Skip to content
Menu

Berlin’de karantina yürüyüşleri

DENİZ ARSLAN

8 Haziran 2020

Her güzel şeyin bir sonu, her sonun bir ferahı, her ferahın da tatlı, munis, aldatıcı bir buğusu vardır hâle hâle yükselen, başlarımızın, çirkin binalarımızın, ağırbaşlı ihtiyarlara benzeyen kiliselerimizin, dapdaracık sonradan ekleme balkonlarımızın, artık nadiren duman tüten bacalarımızın üzerinde tatlı tatlı salınarak, bakır bir kap gibi üstümüze ağan gökyüzüne erişen. İşte o zaman biz, sanki bu, sıkıcı olacağını bildiğimiz ama gitmek zorunda olduğumuz bir konuklukmuş gibi sürekli ertelediğimiz, o nesebi belirsiz uykuya daha fazla direnemez, son adımları atar, son içkileri ve sigaraları içer, son çişleri yapar, buzdolabının dibinde kalmış yemeğin son kırıntılarına son bir ekmek banar ve yenik bir ordunun silik bir neferiymişçesine isteksiz, heyecansız ve yılgın, döşek yolunu tutarız.   

Ne kadar ağdalı, tumturaklı, hatta somak burunlu bir giriş oldu. Oysa size karantina zamanında şehrin etrafını bağışlayıcı bir bulut gibi saran o sihri, o ana kucağını anlatacaktım; bomboş sokaklarda, ıssız meydanlarda, bırakın insanı, tek bir arabanın bile geçmediği kallavi bulvarlarda, bir köy mezarlığı kadar sessiz parklarda yaptığım gece yürüyüşlerinin beni nasıl sağalttığını, hafızamın benim bile bilmediğim, kimi zaman korkutucu, kimi zamansa büsbütün şenlendirici kör kuyularına beni nasıl çektiğini, kimilerini belki otuz senedir dinlemediğim, çocukluğuma fon müziği olmuş devrimci şarkıların kuntluğunu bu yürüyüşlerin, nasıl yonttuğunu, onları nasıl da kaşla göz arasında yumuşacık bossa nova lokmalarına dönüştürdüğünü anlatacaktım. O halde, anlatayım. 

(Fotoğraf: Deniz Arslan)

Şimdi bir kere, o slogan doğru ve haklı: Karantinadan romantizm çıkarmak, en az üzerine egzotik sos dökülmüş makarnaya 70 lira vermek kadar sınıfsal tabanlı ve bir o kadar öküzce bir davranış. Karantinayı iktisadi bir kâbus olarak yaşamamış olmak bir lüks. Ben hasbelkader bu lüksü tecrübe edebildim ve meramım bu lüksü allayıp pullamaktan ziyade, buna sahip olan miniminnak bir burjuva olarak, bir daha asla görme şansımızın olmayacağı, yarı-distopik bir tuhaflıklar dizisinden kendi payıma düşeni azbuçuk deşelemek. Çünkü bundan, payıma düşen gece yürüyüşlerinden yani, bitimsiz bir zevk aldım, içimde bir yerde sessiz, sinsi, suratsız bir yaratık gibi karantina zamanını beklemiş olan anti-flâneur’ü keşfettim ve bu beklenmedik karşılaşmadan ikimiz de memnun kaldık. 

Mart ortasında hükümetin emriyle evlere kapandığımız günlerde başladım yürüyüşlere. Bu ilk zamanlar, havalar da sokaklar gibi sertti. Çocukluğumun kış akşamlarında, ismiyle müsemma mahallemiz Sinekli’yi zehirli bulut gibi saran ucuz kömür kokusunu duydum bir gece bizim mahallede, daha kulaklığı takmamıştım, zifiri sessizliğin orta yerinde durup içime çektim kokuyu. Bu böyle iyi, diye düşündüm, kokuya binip eski mahallede tur atmak iyi, ayaklar yeni mahallenin kaldırımlarına basarken. 

Tedarik maksadıyla girip çıktığım mahalle bakkallarını yakından tanıma fırsatı buldum. Bir gece, yakındaki Karadenizli bakkal, Alaman müdavim müşterisine sosyal mesafeli mesafeli Türkiye siyasetini anlatırken, ben de nasıl olsa pek az para harcıyorum diye pahalı pekmez biramı Sürmene bıçağı gibi dolaptan çekmiş bulunaraktan, son gelişmeleri aktarmayagöreyim, yüzünün bir gülüşü, beni “her şey çok güzel olacak” diye bir uğurlayışı var, her şeyin gerçekten güzel olacağına inanasınız gelir.

Sonraları, havanın mevsim normallerine nanik yaptığı günlerde, geceleri vitrin ışığını açık bırakan esvapçının önündeki banka çöküp çöküp Yusuf Atılgan’ın – artık nasıl kıydıysa – çöpe attığı tokmak gibi köy romanından bölümler mi okumadım, Mo Yan’ın kahramanlarıyla orta Çin kırsalında mantılar mı açmadım, John Berger bilgeliğiyle Resim Sevinçleri mi tatmadım… 

“Tilki bu fotoğrafta kendisini görebilenlere görünüyor” (Fotoğraf: Deniz Arslan)

İlk zamanlar öylesine büyüleyici bir sessizlik sardı ki mahalleyi, normalde işlek olan bir ana caddede yavru bir tilkiyle göz göze geldik mesela; Allah o tilkiye uzun ömür versin. Tilkiyle hasbıhal ettiğimiz o ana cadde normal şartlarda, vızır vızır işleyen hususiler, yağlı müşteri kollayan taksiler, doğuştan alkollü İngiliz ergenler, çocukları beylere bırakıp akşam yürüyüşüne çıkmış çıtı pıtı anneler, flört olimpiyatlarında derece peşinde koşan genç çiftler, bağıra bağıra konuşmaya programlı görgüsüz Amerikalılar ve barlarla lokantaların dışarıya atılmış masalarında arpa suyunda bekletilmiş kesif bir iştahla car car konuşan genç irileriyle öyle bir bulamaca sahne olur ki, iyi gününüzdeyseniz Sait Faik olup onları tek tek hikâye etmek, kötü gününüzdeyseniz Cüneyt Arkın olup hepsinin çanına ot tıkamak istersiniz. Ama karantina zamanı günbegün caddenin kanının çekilişini, buzdolabında unutulmuş sulu bir yemek gibi her geçen gün daha da kuruyuşunu görmek, bu capacanlı caddenin zihnimdeki haritasını da düzleyiverdi birdenbire: Bir sen, bir ben, bir de tilki…

Mesaimin geç bittiği geceler, haliyle geç saatlerde dışarıya çıkmama rağmen sadece bir kez kendimi tehlikede hissettim. Işıklı esvapçının önündeki bankta kitap okurken, sarhoş, dazlak, hafif neo-Nazi tipli bir su kabağı geçti yanıbaşımdan yalpalayarak ve küfredercesine beni keserek, önemsemedim. Beş dakika geçmedi, bu sefer ters yönden yaklaştı ve yine aynı tehditkâr bakışı savurarak ve yine hiçbir şey demeden önümden geçti. Sonra, daha görüş alanımı terk etmemişken, az ileride durdu. (Gittim bunun yanına, dedim, “Lan hışır, havan kime? Bizim mahallemizde bize racon mu kesiyorsun, götoş!” Geri mi duracak, yaklaştı, burun buruna geldik, “Nerden senin mahallen oluyormuş lan, optik!” deyip devam etti: “Bakma şimdi Marzahn’a sürdüler bizi ama doğma büyüme buraların çocuğuyuz evelallah.” Ben o zaman az geri bastım, “Ulan,” dedim, “madem semtin çocuğusun, yakışıyor mu posta koymak semtin en kıyak delikanlısına?” Bu benim boyuma posuma, üstümdeki eprimiş hırkaya baktı, “Sen misin lan semtin kıyak delikanlısı, yandan yemiş Littbarski!” dedi. Ben o zaman gülüverdim birden, dedim, “Bak bunu iltifat sayarım işte.” O salak da güldü, gevşedik karşılıklı. “Hakkaten nazi misin lan sen?” dedim. “Yok abi ne nazisi,” dedi, “son seçimde içim kan ağlaya ağlaya SPD’ye verdim, bir sürü de Kürt arkadaşım var.”)

Bakkallar, tilki, neo-nazi tipli sarhoş ve birkaç kaydadeğmez tip dışında; gece yürüyüşlerimde ara sıra köpek sahipleriyle de karşılaşıyordum. Çoğunlukla kulaklıklarını takmış, bazen yere, bazen köpeklerine, bazen de “bu hangi leylâ cüpiterinden düştü acaba” dercesine bana bakarak voltalarını atıyorlardı. Zaman içinde, yeterince numune biriktirip köpek mi sahibini gezmeye çıkarmış, yoksa sahibi mi köpeği anlamaya başlar gibi oldum, ama karantina raconu icabı bunun sağlamasını hiçbir zaman yapamadım. 

Velhasıl, keşke omzumda bir kameram, terkimde yeteneğim olsaydı da belki savaş zamanının karartma gecelerinden beridir hiç bu kadar boş kalmamış olan o sokakların, bulvarların ve meydanların, yeni kurulmuş sosyalist bir parti kongresi kadar soylu ve en az o kadar ıssız ve hüzünlü halini kayda geçirseydim. Bir keresinde, normalde oturmaya bile yeltenmeyeceğim kadar zevksiz bir cafenin önünden geçerken mobilyaları hâlen içeriye almadıklarını, alelâde bir zincirle birbirine bağlayıp öylece bıraktıklarını fark ettim. O sevimli, masalımsı, silindirik su kulesine bakan bu cafenin önünde biri götüm, biri de ayaklarım için olmak üzere iki sandalye zapt ettim kendime, oturdum, ayaklarımı uzattım. Sonra telefonumun müzik çalan yerine Ruhi Su yazdım. Üstad, o davudi sesi, tüfek gibi bağlaması ve kalender edasıyla “Allah Allah” diye girişirken kulağımda, kuleye bakarak seslendim ben de büyük insanlığa: 

“Ben bir avuç darı olsam

Yere saçılsam ne dersiniz?”

DENİZ ARSLAN, Berlin’de yaşayan öykü ve deneme yazarı. Twitter’dan takip edebilirsiniz.

adeniza@gmail.com