CEMAL TUNÇDEMİR
7 Temmuz 2018
Birinci Dünya Savaşının başlaması üzerinden daha birkaç ay geçmişti ki Noel Günü nedeniyle fiili bir ateşkes oldu. İngiliz Yüzbaşı Nevill, birliğindeki askerlerin oynadığı oyundan önüne düşen futbol topunu bir şutla iki düşman siperin arasında kalan tarafsız alana yolladı. Aslında askerlerini o alanda oynamaya sevk etmeyi hedefliyordu. Ağır malzemeden imal edilmiş havasız top, iki siperin ortasında gittiği yerde kaldı. Derken düşünülemeyecek bir şey oldu. Aylardır düşman siperlerden birbirine ateş eden Alman ve İngiliz askerler, iki siperin ortasında futbol oynamaya başladı. Futbol tarihinin bu en sıra dışı maçlarından birini 3-2 Almanlar kazandı. Futbolu, ‘’22 adamın, 90 dakika bir topun peşinde koştuğu ve sonunda Almanların kazandığı basit bir oyun’’ diye tanımlayacak efsane futbolcu Gary Lineker’ın doğmasına daha 46 yıl vardı.
George Orwell’ın, ‘’Ciddi bir sporun ‘fair play’ ile bir ilgisi yoktur. Nefret, kıskançlık, büyüklenme, kurallara saygısızlık, insanların birbirine şiddet uygulamasından sadistik bir zevk alma; Yani bir başka deyişle, sadece silahla ateşin eksik olduğu bir savaştır’’ diye yazmasına ise 30 yıl vardı.
Orwell, Dinamo Moskova futbol takımının 1945’teki İngiltere turu sırasında tanık olduğu manzaralar ekseninde modern sporun ruhunu eleştiriyordu. Futbol bugünlerde olduğu gibi o günlerde de ülkeler hakkında bazı gerçekleri yansıtan bir aynaydı. Stalin’in adam öldürmek için sürekli bahane kollayan gizli polis şefi Lavrenty Beria, bir futbol hastasıydı ve ateşli taraftarı olduğu Dinamo Moskova takımının da yönetimini üstlenmişti. Rakip Spartak Moskova’ya üstünlüğü rejime yakışır bir yolla sağlayacaktı; Spartak’ın yöneticilerini gulag çalışma kampına yollayarak…
Orwell, ‘spor ruhu’ adlı ünlü makalesinde, rekabet sporlarının her zaman kötü niyete, ve her şeyi bir prestij rekabeti olarak okuyan kabilecilik ve milliyetçiliğin yükselmesine hizmete edeceğini savunuyordu.
‘Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’ kitabıyla da ünlü spor yazarı Simon Kuper, Rusya’daki Dünya Kupası izlenimlerini aktarırken, ‘’Dünya Kupası kozmopolit bir karnaval olmaktan çok bir ulusal nefret festivali mi?’’ sorusunu işte bu nedenle ortaya atıyor.
Fransız yerlici (nativist) lider Marine le Pen’in, ‘’günümüzde politik ayrılık artık sağ ve sol arasında değil, millicilerle küreselciler arasında’’ sözünü anımsatıyor Kuper. Günümüz dünyası ‘yerli millici’ edebiyatı yapanların dünyası. ABD’den Rusya ve Hindistan’a kadar iktidarların sahibi haline geldiler. Ancak Kuper’a göre Dünya Kupası, geleceğin dünyasının, yerlicilerin değil küreselcilerin öngördüğü dünya olduğunu haber veriyor.
Her şeyden önce Rusya 2018, Dünya Kupası tarihinin üst üste beşinci en barışçıl kupası. Dünyanın her yerinden gelen ulusal takım taraftarları arasında nerdeyse hiç şiddet, kavga yaşanmıyor artık. Galip takım futbolcularının mağlup takım futbolcularını teselli etmesi, iki ülke taraftarlarının tribünlerde beraber oturması veya şehir meydanlarında birlikte danslar yapması olağan görüntülere dönüştü. Şöyle anlatıyor Kuper:
‘’Dünya Kupası sadece görüntüde milliyetçi bir görüntüye sahip. Bu, yüzünüzü bayrak rengiyle boyayıp, ulusal marşı bağırarak söylediğiniz ama o maçı ülkenizin kazanması uğruna ölmeyi düşünmeyeceğiniz bir eğlence milliyetçiliği. Sahadaki bir oyuncunun komik bir hatasına her iki takımın taraftarı da beraber gülüyor. O maç ve turnuva hakkında beraber tahminlerde bulunuyor, stadyumdan dönüş yolunda trende kafalarını birbirlerinin omuzuna koyarak uyuyorlar’’.Dahası da var. Kosta Rika ile maçlarını tribünden izlerken Kuper’ın dikkatini Brezilyalı taraftarlar çeker. Dikkatli bakınca Brezilya forması giyen taraftarların önemli bir kısmının Çinli olduğunu farkeder. Yine Moskova sokaklarında denk geldiği Amerikalı üniversite öğrencilerinden oluşan bir grubun içindeki herkesin farklı bir ülkenin milli formasını giyiyor olması da bir başka dikkat çekici ayrıntı. Moskova Times’ın aktardığına göre ise Ukraynalı ve Rus futbolseverler Moskova’da bir Ukrayna şarkısını söylemiş. Turnuvadan sadece iki hafta önce bunu yapsalar, vatan hainliğinden hep beraber hapse girebilirlerdi. Tabii ki Dünya Kupası, ‘elit’ bir organizasyon. Bizzat seyretmeye gelenlerin önemli bir kısmı eğitim veya en azından gelir düzeyi ülkelerinin ortalamasının çok üzerinde insanlar. Futbolcular ise kendilerini, havaalanlarının ‘first class’ dinlenme salonlarında, kendi ülkelerinin sokaklarından daha çok ‘evlerinde’ hissedecek insanlar. Ama dünyanın dört bir yanında maçları televizyondan seyreden milyarlarca insanın büyük bölümü de ‘nasyonalizm’den çok ‘globalizm’e daha eğilimli bir ruh haline sahip. ‘Japonlardan nefret ediyorlar‘ klişesinin öznesi Çinliler ve Korelilerin, ülkelerindeki barlarda cafelerde Japonya’nın maçlarını Japonya formaları giyerek izlemesi de yakın zaman öncesine kadar düşünülemeyecek bir görüntüydü. Yine dünyanın dört bir tarafındaki yüzmilyonlarca insan, kendi ulusal kimlik coğrafyaları dışında güçlü bağlara sahip. Ronaldo’nun Facebook sayfasının 122 milyon takipçisi var. Portekiz nüfusunun 12 katı bu. Dünya Kupası yine bize, yeşil sahadaki dominant kültürün ‘Avrupa’ olduğunu da bir kez daha hatırlatıyor. Altı kıtadan onlarca takımın karşı karşıya geldiği turnuvada, herkesin gözünün üstünde olduğu yıldızların nerdeyse tamamı Avrupa liglerinde oynuyor. Avrupa hala dünyanın vitrini. Ve o vitrin de bize ‘küreselleşme’nin yönü hakkında bir fikir veriyor. Fransa, İngiltere, Almanya, Belçika, İsviçre, İsveç ve diğerleri artık ‘kozmopolit’ takımlar. Milli takım oyuncularının önemli bir kısmı veya çoğunluğu birinci veya ikinci kuşak göçmenlerden oluşuyor. Çok değil 30 yıl önce Meksika 86’da Fransa milli takımı Rocheteau, Le Roux, Giresse, Platini; Alman milli takımı Rummenigge, Littbarski, Matthäus veya Schumacher; İngiliz takımı Shilton, Lineker, Butcher gibi ‘yerli’ soyadlarından oluşuyordu. 2000’li yıllarda isimlerinden Alman, Fransız, İngiliz, İsveçli vs oldukları asla anlaşılamayacak yıldızları takımların bel kemiğini oluşturuyor. 30 yıl önce büyük ölçüde ‘yerlilerden’ oluşan Belçika milli takımı, 2018’de Afrika’dan Kafkaslara, İberia Yarımadasından Mağrip ülkelerine kadar farklı coğrafyalardan gelmiş yeni kuşak ‘global’ Belçikalılarla, turnuvanın en güçlü takımlarından biri konumunda. Aynı şekilde Avrupa liglerinde oynayıp da ‘ata yurdu’ milli takımlarda oynayan oyuncular var. Bu oyuncular, bazı küçük ülke takımlarını, futbolun dev ülkelerine kafa tutar hale gelmesinde büyük bir role sahip. İngiliz ekonomist Tim Harford, yoksul ülkelerin, gelişmiş ülkelerden daha hızlı ekonomik büyümeye sahip olduğunu anlatan ‘yakınsama (convergence)’ teorisine atıfta bulunuyor. Zayıf ülkelerden çıkan yıldızlar, futbol yaşamlarını, dünyanın en iyi spor diyetisyenleri, fizyoterapistleri, antrenörleri ve takım arkadaşlarının arasında geçiriyor. Onların bu fiziksel, teknik ve enformatik kazancı uzun vadede kendi ülkelerinin kazancına dönüşüyor. İyi liglere bolca oyuncu gönderen ülkelerde futbol daha hızlı gelişiyor. Tim Harford da sözü küreselleşme ile uyumlu olmanın avantajına getiriyor. Değişen dünyaya uyumda çabuk davranan ülkeler, yani uluslararası yetenek ve bilgi göçüne iki yönlü açık ülkeler, bu uyumun meyvesini yiyor. Yine, Dünya Kupasında sürpriz takımların iddialı teknik direktörler karşısındaki başarısı, otoriter teknik direktörler çağının geride kaldığı iddiasını da güçlendiriyor. 1986’dan itibaren 30 yıl Manchester United’ı yöneten Alex Ferguson‘un, 2013’te emekli olmaya karar vermesinden sonra futboldaki en tarihi emekliliklerden biri, Arsene Wenger’in 1996’dan beri yönettiği Arsenal’i Dünya Kupasının başlamasına haftalar kala bırakması oldu. Ondan önce 12 yıl Arsenal’i yöneten George Graham’ın lakabı, tahmin edilebilir nedenlerden ötürü ‘Kaddafi’ydi. Graham ile Wenger arasındaki 1 yılda takımı yöneten Bruce Rioch de hoşgörüsüz katılığıyla ünlüydü. Wenger de Napolyonik bir teknik direktör olarak görülüyordu. İşte böylesi bir mirası devralarak Wenger’in yerine Arsenal’in başına geçen 46 yaşındaki Unai Emery’nin ‘teknik direktör’ ünvanını bile almaması herkesin dikkat çekti. Emery’nin takımdaki ünvanı ‘baş koç’ olacak. Aslında hem Emery hem de Arsenal, bu yaklaşımla, futbol dünyasındaki yeni bir eğilime uyumlu hareket etmeyi tercih ettiklerini ilan etmiş oluyorlar. Bu aslında, son yıllarda küresel şirketlerin, şirketle özdeşleşmiş kudretli CEO’larını emekli edip, daha çok bir koordinatör gibi çalışan teknokrat CEO’larla çalışmayı tercih etme eğilimi ile de uyumlu. Küresel şirketlerin, bu kompleks ilişkiler ve etkiler çağında, kendilerini, bir kişinin egosu bilgisi ve ilgisi ile sınırlamanın muazzam kayıp olduğunu farketmeleriyle gelişen bir süreç bu… İmparator teknik direktörleri veya Ekşi Sözlük’te gördüğüm başlıktaki ifade ile ‘teknik diktatör’leri başarının önünde bir engel olarak gören bir eğilim bu. Artık, geniş bir uzman ekibin taşıdığı bilginin ve denetlemenin yörüngesindeki yeni ‘takım liderleri’, sahadaki bazı oyuncularından bile daha genç isimlerden oluşabiliyor. Dünyanın en iyi liglerinden biri olan Alman Bundesliga’yı bu yıl ikinci ve üçüncü sırada tamamlayan iki takımın teknik direktörleri Domenico Tedesco ve Julian Nagelsmann’ın yaşları toplamı 62 ki bu bile Arsene Wenger’ın yaşından daha genç. Peki ‘baş koç’ ne iş yapıyor? Teknokrat uzmanlardan oluşan geniş bir alt yapı kadrosu ile hareket eden taktik bir beyin sadece. Tıpkı, üçüncü dünya ülkelerinin liderlerinin adını dünyada çoğu insanın bilip, Hollanda, Danimarka, İsveç, Belçika gibi çok iyi yönetilen başarılı ve gelişmiş ülkelerin politik liderlerinin kim olduğunu dünyada pek fazla kimsenin bilmemesi gibi. Peki avantajları ne bunun? En önemlisi, tıpkı gelişmiş ülkelerde iktidarın değişmesinde olduğu gibi, bir teknik direktör gittiğinde takımın bütün sistemi, başarısı kolay kolay bundan etkilenmeyecek. Çünkü takımı bir sistem yönetmektedir, tek bir adamın egoso, ilgisi ve bilgisi değil… İkinci avantajı, ‘hiyerarşi’den ve sürü gibi ‘güdülmek’ten nefret eden, bunları eski çağa ait zihniyetler gören ‘milenyum’ çağının yetenekleri için takımları daha çekici hale getirmesi. Ve yine bu özgür ortam, futbolcuların yetenek ve enerjilerini çok daha üst seviyede sahaya yansıtmasına yol açar. Teknik direktörün ve taraftarın diktatör gibi olduğu bir takımda, bir futbolcu hata yapmaktan kaçınmayı her zaman iyi bir şey denemeye tercih eder. Aslında çok sayıda bilimsel araştırma da, teknik direktörlerin takımın başarısındaki rolünde payının görece daha küçük olduğunu gösteriyor. Çünkü futbol maçı, bir çok diğer takım sporunun aksine, akan bir spor. Spontane ve anlık organizasyonların etkisi, önceden çalışılmış organizasyonlara göre çok daha sonuç belirleyici. Hollanda futbolunun efsane ismi Johan Cruyff’un, ‘maçı sahada kafanızda oynarsınız, ayaklarınızın da biraz yardımı olur’’ sözü de bu gerçeğin altını çiziyordu. Dolayısıyla, her futbolcunun kendi mevkisi, rakip durumu ve potansiyeline göre kendini saha içinde konumlandırma becerisi, teknik direktörün talimatları ile robotik bir çizgide gidip gelen oyunculara göre daha sonuç alıcıdır. Stefan Szymanski, Washington Post’taki yorumunda, diktatörlüklerde futbolcular üzerinde baskı nedeniyle kalıcı bir nitelikli futbol çıkmadığına dikkat çekiyor. Sadece futbolcuların içlerindeki yeteneği sahaya yansıtmalarına izin verecek kadar temel bir kaç şeye yoğunlaşılırsa bile, kötü bir takımdan şahane futbol oynayan bir takım da çıkarılabileceğini de savunuyor. Ona göre, ‘’Ne kadar fazla plan yaparsanız, ne kadar fazla dikte ederseniz, sıradanlığın ötesine geçme şansınızı da o kadar azaltırsınız’’. Szymanski, en fazla Dünya Kupası kazanan ve dünya liglerine en fazla futbolcu gönderen ülkenin Brezilya olmasının da, Brezilya futbolunun kültüründeki karnavalımsı ‘o jogo bonito’ yani ‘güzel oyun’ yaklaşımı olmasının tesadüf olmadığını kaydediyor. Bu yeni tür teknik direktörlük çağında, bugüne kadar düşünülemeyen bir olasılığa da hazır olmak gerekiyor artık; Üst düzey bir erkek futbol takımının teknik direktörünün bir kadın olacağı günler çok uzak değil. BBC’de de program yapan İngiliz gazeteci Janan Ganesh, Financial Times’taki yazısında olasılık çıtasını biraz daha yukarı çıkarıyor; Teknik direktörlüğün tamamen tarih olacağı, sadece ‘data’lar yardımıyla takıma yön verilen gayri şahsi bir yönlendirme de söz konusu hale gelebilir. Ganesh, futbolun, bir olasılıkla da gerçek hayattan daha ilerici bir eğilimle, Fransa Kralı Lui gibi ‘Takım, Benim’ diyen ‘teknik diktatörler’ çağından çıkmaya başladığı bir zamanda, dünya politikasının farklı bir istikamette gelişmesinin ironisine de dikkatimizi çekiyor. Dünyanın dört bir tarafında, seçimlerle geldikleri iktidarda her geçen gün biraz daha otoriterleşen ve hatta bazılarında diktatörlük düzeyine kadar ulaşan ve ‘devlet benim’ diyen ‘tek adam’lar tsunamisi yaşanıyor. Bu manzaraya dikkat çekerken, Franklin Foer’in 2004 yılında yayınlanan ve çok ses getiren kitabı ‘Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar’ı hatırlatan Ganesh, bu zıtlıkta futbolun hala dünyayı açıklayan bir şey olup olmadığını sorguluyor. Tıpkı, kitabın yayınlandığı yıllardaki özel şirket küreselleşmesinin aksine, bugün devlet ekonomilerinin futbolda hiç olmadığı kadar etkili hale gelmeye başlaması gibi… Katar’ın sahibi olduğu Paris Saint Germain takımından Arsenal’a gelen ‘baş koç’ Emery, şimdi, Birleşik Arap Emirliklerinin sahibi olduğu ve Çin hükümetinin de yüzde 13’üne ortak olduğu Manchester City’e karşı mücadele edecek. Çinlilerin Avrupa’daki kulüp sahipliğinde de büyük bir artış yaşanıyor. Bu da bizi Dünya Kupası aynasında, dünyanın gidişatı ile ilgili yansıyan bir başka göstergeye getiriyor. Dünyanın en küresel spor gösterisinde, sahaya bakıldığında, dünyanın en kalabalık üç ülkesi Çin, Hindistan ve ABD’nin yer almaması dikkat çekiyor. Ama saha kenarındaki tabelalara bakıldığında, Dünya Kupası bir yönüyle bize küresel ekonominin eksenindeki kayma hakkında da bazı işaretler sunuyor. Daha 1990’larda Dünya Kupalarının en büyük sponsor markalarının büyük bölümünü, Kuzey Amerika firmaları oluşturuyordu. 2018 Dünya Kupasının 12 büyük sponsor markasının 7’sini Asya markaları oluşturuyor. Futbolun anavatanı Avrupa kıtasından sadece tek bir firma büyük sponsor. Toplam reklam verenlerin yüzde 60’ı Asyadan. Nitekim, eğer Dünya nüfusunun kupa maçlarını seyreden yarısına dahilseniz, saha kenarlarındaki Çince reklam panolarının fazlalığı dikkatinizi çekmiştir. Çinli futbolcular henüz katılmış olmayabilir ama bu küresel şov artık büyük ölçüde Çinlilerin parasıyla sahneleniyor. Futbolun kendisi gibi, Dünya Kupası da bir ayna sonuçta. İç dünyamızı, türümüzü, ülkemizi, dünyamızı ve geleceğimizi – ama az, ama çok- gözlemleme şansı veren bir ayna. Sadece spor yorumcularının değil, ekonomistlerin, hukukçuların, bilim insanlarının ve gazetecilerin de bugünlerde bu aynadan bolca ibret devşirmesinin nedeni bu… Bazılarına göre ise ‘’Top yuvarlak, saha düz, maç 90 dakika. Bunlar futbolun gerçekleri. Gerisi teori…’’ diyen efsane Alman futbol adamı Sepp Herberger haklı. Her biri berbat bir reality-show karakterine dönüşmüş şarlatan politikacıların yoğun stres pompaladığı günümüz dünyasında, hepimiz için 90 dakikalık veya 1 aylık bir kaçış keyfinden başka bir şey değil futbol… Öyle olsa da olmasa da bu Dünya Kupasının en azından bir gerçeği gösterdiği çok açık: Futbol, sonunda Almanların kazandığı bir spor değil. CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz