadın militan.

Kemal Canbolat’ın liderliğindeki Dürzi İlerici Sosyalist Partisinin militer kolu olan Halkın Kurtuluş Ordusu da ilerleyen yıllarda iç savaşın en önemli aktörlerinden birine dönüştü. Kemal Canbolat’ın 1977’de suikast ile öldürülmesinden sonra Dürzilerin liderliğine oğlu Velid Canbolat geçti. Çoğunlukla Filistinlilerle ittifak kurup Hristiyan Falanjistler ile çatıştılar. Dürzilerin en yoğun savaşı, 1982-83 yıllarında Beyrut’un güneydoğusundaki dağlık bölgedeki ‘Dağ Savaşı’nda gerçekleşti.

Ermeni örgütler, dini kimlik olarak Hristiyan ve politik görüş olarak çoğunlukla sosyalist olmaları nedeniyle her iki ana cepheyle de bağları olduğu için, iç savaş süresince çoğunlukla tarafsız kalma eğiliminde oldular. Bununla beraber bireysel olarak her iki cephede savaşmayı seçen Ermeniler de oldu. Yaşadıkları alanlarla saldırı olduğunda ise direndiler. Bütün Hristiyanları maruni lider Beşir Cemayel’in liderliğine sokmak isteyen Falanjistler Beyrut’ta 1979’da Ermenilerin kontrolündeki semtlere saldırınca iki grup arasında da en az 40 kişinin öldüğü çatışmalar yaşandı.

İsrail 2000 yılında ve Suriye’de 2005 yılında Lübnan’dan tamamen çekildi.

Taif Anlaşması nedir?

1989 yılında Suudi Arabistan’ın Taif kentinde imzalanan ve 1990 yılında ülkedeki iç savaşın sona ermesine ve normalleşmeye dönülmesine zemin hazırlayan anlaşmadır. 22 Ekim 1989’da imzalanan anlaşma, 5 Kasım 1989’da Lübnan Parlamentosunda onaylandı. Parlamentodaki sandalye sayısı 128’e çıkarıldı ve Müslüman – Hristiyan dağılımı yüzde 50 – yüzde 50 olarak kabul edildi. Bakanlar kurulunda da yüzde 50 – yüzde 50 eşitlik getirildi. Anlaşmayla bütün milis güçleri silahsızlandırıldı. Sadece Hizbullah’ın İsrail işgalinden boşalan güney kesimlerde, milis gücü olarak değil de direniş gücü olarak İsrail’e karşı silahlı kalmasına izin verildi. Analistlere göre Hizbullah’a bu ayrıcalığın tanınmasında Hizbullah’ın elinde bir çok Batılı rehinenin olması da rol oynadı.

Taif Anlaşması ile devlet başkanlığının geleneksel yetkililerinin çoğu kesildi ve devlet başkanlığı Maruni Hristiyanlara bırakıldı. Yetkileri güçlendirilen iki makamdan başbakanlık Sünnilere ve Meclis başkanlığı da Şiilere bırakıldı.

Günümüzdeki gerginliğin kaynağı ne?

Suriye iç savaşı başladıktan sonra Lübnan’a yaklaşık 1 milyon Suriyeli mülteci (çok büyük çoğunluğu sünni) sığındı. Şu anda Lübnan’da yaşayan her dört insandan birini oluşturuyorlar. Lübnan’a Filistinli göçü ile başlayan sosyal baskı atmosferinin bir benzeri yaşanıyor.

1975’te başlayan iç savaş özünde bir Hristiyan – Müslüman gerilimi olarak başlamıştı. Günümüzdeki gerilimin özünde ise bir Şii – Sünni gerilimi var. Suudi Arabistan ve İran’ın etkinlik mücadelesi gerginliğin tırmanmasında en önemli rolü oynuyor. Lübnan Eğitim Bakanı Marwan Hamade, ”Bu kez anayasal düzenlemelerin yetmeyeceği bir kriz söz konusu” diyor ve ekliyor: ”Bu bir kimlik krizi. Lübnan, İran’ın uydusu mu olacak yoksa Arap kampında mı kalacak?” yorumu yapıyor.

Ülrenin sünni başbakanı Saad Hariri’nin Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde, ‘Hizbullah ve İran’ın canına kastı olduğu gerekçesiyle başbakanlıktan istifa etttiğini’ açıklaması tansiyonu yükseltti Ancak çok geçmeden Hariri’nin bu açıklamayı ve istifayı kendi isteğiyle yapmadığına ilişkin belirtiler çok ortaya. Lübnanlılar birinci iç savaşın deneyimi ile bu kez çok daha temkinli hareket ediyor. Ülkedeki bütün politik gruplar, Hizbullah da dahil Hariri’nin Lübnan’a geri gelmesi gerektiği çağrısı yaptı.

İsrail, ulusal güvenliği gerekçesi ile Lübnan’daki her gelişmeye çok duyarlı. Suriye, ‘doğal uzantısı’ gördüğü Lübnan’da etkinliği kimseye bırakmak istemiyor. Bütün bu tansiyonda Beyrut bir kez daha üzerinde kara bulutların dolaştığı bir şehir.

Lübnan krizi bugün sadece Lübnan iç savaşı değil, Şii – Sünni savaşı, Hizbullah-İsrail savaşı, Suudi – İran savaşı, Suriye – İsrail savaşı gibi bir çok potansiyel tehdit ile Ortadoğu’yu bir anda dev bir alev topuna dönüştürebilir bir ülke. Yeni bir Hristiyan – Müslüman savaşı ise, Müslüman yoğunluklu coğrafya ile Batı dünyasında yükselen karşılıklı dinci fanatizmin yelkenlerini daha da şişirebilir. ABD ile Rusya arasında yeni bir örtülü savaş cephesine dönüşme potansiyeli de cabası…

2017’nin Beyrut’u geçmişin korkuları ile geleceğin umutları arasında gidip gelen bir şehir.

 

Gelecek için umut var mı?

Lübnan’ın, dinsel kimlik hatlarında bölünmüş devlet yapısı, onu, krizlerden ve kamplaşmadan beslenen kifayetsiz muhteris politikacılar, bölge ülkeleri ile küresel güçlerin müdahalelerine açık hale getiren en zayıf noktası. Gerçek bir Lübnan barışının, din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrıldığı, ve her bir Lübnan vatandaşının haklarını, onun kimliğine bakmaksızın eşit şekilde koruyan laik bir hukuk devleti ile mümkün olacağına inanan, barışı savaştan daha çekici bulan, yaşamı ölümden daha çok kutsayan Lübnanlı sayısındaki artış ise en umut verici nokta.

Bu düşüncedeki Lübnanlıların kurduğu örgütlerden biri olan Laïque Pride, ülkenin sekteryan devlet yapısının artık laik devlet yapısı ile değiştirilmesini savunuyor. Kısa vadede bölgesel güçlerin oluşturduğu dehşet dengesi Lübnan’a nefes aldırsa da, uzun vadede çözüm Lübnanlıların kendilerinin elinde.

AMERİKA BÜLTENİ‘ni Twitter’dan takip edebilirsiniz

Yeni başlayanlar için Yemen’de olan biteni anlama klavuzu