Skip to content
Menu

Sri Lanka’nın trajedisi: Bir aile şirketi olarak devlet

CEMAL TUNÇDEMİR

12 Temmuz 2022

Sri Lanka devlet başkanı Mahinda Rajapaksa, 2010’ların başında ülkenin üçüncü bir uluslararası havaalanına ihtiyacı olduğu iddiasıyla Hambantota kentine uluslararası havaalanı yapmaya karar verdiğinde birçok itirazla karşılaştı. 

Muhalefet ve ekonomi çevreleri, üçüncü uluslararası havaalanının ülkenin öncelikli ihtiyacı olmadığını savunuyordu. Hem yolcu kapasitesi artırılmak isteniyorsa bile, yeni bir havaalanından ziyade başkent Kolombo’nun iki uluslararası havaalanından büyüğü olan Bandaranaike Havaalanına eklenecek yeni bir pist ile uzun süre yetecek bir kapasite elde edilebilirdi. Yine aynı çevreler, turizm ve kentleşmiş bölgelere ulaşım sorunu olan uzak bir taşra kentine yapılacak bu havaalanını, havayolu şirketlerinin tercih etmeyeceğini ve ülkeye gelir kazandırmak bir yana devasa maliyetini bile çıkaramayacağı görüşündeydi. 

Havacılık uzmanları ve pilotlar da üçüncü havaalanı için seçilen yere itiraz ediyordu. Kendilerinin görüşü alınmadan sadece inşaatçılarca yapılan bu havaalanı projesi, bölgedeki tehlikeli okyanus rüzgarlarını dikkate almamasıyla her türlü kazaya ve uçuş trafiği aksamalarına açıktı. 

Çevreciler ise, üçüncü havaalanına, inşası için seçilen Mattala tropik ormanının yüzlerce filin ve nadir kuş türünün doğal yaşam alanı olduğuna dikkat çekerek, Sri Lanka’nın en değerli hazinesi olan doğası ve doğal sakinleri için telafisi imkânsız bir tahribe yol açacağı görüşündeydi. 

Fakat, Devlet Başkanı Mahinda Rajapaksa bu itirazları kaale bile almadı. Havaalanı projesine itiraz eden herkesi, ülkenin kalkınmasına ve yatırımlara engel olmakla itham etti. 12 bin nüfuslu memleketi Hambantota yakınlarındaki Mattala ormanı içine, kendi adını vereceği Mattala Mahinda Uluslararası Havaalanının inşaatını, Çin’in sağladığı kolay kredi ile yani borç para ile başlattı. Sri Lanka tarihinin en büyük yatırımlarından biri olan devasa havaalanı, 2013 yılında Devlet Başkanı Mahinda Rajapaksa ve bakanları taşıyan Sri Lanka Havayolları uçağının alana inişini takip eden görkemli bir dini törenle açıldı. 

Sonra… 

Sonra pek uğrayan olmadı. 

Havaalanına kâğıt üstünde yolcu sayısı kazandırmak isteyen hükümetin baskısıyla buraya mecburen aktarma uçağı indirip aynı yolcularla geri kaldıran Sri Lanka Havayolları dışında…

Sri Lanka halkının Budist Sinhala çoğunluğu, açıldığı gün bu havaalanını Sinhala Sri Lanka’nın küllerinden doğuşunun sembolü olarak görüyordu. Sadece 10 yıl sonra bugün, ekonomisi iflas etmiş ülkelerinde kitlesel açlık yaşamaya başlamış aynı Sinhalalar, aynı havaalanını ülkelerinde yanlış giden her şeyin sembolü olarak görüyorlar. ‘Dünyanın en ıssız havaalanı’ unvanı olarak da nitelendirilen bu havaalanına ekonomistler ‘beyaz fil’ diyor. Yani devasa maliyetine rağmen, atsan atamazsın, satsan satamazsın dev bir ölü yatırım. Sri Lanka Ulaşım Bakanı bir defasında Parlamento’nun baskısı üzerine 300 milyon dolar harcanan havaalanının ayda 16 bin rupi yani 120 dolar gelir elde ettiğini itiraf etmek zorunda kalmıştı. Bir hükümet görevlisinin pasaport polisine “bu ay kaç pasaport damgası vurdun” sorusuna aldığı ‘hiç’ yanıtı medyada yankılanacaktı.   

Havaalanının açıldığı dönem, Budist Sinhala çoğunluğunun Başkan Rajapaksa ve kardeşlerine adeta taptığı yıllardı. Çünkü Devlet Başkanı Mahinda ve kardeşi Savunma Bakanı Gotabaya Rajapaksa, Hindu Tamil azınlık için adanın kuzey ve doğusunda ayrı bir devlet kurma peşindeki Tamil Kaplanları örgütünün 26 yıldır süren silahlı kalkışmasını 2009 yılında son derece kanlı bir şekilde bastırmıştı. Sinhalalar için o güne kadar en varoluşsal nefret objesi azınlıktaki Hindu Tamillerdi.    

Marmara bölgesi büyüklüğündeki Sri Lanka Cumhuriyeti, Hindistan’ın güneyinde Hint Okyanusu içinde Bengal Körfezi ile Arap Denizinin birleştiği stratejik konumda bir ada ülkesi. Arapların ve İranlıların ‘Serendib’ diye adlandırdığı bu mistik ada, doğal güzellikleri, ormanları, bereketli tarım toprakları ile eski zaman seyahatnamelerinde ‘dünyadaki cennet’ nitelemesi kazanacaktı. Arap kaynakların, Serendib’i, sahiller ülkesi anlamında ‘Sahilan’ olarak da nitelemeleri, Batı dillerine ‘Seylan’ olarak geçince, İngiliz kolonisi olduğu dönem boyunca Seylan adıyla anıldı. Ülke, 1948’de İngilizlerden bağımsızlığını kazandıktan sonra 1972 yılında adını, Sanskrit’ dilinde ‘Muhterem Ada’ anlamına gelen ‘Sri Lanka’ olarak değiştirdi. 

22 milyonu aşkın Sri Lanka nüfusunun yüzde 70’ini Seylanca konuşan Sinhala Budistler oluşturuyor. Adanın kuzey ve doğu yakasında yoğunlaşan ve Tamilce konuşan Hindular, yüzde 12 ile en büyük azınlık konumunda. Yine Tamilce konuşan ve Sri Lanka’da ‘Moro’ diye adlandırılan Müslümanlar ise yüzde 10 nüfus ile üçüncü büyük nüfus grubu. ‘Moro’, dünyadaki bütün Müslümanları, Moro Berberiler (Endülüs) ile aynı isimlendiren Portekizlilerin adaya hükmettiği çağdan kalma bir isimlendirme. Oldukça çoğulcu bir yapıya sahip Müslümanların önemli bir kısmı Tamil kökenli. Tamilce konuşan bu Müslümanlar içindeki diğer büyük grubu oluşturan ‘Ravuttar’lar ise Çola Döneminde güney Hindistan’a yerleşmiş Türk topluluk. Zaten Sri Lanka’da onlara ‘Turukkar’ da deniyor. Müslümanlar içinde az sayıda Malay kökenliler de var. Nüfusun yüzde 7’sini ise yine çoğu Tamil kökenli ve Tamilce konuşan Hristiyanlar oluşturuyor. 

Ülkenin İngiliz kolonisi olduğu dönemde, eğitim kurumları genellikle adanın Hindistan’a bakan kuzey kesimlerine yapıldığı için, bölgede yoğunlukla bulunan Tamil kökenlilerin eğitim seviyesi ve İngilizceye hakimiyetleri ülkenin geri kalanına göre daha yüksek oldu. Koloni yönetiminin memur ve aydın kadrosunu da bu nedenle Tamil kökenli Hindu, Müslüman ve Hristiyanlar oluşturdu. Bu da Sri Lanka’nın bağımsızlığı sonrası yükselen Sinhala Budist milliyetçiliğin Tamilceyi Koloni dönemi ile özdeşleştirmesine zemin hazırladı. Sri Lanka’nın 1948’de İngilizlerden bağımsızlık kazanmasından sonra Ulusal Özgürlük Partisi lideri Bandaranaike, “Sadece Seylanca” yasası ile Seylancayı tek resmi dil haline getirdi. Nüfusun yüzde 30’unun konuştuğu Tamilce ise dışlandı. Seylanca konuşamayan bütün memurlar kamu kurumlarından çıkarıldı. Bu etnik milliyetçi karar yüzlerce yıl iç içe barış içinde yaşamış iki toplumun arasını açtı. Tepkilerin artmasından sonra Bandaranaike 1959’da geri adım attı. Ancak bu kez de bu geri adıma kızan aşırı milliyetçi bir Budist keşiş tarafından öldürüldü. Tamillerin dışlanması, büyük şehirlerde isyanlarda Tamil ev ve işyerlerinin yakılması ile karşılıklı yükselen milliyetçilik dalgası iki toplumda da makul sesleri zayıflatırken en çatışmacı, en sığ karakterleri öne çıkarmaya başladı. Bu da iki toplumda da şiddeti tek çare olarak gören aşırı milliyetçi, faşist karakterli örgütlerin insan kaynağını genişletti. 

1977 yılında Velupillai Prabhakaran adlı bir Tamil milliyetçisi, ‘Eelam’ adını verdikleri ütopik Tamil Devletini kurmanın tek çözüm olduğu inancı ile Eelam için Tamil Kurtuluş Kaplanları (LTTE) adlı örgütü kurdu. Prabhakaran, bu ütopyanın tek yolunun ise silahlı mücadeleden geçtiğine inanıyordu. LTTE, ilk ciddi silahlı saldırı eylemini, 23 Temmuz 1983 gecesi, birliklerine henüz katılmış pek askeri eğitim görmemiş bir grup acemi askerden oluşan bir devriyeye dönük gerçekleştirdi. 13 askerin bu şekilde pusuyla öldürülmesine, yıllardır Tamillere karşı nefret pompalanan Sinhala çoğunluk da başka bir vahşetle karşılık verdi. Tamil Kaplanları ile hiçbir ilgisi olmayan, desteklemeyen Tamillerin, işyerlerine, evlerine saldırdılar. Başkent Kolombo’da başlayan pogrom bütün ülkeye yayıldı. Öyle ki hapishanelerdeki yüzlerce Tamil kökenli mahkûm bile, Sinhala kökenli gardiyanların koğuş kapılarını, diğer koğuşlardaki hapishane çetelerine açmasıyla öldürüldü. 

Fiziksel görünümleri ile Tamil ve Sinhala kökenlileri ayırt etmek çok kolay değil. Nitekim Sinhala milliyetçisi lümpen yığınlar ve çeteler sokaklarda Tamil olduğundan şüphelendikleri insanlara, ana dili Tamilce olanın telaffuzda zorlanacak bazı Sinhalce kelimeler söyletiyor ve telaffuz hatasında sorgusuz sualsiz öldürüyordu. Bu çetelerin, hep doğru işyerleri ve evlere saldırması ise sonradan çok tartışma konusu olacaktı. Dönemin devlet başkanı J.R. Jayewardene sonradan, saldırganların bu tür bilgilere sahip bazı güvenlik kurumlarının planlamasında hareket ettiklerini itiraf edecekti. Devlet, ilkel bir içgüdüyle örtülü olarak yol verdiği pogromu günler sonra nihayet durdurmaya karar verdiğinde, 3000’e yakın Tamil sivil öldürülmüş, binlerce Tamil kadın tecavüze uğramış, 8 bin ev ile 5 bin işyeri yakılmış, 150 bin Tamil evsiz kalmıştı.

Kara Temmuz diye anılan ve günlerce süren yağma, tecavüz, kundaklama ve cinayetlere karşı devlet ilk kez 27 Temmuz 1983 günü resmî açıklama yaptığında da mağdur Tamillere empatiden çok, Sinhalaların ırkçı saldırganlığına empati vardı. ‘Sinhala çoğunluğun sabrının nasıl zorlandığı’ vurgusu yapılıyordu. Bu kan donduran bakış açısı, 13 askerin öldürülmesine duyulan öfkeden kaynaklanmıyordu. Kökenci (etnik) devletin, binlerce yıldır adada yaşayan Tamilleri, varlıklarıyla, hayallerindeki din, dil ve köken olarak homojen vatanın önünde bir engel olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Nitekim Devlet Başkanı Jayewardene, henüz askerlere saldırı ve sonrasındaki kitle saldırıları gerçekleşmeden sadece iki hafta önce, 11 Temmuz 1983 günü İngiliz Daily Telegraph gazetesine verdiği röportajda şu sözleri sarfetmekten çekinmeyecekti: 

“Jaffna (Tamil) halkının ne düşündüğü beni ilgilendirmiyor. Onları düşünemem. Ne durumdalar veya bizim hakkımızda ne düşünüyorlar bir önemi yok. Kuzeye (Tamillerin yoğunlukla yaşadığı kesim) ne kadar baskı uygularsak, Sinhala nüfusumuz da o kadar memnun oluyor. Gerçekten… Tamilleri açlıktan öldürsek, Sinhalalar mutlu olacak.” 

Ne var ki Kara Temmuz, 13 askerin intikamını almak yerine, binlercesinin daha ölmesine yol açacak bir şekilde büyüyecek bir iç savaşın doğuşuna hizmet etti. En çok da binlerce Tamilin, katılmasına neden olarak Tamil Kaplanları’nın işine yaradı. Şiddeti yaşamdaki tek yol gören Tamil Kaplanları kurucu lideri Velupillai Prabhakaran, Tamil nüfusun yoğun olduğu coğrafyada olağanüstü bir güce kavuştu. Ve bu gücü son derece faşizan ve acımasız şekilde kullanmaya başladı. Sinhala’lardan daha çok da kendisinin düşüncelerini ve liderliğini kabul etmeyen Tamiller üzerinde…

Kara Temmuz, 26 yıl sürecek kanlı bir iç savaşın başlangıcı oldu. Sinhala veya Tamil siviller birbirinden vahşi, birbirinden acımasız iki kökenci (etnik) gücün, Tamil Kaplanları ve Sri Lanka ordusunun arasında kaldılar. Tamil Kaplanları örgütü vahşiliğiyle, dünyadaki birçok terörizm taktiğinin öncüsü oldu. Bunların başında da intihar bombacıları geliyordu. İntihar bombacıları, bütün Tamilleri herkesin gözünde şüpheli hale getiriyordu. Her Tamil aileye, örgüte bir üye verme zorunluluğu getirdi. Kendilerini destek olmayan binlerce Tamil öldürüldü, yüzbinlercesi evinden köyünden kentinden göçe zorlandı. Tamil Kaplanlarının yöntemini reddeden onlarca ana akım Tamil politikacı 1980 ve 90’lar boyunca suikastlarla öldürüldü. Sri Lanka devlet güçleri ise, kanunların çizdiği çerçevede yasaları uygulayan bir hukuk gücü olmaktan çok, ‘en iyi Tamil ölü Tamildir’ zihniyeti ile hareket eden, her fırsatta topluca “Sri Lanka Sinhalalarındır” sloganları atan etnik bir çete gibi hareket ediyordu. 

Çoğunluğu Tamil Nadu eyaletinde olmak üzere 70 milyon Tamil kökenli vatandaşı olan Hindistan, hemen güneyindeki Sri Lanka adasında Budist Sinhalalar ile Hindu Tamiller arasında yükselen bu iç savaşa duyarsız kalmadı. İlk yıllarda Tamil Kaplanlarına, Tamil Nadu eyaletinden insan ve erzak yardımına göz yumdu. Örgüt yöneticilerine örtülü koruma sağladı. Çünkü o yıllarda Hindistan, Sri Lanka ekonomisini dünyaya açarak, Hindistan’ın adanın ekonomisi üzerindeki tekelini kıran Devlet Başkanı Junius Jayewardene’yi tehdit olarak görüyordu. 1987 yılında Başbakan Rajiv Gandhi, Tamil Kaplanları’na örtülü destek politikasından vazgeçti ve dahası Sri Lanka’ya Tamilleri silahsızlandıracak ve çatışmaları sona erdirecek bir barış gücü gönderdi. Tamil Kaplanları, Sri Lanka’dan daha çok Hindistan’a düşmanlık duymaya başladılar. Adanın kuzeyindeki Jaffna ve çevresi, Hindistan’ın Vietnam’ı haline geldi. Bir bataklığa saplandığını gören Hindistan 1990 yılında Sri Lanka’dan çekildi ama bu Tamil Kaplanları’nın Gandhi’ye nefretini yatıştırmadı. Rajiv Gandhi, muhelefette bulunduğu 1991 yılında Tamil Nadu eyaletindeki seçim gezisinde kendisine yaklaşan Tamil Kaplanları üyesi bir kadın militanının intihar bombası saldırısı ile öldürüldü.

Tamil Kaplanlarının bazı şehirlerde ve kesimlerde otorite kurmasıyla iç savaşa dönüşen çatışmalar, iki faşizan gücün de her türlü insan hakkını yok saydığı birçok vahşete, savaş ve insanlık suçuna sahne oldu. Zaman zaman silahları susturma yönünde önemli adımlar atıldı ama her defasında iki tarafın da savaşçı şahinleri bu girişimleri sabote ederek savaşı yeniden başlattı. En fazla şaşkınlık yaratan sabotajcılar ise Budist din adamları ve aşırı Budist takipçileriydi. Son yarım yüzyılda, Sri Lanka’da Budist din adamları ve aşırı Budistler, Budizm veya Buda dendiğinde dünyadaki geri kalan insanların çoğunun aklına gelen barışçıl ve evrensel imajın tam tersi profile sahip ırkçı, savaşçı, hükümrancı bir karaktere büründüler. 

Oxford Üniversitesi Budizm Araştırmaları Merkezinin kurucu başkanı Richard Gombrich’in ‘Protestan Budizm’ diye nitelediği yeni Budizm dini uyanışı, bunda en önemli faktördü. Gombrich’in tanımladığı şeyi ‘Selefi Budizm’ diye de çevirebiliriz. Onlarca yıl ülkedeki Sinhala milliyetçi siyasetin arkasındaki güç olan bu politize Budist keşişler 2000’lerin başından itibaren ise açıktan siyasete girmeye başladılar. Örneğin, aşırı sağcı Milli Kültür Partisinin (JHU) 2004 yılında meclise soktuğu 7 milletvekili de Budist keşişti. Laikliğe karşı çıkan parti, devletin ‘Budizm Ahlakı’ dedikleri dini kurallara göre şekillendirilmesini savunuyordu. Yine devletin, Sinhala Budist bütün vatandaşları silahlandırmasını isteyen bir yasa teklifi bile sunabildiler. Bu keşiş milletvekilleri, Sri Lanka Parlamentosundaki fiziksel kavgaların tamamında başrol oynuyordu. Bu parti ile beraber diğer mahallelere kadar kurduğu teşkilatlanmayla bütün partileri bir şekilde etkisi altına almış, Budist İktidar Gücü (Bodu Bala Sena) veya kısa adıyla BBS’nin de yönetim kadrolarının tamamı Budist keşişlerden oluşuyordu. Bodu Bala Sena’nın düzenlediği mitinglerde gösterilerde Budist keşişler, “Zafer Sinhala ırkının, Sinhala kanının ve Budistlerindir” şeklinde konuşmalar yapıyor, Sinhala Budist olmayan milyonlarca Sri Lankalıyı, “Adaya dışardan gelmişlerin çocuğu nesebi bozuklar” şeklinde niteleyebiliyordu. BBS’nin keşiş kadroları, hemen her barış çabasının veya insan haklarını ihlallerini araştırılması isteğinin karşısındaki en örgütlü sosyal güç oldu. İfade ve basın özgürlüğüne, hukuka, şeffalığa düşmanlığın halkın çoğunluğu içinde yaygınlaşmasında önemli rol oynadılar. 

1986’da ilk kez ziyaret ettiği Sri Lanka’da 2 yıl geçiren ve bu sürede Hindu ve Budist bütün gruplarla görüşüp, çatışma bölgelerinde dolaşan Amerikalı gazeteci William McGowan da, 1992 yılında yayımladığı ve yüzyıllarca harmoni içinde yaşayan Budist, Hindu, Müslüman ve Hristiyanlar arasında modern çağda yükselen nefretin, kimlik politikalarının kompleks dünyasına çarpıcı bir ayna tuttuğu ‘Sri Lanka’nın Trajedisi’ alt başlıklı ‘Sadece İnsan Alçak’ kitabında, Militan Budizmin bu çatışmalardaki rolüne vurgu yapıyor. McGowan, Budist şovenizmini, ırkçılık ve nasyonalizm ile kol kola yürümenin en barışçıl inançları felsefeleri bile nasıl zehirleyebileceğinin ibretlik bir göstergesi olarak görüyor. 

McGowan’ın dikkatimizi çektiği bir başka nokta ise, aşırı politikleşmenin Budistlerin ‘maneviyatına’ nasıl mal olduğu gerçeği: 

“Sri Lanka’daki keşişlerin bile çoğu artık, Budizmin temel ibadeti olan meditasyonu yapmıyor. Keşiş ahlakı da tamamen çözülmüş durumda. Adam öldürdüğü için idam cezası alan keşişler var. Son 10 yılda, Budist keşişlerin çocuklara cinsel istismarda bulunduğu yüzden fazla vaka medyaya yansıdı. Özellikle genç keşişlerin alkollü olay çıkarmaları, sokak çetesi gibi topluca sağa sola saldırmaları yaygın görüntüler haline geldi. Budizmin ülkenin tek birleştirici gücü olduğu inancı, onlarda, Budist veya Budistçi olmayan herkese karşı üstün oldukları fikrini besliyor. Bu kimlik olarak zaten üstün oldukları ve aşağılık insanlara karşı savaştıkları fikri de Sinhalaların çoğu için Budist inançlarının, ahlaklarının ne kadar çürümüş hale geldiğini görmelerini zorlaştırıyor.” 

McGowan, kendi deyimi ile, “toprak, ırk ve inancı” birbirine karışmasıyla zehre dönüşmüş bu siyasi ve milliyetçi Budist anlayışın, Myanmar’da da uç verdiğine dikkat çekiyordu ki henüz, Rohingya Müslümanlarına karşı topyekün temizliğin başlamadığı bir dönemde kimsenin dikkate almadığı bir uyarı olarak kalacaktı.  

İşte iç savaşın da etkisiyle Sri Lanka’da bütün oksijen kapılarını kapatan bu iptidai ve bağnaz iklim, kifayetsiz muhterisler için ideal bir iklim sunuyordu. Bunlardan biri de taşralı Rajapaksa ailesiydi. Ailenin lideri olan Mahinda Rajapaksa, 1970 yılında ilk kez parlamentoya seçildiğinde Sri Lanka tarihinin en genç milletvekili unvanını kazanacaktı. Aziz Nesin’in ‘Zübük’ öyküsündeki karakteri aratmayacak ölçüde çıkarcı siyasi kurnazlığıyla bilinen Mahinda, ayağını bastığı zemine göre bazı dönemler insan hakları şampiyonu bazı dönemlerde de en şahin keşişten bile daha şahin milliyetçi politikacı pozlarına büründü. Bu kasaba kurnazlığı sayesinde politikada hızla yükseldi. 1990’larda bakanlıklar yaptı ve 2004 yılında nihayet başbakan olarak atanmayı başardı. Kendisini başbakanlığa atayan ismin yerine partinin devlet başkanı adayı olması ise 1 yıl sürdü. 

Mahinda Rajapaksa, 2005 devlet başkanlığı seçiminde aday olduğunda rakibi olan Ranil Wickremesinghe’ye karşı kazanmasına pek olasılık verilmiyordu. Çünkü, sonucu belirleyecek oylar, Tamil seçmenlerin oyları olacaktı.    

Mahinda Rajapaksa’nın adaylığını destekleyen ittifak, ülkenin Budist Sinhala’lara ait olduğu tezine dayanan, Tamil sorununu sadece askeri çözümü olan bir sorun olarak gören, kökenci (etnik) vurgulu bir vatandaşlık zihniyetine sahip Milli Kültür Partisi gibi parti ve hareketlerden oluşuyordu. Wickremesinghe’yi destekleyen ittifak ise sadece Sinhala Budist çoğunluğa hitap eden değil azınlık Tamil’leri de kapsayan anayasal vatandaşlık kimliğini öne çıkarıyor ve ülke hepimizin fikrine ve bu fikre uygun anayasal teklifler vaat ediyordu. Yani, Tamil seçmenlerin oylarının neredeyse tamamının Wickremesinghe’ye gideceği aşikârdı. 

Fakat seçim günü yaklaşırken herkesi şok eden bir açıklama geldi. Tamil Kaplanları örgütü, iki ittifakın da Tamillerin haklarını yok saydığını savunan çok zorlama bir iddia ile seçimi boykot kararı aldı. Tamil Kaplanları örgütü çağrı ile de yetinmeyerek, boykot kararını, Tamil yerleşim bölgelerinde seçmenlere tam bir askeri abluka uygulayarak zorla uyguladı. Örneğin sadece Jaffna bölgesinde nerdeyse tamamı Wickremesinghe’ye oy verecek 701 bin 938 Tamil seçmenden sadece 8524’ü, örgütün boykot denetleme güçlerini aşıp sandığa ulaşabildi. Rajapaksa’nın, seçimi 100 bin küsur gibi oldukça kıl payı bir oy farkıyla kazandığı gözönüne alındığında Tamil Kaplanları’nın boykot kararının bir “tarafsızlık” kararı değil, Rajapaksa’ya destek kararı olduğu da açıktı. Muhalefet, seçmen iradesinin sandığa yansımasının silah zoruyla engellenmesini, iki karşıt milliyetçi gücün gizli ittifakı olarak gördü. Sinhala milliyetçisi Rajapaksa’nın Tamil milliyetçisi örgütün lideri Parabhakaran ile gizlice anlaştığı birkaç yıl sonra ortaya çıkacaktı. Peki Tamil Kaplanları, neden Tamil halkını da kucaklayan uzlaşmacı ve birleştirici bir aday yerine, ülkenin en ırkçı partilerinin desteklediği adayın kazanmasını sağladı? Çünkü, Wickremesinghe’nin kazanması, Tamil Kaplanlarının şiddeti eksen alan mücadele ve örgütlenme yapısını boşa düşürecek ve Tamil halkı ve uluslararası arenada Tamil Kaplanlarına sempati duyan çevreler nezdinde faşizan politikalarını savunamaz duruma düşecekti. Rajapaksa ve Budist milliyetçilerin iktidarı ise, Tamil şiddetine ve örgüte uluslararası toplumda sempati kazandıracaktı. Yani bu gizli anlaşma, iki düşman milliyetçi kamp açısından bir ‘kazan-kazan’ anlaşmasıydı. 

2005 seçimini kazanan Mahinda Rajapaksa artık Sri Lanka’nın en güçlü insanıydı. Keyfince yönetmenin önünde engel gördüğü hukuku, demokratik kurumları, denetleme mekanizmalarını eritmesine uygun iklim yaratacağını gördüğü milliyetçi ve dinci söylemi yükselttikçe yükseltti. Kutuplaşmayı derinleştirdi. 1991’de ordudan emekli olduktan sonra ABD’ye yerleşen kardeşi Gotabaya Rajapaksa’yı adaya çağırdı. Devlet Başkanı olarak aynı zamanda Savunma Bakanı koltuğunda da kendisi oturuyordu. Görev süresini uzattığı genelkurmay başkanı ve kardeşi ile birlikte 2007’den itibaren Tamillerin bulunduğu kuzeye ve doğuya topyekûn askeri saldırıya geçtiler.

(2009’da ordu güçleri ve Tamil Kaplanları arasında sıkışıp kalan onbinlerce sivil öldürüldü.)

Savaşın 2009 yılındaki dördüncü ve son evresi ise kuşaklar boyunca kapanmayacak bir yara açtı. Yüzbinlerce Tamil evini terk etmeye mecbur edildi, onbinlerce sivil Tamil, kadın çocuk öldürüldü. Tamil Kaplanları da her Tamil aileden tek üye zorunluluğunu iki üyeye çıkarak, savaşmak istemeyenleri öldürdü. 2009 yılında köşeye sıkışan Tamil Kaplanları, kendilerine siper yapmak için çoğu kadın ve çocuk yüz binlerce sivilin bölgeden kaçmasına izin vermedi. Sri Lanka ordu güçleri ise bu sivillerin yaşamını yok sayan bir vahşilikle ayrımsız bombaladı. Hatta, kendi oluşturduğu ve sivillerin sığınmasını istediği güvenli bölgeleri bile bombaladı. 18 Mayıs 2009 günü Tamil Kaplanları lideri Prabhakaran’ın öldürülmesi ile 26 yıllık iç savaş sona erdi. Birleşmiş Milletler daha sonra iki tarafın da birçok savaş ve insanlık suçu işlediği kararına varacak ve yargılama talep edecekti. 

Tamil Kaplanlarından en fazla nefret eden Tamillere bile ağır bedel ödetecek şekilde olsa da savaşın bitmesi, birçok Tamil için umudun da kapısını araladı. Ancak, bu milliyetçi zafer rüzgârı ile 2010 seçimine hazırlanan Rajapaksa ve Budist milliyetçiler, büyük kayıplar veren Tamil sivilleri kucaklayacak, mağduriyetlerini giderecek, entegrasyonu güçlendirecek barış adımları atmak yerine, şovenist böbürlenmeye dayalı bir politika izleyerek, bir sonraki Tamil isyanının tohumlarını ekmeyi tercih ettiler. 

Mahinda Rajapaksa, 2010 seçimini yüzde 60’a yakın bir oy ile çok rahat kazandı. Sinhala çoğunluk Rajapaksa’ya taparcasına bir bağlılık sergiliyordu. Onların gözünde Mahinda Rajapaksa’ya en küçük muhalefet bile, Sri Lanka’ya düşmanlıktı. Destekçileri ona devlet başkanı diye değil ‘Raja (Kral)’ diye hitap etmeye başladı. O güne kadar politikacıların posterlerini sadece seçim zamanlarında görmeye alışık Sri Lanka’da, artık olur olmaz her yere, bilboardlara, şehir meydanlarına, otobüslere Mahinda posterleri fotoğrafları asıldı. Okul çocuklarına onu öven şarkılar öğretildi ve söyletildi. Sri Lanka parasına resmi basıldı. Bütün bunlar, bu narsist politikacının, gerçekle zaten çok zayıf olan bağını iyice kopardı. Kendisini ülkedeki her yasanın üstünde, canı ne isterse yapabilecek konumda gördü. Onun keyfi, Sri Lanka’nın milli iradesiydi. Şahsına dini, milli ve tarihi bir misyon biçiyor, her türlü kanun ve kurumdan, hatta lideri olduğu siyasi parti, hareket ve kadroların tamamından bile değerli olduğuna inanıyordu.

İç savaşın sona ermesiyle Sri Lanka ekonomisi de hızla canlanmaya başladı. Çatışmaların sona ermesi ‘Dünyadaki cennet’i görmek isteyen küresel turistler için on yıllar sonra fırsat yaratmıştı. Nitekim New York Times gazetesi 2010 yılında dünyanın en popüler turizm menzilleri listesinde Sri Lanka’yı ilk sıraya koyacaktı. Döviz gelirleri artıyordu. Ekonomik göstergeler baş döndürücüydü. Sri Lanka ekonomisi 2012 yılında yüzde 9 büyümeye kadar ulaştı. 2008 küresel ekonomik krizinin de etkisiyle çok kolay borçlanabilen Sri Lanka, bütün bu parayı Rajapaksa’nın keyfince harcamaya başladı. 

İşte aklı ve vicdanı işler durumda olan herkesin itiraz edeceği Mattala Rajapaksa Havaalanı, bu keyfiliğin ve halktan hiçbir itiraz görmeyeceğini bilmenin rahatlığının bir ürünüydü. Ve o günlerdeki tek ‘beyaz fil’ yatırım değildi. 

(Mahinda Rajapaksa Havaalanı ‘dünyanın en boş havaalanı’ olarak nitelendiriliyor)

Örneğin başkent Kolombo’da inşa edilen 350 metrelik Lotus Kulesi, Mahinda Rajapaksa Nelum Pokuna Sahne Sanatları Gösteri Salonu, Mahinda Rajapaksa Limanı, Mahinda Rajapaksa Uluslararası Fuar Merkezi, Mahinda Rajapaksa Uluslararası Kriket Stadyumu… Ücra bölgelerde, trafiğe açıldıktan sonra çok az araç trafiği taşıyacak otoyollar, köprüler…  

Megalomani eseri bu yatırımların çoğunun tek ortak noktası, narsist devlet başkanı Mahinda Rajapaksa’nın adını taşıması değildi. Hepsi, Çin’den sağlanan alması kolay, ödemesi zor borçla inşa ediliyordu. Yani gelecek nesillerin kursağına girecek mamalardan kesilen parayla… 

Çin ve Rajapaksa ailesinin iş birliği, İç Savaşın son yılındaki kanlı bastırma sürecinde başladı. Birçok ülke kendi kamuoyu tepkisinden çekindikleri için, açıkça savaş suçları işlenen bu çatışmalara silah desteği vermek istemezken, Çin, 1,8 milyar dolarlık silah satışı yaptı. Çin’in buradan beklentisi sadece para değildi. Rakibi Hindistan’ın hemen güneyinde, insan nüfusunun üçte birinin, dünya petrol-doğal gaz arzının yüzde 40’ının ortasında ve Çin’in ham petrol ithalat güzergahının üzerindeki çok stratejik bir ada olarak Çin için çok önemliydi.   

81 milyar dolarlık bir ekonomik büyüklüğe sahip Sri Lanka, 2010 sonrasında dış borçlanmada rotayı tamamen Çin’e kırdı. Ekonomik olarak bakıldığında bu izah edilebilir bir karar değildi. Örneğin, Sri Lanka merkezli veri inceleme merkezi Verite Research verilerine göre, Çin kredilerinin faiz oranı yüzde 3.3 iken Japonya kredilerinin faiz oranı yüzde 0.7’di. Hindistan’ın 24 yıl ve Japonya’nın 34 yıl olan ortalama nihai borç ödemesi tarihi Çin için 18 yıldı. Ülkenin geleceğini düşünen hiçbir devlet başkanı daha iyi seçenekler varken Çin seçeneğini kabul etmezdi. Ama Çin seçeneği bambaşka bir şey sunuyordu. Ülkenin geleneksel kredi kaynakları olan Japonya ve Hindistan’ın aksine Çin, verdiği kredilerin nereye nasıl harcandığı, kimin cebine girdiği, yapılacak yatırımın gelir kendi masrafını çıkaracak gelir yaratıp yaratmayacağı konularında neredeyse hiçbir şeffaflık ve denetim talebinde bulunmuyordu.

Mattala Rajapaksa Havaalanı ile birlikte yine aynı küçük taşra kentine inşa edilecek Hambantota Mahanda Rajapaksa Limanı, Çin’in ‘borç tuzağı diplomasisi’ olarak adlandırılacak yönteminin küresel maskotları haline gelecekti. Devlet Başkanı Mahinda Rajapaksa’ya göre Hambantota Mahanda Rajapaksa Limanı sayesinde, Sri Lanka, Hint Okyanusunun yeni Singapur’u olacaktı. Çin’den 1,2 milyar dolar kredi alınarak inşa edilen dev limana, bugün, hurdacı firmaların gelişmiş ülkelerden ikinci el arabalar getiren gemileri dışında pek uğrayan yok. 2017’de liman inşaatı için alınan borcun ödenemeyeceği anlaşılınca, Çin’e bu liman 60 kilometrekarelik çevresiyle beraber 99 yıllığına kiralanacaktı. 

Havaalanı ve liman gibi ‘beyaz fil’ yatırımlar yapılırken Rajapaksa’ya halk desteği en üst düzeydeydi. Halkın bu yüksek desteğinden aldığı cüretle Rajapaksa da yolsuzluk, keyfilik ve bunların doğal sonucu olan otoriterlik çıtasını yükselttikçe yükseltti. O kadar pervasızdı ki 2010 seçiminden sonra kurduğu kabinede birkaç bakanlık koltuğuna da kendisini atadı. Bu yetmezmiş gibi, kardeşi Gotabaya’yı Milli Savunma Bakanı, ağabeyi Chamal’ı Meclis Başkanı yaptı. Amerikan getirdiği ve yine Amerikan vatandaşı olan kardeşi Basil’i başdanışmanı yaptı. Muhalefet, Basil’e, sonraki birkaç yıl bütün kamu ihalelerinden aldığı rüşvet payı nedeniyle ‘Mr. 10 Percent (Bay Yüzde 10)’ lakabı takacaktı.  

Mahinda Rajapaksa, keyfiliğini sistemleştirmek için Anayasayı değiştirdi, devlet başkanının yetkilerini olağanüstü artırdı. Ayrıca, 2015’te üçüncü kez yeniden aday olabilmek için ‘iki dönem sınırını’ kaldırdı. Hemen her kurumu kendi keyfi kontrolünün altına almak istiyor ve aldığında da bu kurumda çürüme de başlıyordu. Bunların en çarpıcı örneklerinden biri, ülkenin ulusal havayolu şirketi olan Sri Lankan Airlines’tı. 1998 yılında Emirates Havayolu ile ortaklık kurulduğundan beri profesyonel bir yönetimle kâra geçmiş ve Güney Asya’nın en önemli hava taşımacılık firmalarından birine dönüşmüştü. 

2008 yılında Emirates, Londra’dan tatilden dönen Rajapaksa ailesi üyelerine uçakta yer açmak için biletini önceden almış yolcuların biletini iptal ettirme baskısını reddedince, Mahinda Rajapaksa, Emirates ile profesyonel yönetim anlaşmasını sona erdirdi ve havayolu kurumunun başına kayınbiraderi Nishantha Wickremasinghe’yi getirdi. Kâr eden bu devlet şirketini, sadece 10 yılda iflasın eşiğine götürecek süreç de başladı. Örneğin 2015’te hükümetin değiştiği kısa sürede açılan bir soruşturmada, 10 Airbus uçağın alımında 2.3 milyar dolarlık yolsuzluk yapıldığı ortaya çıkacaktı. Milli kayınbiraderin, havayolunun çok sayıda hostesini metres olarak kullandığı, havayolunun parasıyla kendisine sürekli lüks otolar kiraladığı gibi skandallar bile, yıllarca koltuğunda oturmasına engel olmadı.  

İç savaşa ve diğer birçok olumsuzluğa rağmen Güneydoğu Asya’daki en başarılı demokrasilerden biri olmayı başaran Sri Lanka’da bütün bu pervasızlık, Rajapaksa’ya karşı tepkiyi de büyütmeye başladı. Görece bağımsız yargı ve görece bağımsız seçim kurulu gibi kurumların hala var olması, demokrasi için umut yaratıyordu. 2015 seçiminde, Rajapaksa’nın kabinesinde bakanlık yapmış Maithripala Sirisena, patronunun karşısına devlet başkanı adayı olarak çıktı. Yolsuzlukla mücadele, özgürlükleri ve şeffaflığı tesis etme vaadiyle geniş bir muhalefet koalisyonunu arkasında toplayan Sirisena, seçimi sürpriz şekilde kazandı. 

Bu şok yenilgiden sonra Mahinda Rajapaksa, Meclis’te milletvekili olarak kaldı. Maithripala Sirisena döneminin başı, ülke için umutların yeniden yeşerdiği bir dönem oldu. Anayasa yeniden değiştirildi ve devlet başkanlığının yetkileri tıraşlandı, başbakanlık yeniden güçlendirildi. Devlet başkanlığında yeniden iki dönem sınırı getirildi. Ancak Sirisena, gerisini getiremedi. İç savaşın sona erdirilmesi sürecinde büyük bir mağduriyet yaşayan, milyonlarcası evinden olmuş, yüz binlercesi hala hapiste, milyonlarcası diyasporada olan Tamilleri kucaklamakta çekimser kaldı. Yolsuzlukların üzerine ise kararlı şekilde gitmedi. Başbakanlığa getirdiği Ranil Wickremesinghe ile arası açıldı. Bu güçlü başbakana karşı eski patronuna sığındı. Kendisini ve Sri Lanka’yı ateşe attı.          

Devlet Başkanı Sirisena 26 Ekim 2018 günü, Rajapaksa’lar ile birlikte planladığı bir hükümet darbesi yaptı. Kendi partisine ve Meclis’e haber vermeden Başbakan Ranil Wickremesinghe’yi yayınladığı bir kararname ile görevden alarak, 2015’teki rakibi olan Mahinda Rajapaksa’yı başbakanlığa getirdi. Oysa 2015’te yapılan Anayasa değişikliği başbakanın, sadece ölümü, istifası, parlamento üyeliğinin düşmesi veya parlamentoda güvenoyu alamaması ile görevini kaybedebileceği hükmü getirilmişti. Devlet başkanı ise, ‘başbakanı, cumhurbaşkanı atar’ kısmını kendince ‘istediği zaman başbakanı görevden alıp, yeniden istediğini atar’ gibi yorumluyordu. Bu darbe, Wickremesingh’nin görevini bırakmamakta ısrar etmesiyle büyük bir anayasal krizi tetikledi. Bir anda Sri Lanka’nın iki başbakanı ve iki kabinesi oldu. Meclisin mevcut Başbakan Wickremesingh’e iki kez güvenoyu vermesi üzerine Sirisena Meclisi feshetti ve erken seçim kararı aldı. Ancak anayasaya aykırı bu keyfi karar de Sri Lanka Yüksek Mahkemesince iptal edilince bu fiili darbe açığa düştü. Mahinda Rajapaksa çekilmek zorunda kaldı ve Wickremesingh hem Rajapaksa’lara hem de onların aparatı haline gelmiş devlet başkanı Sirisena’ya rağmen görevinde kaldı. Bu krize rağmen 2015-2019 dönemi, hukuka geri dönülmesi, kamusal harcamalara şeffaflık ve denetim getirilmesiyle 40 yıl sonra ilk kez bütçe fazlası verdiği bir dönem oldu.  

Pes etmeyen Mahinda Rajapaksa ve kardeşleri ise 2020 seçimine hazırlanmaya başladı. Tamil Kaplanları örgütünün olmadığı bir ortamda Tamil karşıtlığı onlara yeterli Sinhala desteği sağlamaya yetmiyordu artık.  Sinhala Budist çoğunluğun ilkel kökenci damarını yeniden işleyebilecekleri bir dalgaya ihtiyaçları vardı. Sri Lankalı yazar Samanth Subramanian, ülkesindeki etnik ve dini çatışmaları incelediği ‘Bölünmüş Ada’ kitabında “psikolojisi ayakta kaldığı sürece, kadim nefretler ve düşmanlıklar sona erse de yenisi hemen başlar” diye yazıyor. Rajapaksa’ya arayıp da bulamadığı bu yeni fırsatı 2019 baharında İslamcı terör grupları verdi. 

(21 Nisan 2019 günü Paskalya Ayini yapılan kiliselere aynı anda saldıran İslamcı teröristler yüzlerce kişiyi öldürdü)

İslamcı teröristler, 2019 yılın Paskalya Bayramı günü, Paskalya ayinleri için Hristiyanların toplandığı çok sayıda kilise ve hotele aynı anda saldırarak 300 kişiyi öldürdü. Aslında adanın sosyolojisinin izahta yetersiz kaldığı bir saldırıydı bu. Güya Müslümanların uğradığı baskıların intikamı olarak yapıldığı söylenen eylemlerin, Sri Lankalı Müslümanlarla beraber aynı haksızlık ve eşitsizliğin kurbanı olagelmiş Hristiyanlara dönük olması tuhaftı. 

Bu saldırı ile beraber, muazzam bir Müslüman karşıtı propaganda başladı. Hindu Tamillere yönelik nefretin ve düşmanlığın yerini nüfusun yüzde 10’unu oluşturan Müslüman Tamillere yönelik düşmanlık ve nefret aldı.  

Sri Lanka’nın terörle mücadelede zaafiyet içine girdiği, ülkenin teröristlere teslim olmak üzere olduğu söylemi yükseldi. Terör günlerine geri mi dönüyoruz korkusuna kapılan Sinhala Budist çoğunluğun, terörle en iyi mücadeleyi kimin yaptığını hatırlaması çok sürmedi. Paskalya terör saldırıları, Rajapaksa’ları yeniden ülkenin umudu haline getirdi ve itibarları yeniden yükseldi. Bu arada, Hindistan istihbaratının haftalar öncesinden bu terör saldırılarını haber verdiği halde Sri Lanka güvenlik güçlerinin hareketsiz kalarak teröristlere adeta yol verdiği ortaya çıktı. Ancak, bu korkunç terör saldırılarının yarattığı iklim, sağduyulu her türlü sorgulama girişimini sonuçsuz bırakıyordu. Mecliste, terör saldırılarına imkân veren güvenlik ve istihbarat zaafiyeti hakkındaki bütün araştırma önergeleri ise, teröre güya en fazla tepkili Rajapaksa’ların ve sadıklarının oylarıyla reddediliyordu.  

2015 Anayasa değişikliği ile geri getirilen iki dönem sınırı nedeniyle Mahinda Rajapaksa 2020 seçiminde devlet başkanlığına aday olamıyordu. Onun yerine kimin aday olacağı ise partinin ilgili kurullarında değil, aile meclisinde tartışıldı. Sonunda aile, eski Savunma Bakanı kardeş Gotabaya Rajapaksa’yı aday olarak gösterme kararı aldı. Müslümanlara ve Tamillere dönük nefret üzerine kurulu siyasi kampanya ile de seçimi büyük farkla kazandılar. 

Gotabaya Rajapaksa’nın devlet başkanı olarak ilk kararı ise Başbakanlığa, eski devlet başkanı olan ağabeyi Mahinda Rajapaksa’yı ataması oldu. Yeni kabine ise adeta Rajapaksa Aile Meclisi görünümündeydi. Başbakanlığının aynı sıra Mahinda iki ayrı bakanlığın da koltuğuna oturdu. Devlet Başkanı Gotabaya da bu görevi yetmezmiş gibi aynı zamanda Savunma Bakanlığı görevini de üstlendi. Ağabeyleri Chamal Rajapaksa içişleri bakanı olurken, kardeşleri Basil Rajapaksa ise Maliye Bakanı olarak bütün ekonominin patronu olacaktı. Mahinda, gelecekte devlet başkanlığına hazırladığı genç oğlu Namal Rajapaksa’yı da Spor ve Gençlik Bakanı olarak kabinesine aldı. Namal, 2010 yılında ilk kez milletvekili yapıldığında daha 24 yaşındaydı. Uzun yıllar hiçbir resmi görevi olmadığı halde her gittiği yerde devlet büyüğü gibi protokolle karşılandı. Devlet memurları üzerindeki bu gücünü, kara para aklamaktan yolsuzluğa birçok yasadışı suçu pervasızca işlemekte kullandı.  

Namal Spor Bakanlığının yanı sıra, dijital teknoloji ve girişimden sorumlu devlet bakanlığı görevine de getirildi. Gotabaya’nın oğlu Şaşindra Rajapaksa ise tarım teknolojileri ve organik tarımdan sorumlu devlet bakanı oldu. Başbakanlık Müsteşarı Mahinda’nın 30 yaşındaki oğlu Yoshitha Rajapaksa oldu. Ülke ekonomisinin yüzde 70’i Rajapaksa ailesinden birine bağlıydı. 

Dahası, bakan koltukları dışında ülkenin nerdeyse diğer bütün önemli koltuklarına da yeğen, kuzen, kayınbirader, damat olarak Rajapaksa ailesinin üyesi olan kişiler oturdu. Örneğin, ABD büyükelçiliğine kuzen Jaliya Wickramasuriya atanırken Rusya büyükelçiliğine bir başka kuzen Udayanga Weeratunga atandı. Sri Lanka Parlamentosunda ise soyadı Rajapaksa olan 14 milletvekili vardı. 

Aile, eline geçirdiği bu güçle devleti adeta bir aile şirketi gibi görmeye başladı. Aslında olağanüstü zenginleşmiş haldeydiler. 2015 seçiminden sonra Sri Lanka Dışişleri Bakanlığının hazırladığı bir istihbarat raporuna göre Rajapaksa ailesi, yurt dışında, offshore hesapları başta olmak üzere 18 milyar dolarlık bir mal varlığına sahipti. Ama bu muazzam servete rağmen hala her türlü kişisel harcamalarını kamu parasıyla yapmayı sürdürüyorlardı. Örneğin, First Lady Shiranthi Rajapaksa, teyzeleri ile beraber Paris’e gittiğinde, Kraliçe Elizabeth’in bile pahalı bularak kalmadığı geceliği 20 bin Euro’luk King George V Hotelinde kalıyor, bütün parayı Sri Lanka devleti ödüyordu. 

Yeni Rajapaksa hükümetinin ikinci önemli işi ise, keyfiliklerinin önündeki anayasayı bir kez daha değiştirmek ve 2015 değişikliği getirilen bütün denge denetleme sistemlerini yok etmek oldu. Muhalefetin, ülkeyi, mevcut otoriterliği bile aratacak bir diktatörlüğe dönüştüreceği gerekçesiyle karşı çıktığı anayasa değişikliği ile parlamentonun bütün gücü yeniden tıraşlandı ve devlet başkanlığı olağanüstü güçlendirildi. Yüksek yargı üyeleri ile polis müdürlerinin atanmasında Parlamento onayı şartı kaldırıldı. Devlet başkanına parlamentoyu istediği zaman feshetme yetkisi verildi. İki dönem sınırı yeniden kaldırıldı. Devlet başkanının hızlı kararlar alabilmesi gerekçesiyle, Sayıştay’ın özerk yapısını sona erdirip, bakanlık emrinde çalışan memurlar konumuna getirdiler. Ayrıca, Yolsuzluk ve Rüşvet İddialarını Soruşturma Bürosunun da iktidardan bağımsız yapısı da sona erdirilerek, bir talimat kurumuna dönüştürüldü. Yani, sadece Rajapaksaların sevmediği bürokratları ve politikacıların yolsuzluklarını soruşturacak bir aparat oldu. 

Bütün bunları perdelemek için de muazzam bir terörle mücadele propagandası sürdürülüyordu. Bağımsız gazetecilik yok edildi. Sri Lanka halkı ülkelerinin iflasa gittiğinden habersiz, Müslümanların ülkeyi yıkmak üzere olduğu korkusuyla yaşıyordu. Hükümet başkent Kolombo’da haftalarca ilk Kovid vakalarını sadece Müslüman mahallelerinde tespit edince, Kovid’i Müslümanların Sri Lanka’yı içten yıkmak için kullandığı bir silah gören komplo teorileri de büyük bir güç kazandı. Bu da Sinhala çoğunluktaki öfkeyi hükümetten Müslümanlara yöneltiyordu. Hükümet de bu öfkeyi doyuracak adımlar atarak kendisine puan kazandırıyordu. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütünün Kovid’ten ölenlerin gömülmesinin toplum sağlığına bir tehlike oluşturmadığı açıklamasına rağmen Rajapaksa Hükümeti, geleneksel olarak ölülerini gömen Müslüman ve Hristiyan Tamilleri aşağılayıp Sinhala Budist milliyetçileri hoşnut etmek için, bütün ölüleri yakma zorunluluğu getiriyordu. Bu uygulamaya, BM İnsan Hakları Komisyonunun 2021 Şubat ayında Sri Lanka’da Müslüman azınlığa yönelik ayrımcı ve baskıcı uygulamaları gündemine almasına kadar sürdürecekti. 

Ancak, hukuksuzluğun, yolsuzluğun ve ehliyetsiz yöneticilerin girdabına kapılmış ekonomideki çöküntü de artık terörle mücadele propagandası ile örtülemeyecek bir hal almaya başlıyordu. 2019 Paskalya terör saldırısı sonrası ülkenin turizm geliri yeniden keskin şekilde düşmüştü. Rajapaksa’ların, iktidara geldikten sonra, bütün ekonomi çevrelerinin itirazına rağmen çok uluslu şirketlerin, zenginlerin, devletten ihale alan önemli şirketlerin vergi borçlarından önemli kesintiler yaptığı vergi reformu da ülkenin vergi gelirinde muazzam bir düşüşe neden oldu.

2021 yılında Sri Lanka’nın vergi gelirleri GSH’nın yüzde 9.6’sına kadar gerilerken, devletin harcamaları GSH’nın yüzde 20’sini aşıyordu. Bu devasa cari açığın yanı sıra, döviz çıktısına neden olan ithalat sürekli büyürken, döviz girdisine sebep olan ihracat sürekli düşüyordu. Kovid salgınının, ülkenin en önemli iki döviz kaynağını, yurtdışındaki Sri Lankalı göçmenlerin ailelerine gönderdikleri para ve turizmi durma noktasına getirmesi de mali krizi daha da derinleştirdi. 

Bütün bu hastalıklı mali tabloya, günü kurtarma amaçlı berbat politik kararlar da ekleniyordu. Rajapaksa’ların 2021 Nisan ayında bir gece aniden bütün kimyasal gübreleri yasaklaması kararı gibi. 

Yasağın, Sri Lanka’yı, ‘dünyanın tamamen organik tarım yapılan ilk ülkesi’ yapmak gibi çok süslü bir resmi gerekçesi vardı. Fakat gerçek bu resmi böbürlenmelerden çok farklıydı. Hükümet çiftçilere dağıttığı yıllık 400 milyon dolar gübre sübvansiyonuna göz dikmişti. Dahası, organik gübrenin tamamını Çin’den alacaklardı. Yani, Rajapaksa ailesine yeni bir rüşvet kapısı daha açılıyordu. Fakat Çin’den 20 bin tonluk ilk parti organik gübre geldiğinde, Kolombo limanındaki incelemede gübrenin erwinia bakterisi taşıdığı tespit edildi. Gümrük memurları yukarıdan gelen talimata rağmen bunu medyaya sızdırarak konunun üstünü kapanmasını engelledi. Sri Lanka toprağına karıştığında kuşaklar boyunca tarımı olumsuz etkileyeceği için geminin limana halat bağlamasına bile izin verilmedi. Çin firması Qingdao Seawin, anlaşmanın toplam bedelinin yüzde 70’inin ve nakliye bedelinin ödenmesi şartıyla sözleşmeden çekileceğini söyledi. Firmanın, Sri Lanka’yı aşağılayıcı bir şartı daha vardı. Gübrede bakteri olduğu için değil, gümrük mevzuatındaki sorun nedeniyle anlaşmanın feshedildiğinin açıklanmasını istiyordu. Çin firması, 50 ülkeye yaptığı organik gübre ihracatının olumsuz etkilenmesini istemiyordu. Sonuçta firmanın istediği oldu. Sri Lanka devleti Çin firmasına, tek bir gramı bile alınmamış gübreler için milyonlarca dolar ödendi.  

Kimyasal gübre yasağı, tarımı oldukça olumsuz etkiledi. Ülkenin en önemli tarım ihraç ürünü olan çayın (Türkiye’de ‘kaçak çay’ olarak bilinen çay çoğunlukla Seylan çayıdır) üretiminden keskin bir düşüş yaşandı. Dahası yüzyıllardır kendi kendine yeten bir pirinç ülkesi olan ülkede pirinç kıtlığı başladı. Ve hükümet, Sri Lanka’da pirinç açığını kapatmak için 450 milyon dolarlık pirinç ithal etmek zorunda kaldı. Yani 400 milyon doları kasada tutmak isterken, 450 milyon dolarlık yeni bir harcama çıkardı, halkını da açlığa sürükleyerek… 

Rajapaksa’ların tüp kuyruklarını azaltmak için buldukları çözüm de akıl almaz bir trajediye neden oldu. Nüfusun yüzde 42’sinin evinde tüp gaz kullandığı Sri Lanka’da, ülkenin gaz satın alacak dövizi azaldığı için 2021 ortalarından itibaren tüp kuyrukları başladı. Tüplerde propan-bütan gaz oranında, daha ucuz temin edilen propan lehine yapılan oynama, birçok evde patlamaya ve çok sayıda kişinin ölmesine yol açtı. Patlamalar haftalarca sürmesine rağmen, devletin tüp gaz üreticisi Litro Gas sorumluluğunu kabul etmedi. Ta ki, mahkeme tarafından piyasadaki tüplerini toplama emri çıkıncaya kadar. 

Bu muazzam fiyaskoların hiçbirinin bir sorumlusu olmadı. Çünkü, Sri Lanka hükümetinde hata yapan kimse olamazdı. Medyayı kontrol eden propaganda makinesine göre her türlü hata ithamı, dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin algı operasyonuydu. Hele soyadı Rajapaksa olan bakanların hata yaptığı düşünülemezdi bile. Rajapaksa’lar, kendi sadık kadrolarında çözülmeye neden olmamak için de sadece kendilerinin değil kadrolarındaki kimsenin hiçbir hatasını kabul etmiyor, soruşturtmuyor, yargılatmıyorlardı.  

Kendisinin bir ekonomi dehası olduğuna inanan Maliye Bakanı Basil Rajapaksa, bütün uyarılara rağmen, son ana kadar finansal krizin bir ekonomik krize dönüşeceğini kabullenmedi. Ekonomik gerçeklerle ilgisi olmayan retoriklerle sürekli birkaç ay içinde her şeyin düzelip çok güzel olacağını savundu. Basil Rajapaksa Maliye Bakanı koltuğuna oturduğunda ülkenin merkez bankasının kasasında en az 7 milyar dolar rezervi vardı. Geçtiğimiz Nisan ayında istifa ettiğinde, yerine gelen isim, temel ihtiyaçları için acil 1 milyon dolar bulmakta bile zorlandıklarını açıklayacaktı. 

Basil’in cahilce özgüveni tek örnek değildi. Atandıkları yerlere ehil oldukları için değil, sadece sadık oldukları için atanmış yetkililer, hemen her devlet kurumunu akıl almaz başarısızlıklara sürüklüyordu. Örneğin, Enerji Bakanı Udaya Gammanpila 2020 yılında Enerji Bakanlığına atanıp da ülkenin ulusal petrol kurumu Ceylon Petroleum’un hesaplarını incelediğinde bunun şok edici bir örneği ile karşılaşacaktı. Tüketiciye oldukça düşük ücretten petrol ürünlerini satan şirketin, ham petrol tedarikçilerine vadesi gelmiş 4 milyar doları toplayabileceği hiçbir kaynağı ve dahası bunun için hiçbir planlaması bile yoktu.

Gammanpila, 2021 başından itibaren ülkenin büyük bir döviz yokluğu krizine doğru gittiğini ve acilen önlem alınması gerektiğini düşünen tek kabine üyesiydi. “Diğer ülkeler kazandıkları parayı harcıyor, biz borç aldığımız parayı harcıyoruz” diyerek “bu yolun sonu iyi değil” uyarısı yaptığında Başbakan Mahinda Rajapaksa, ‘her şey kontrolümüz altında’ diyerek, ülkenin o kadar kötü durumda olmadığını savunacaktı. Gıda kıtlığı, benzin kıtlığı, tüp kıtlığı her yerde yaşanmaya başlarken, hükümet, ısrarla ülkede kıtlık olmadığını iddia ediyor ve ekonomik kriz iddialarını ülkeye bir tür algı operasyonu olarak lanse ediyordu. 

Sri Lanka ekonomisinin, Şubat ayında başlayan Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte artık günü kurtaracak gücü bile kalmadı. Rajapaksa’lar, Çin bankalarından borç aldıkları bütün parayı inşaata gömerken, ülkenin sadece faiz ödemeleri için dövize ihtiyacı olduğu, ana borcu ise yeni borçla döndürebileceği gibi hazırcı bir varsayıma dayanmıştılar. Ancak her geçen gün düşen ihracat gelirleri, gittikçe büyüyen borcun altından kalkamaz oldu. Sri Lanka’nın bugün 51 milyar dolar borcu var. 7 milyar dolarının bu yıl ödenmesi gerekiyor. Gelecek 5 yılda ödenmesi gereken borç miktarı ise 31 milyar dolar. Yeni kredi temin etmekte zorlanınca 12 Nisan günü vadesi gelmiş borcunu ödeyemeyerek tarihinde ilk kez temerrüde düştü. Resmen iflas etmiş oldu. Yıllarca inkâr ettikten sonra Nisan 2022’de Sri Lanka hükümeti ilk kez resmen, ülkenin döviz rezervinin sıfır olduğunu açıklayacaktı. 

(Sri Lanka halkı geçtiğimiz sonbahardan beri tüp gaz alabilmek için saatlerce bazen günlerce sırada beklemek zorunda kalıyor)

Temel gıda maddelerini bile almakta güçlük çeken, her gün 13 saat elektriksiz kalan, günlerce tüp ve benzin kuyruklarında bekleyen halkın Rajapaksa ailesine öfkesi sokağa taşınca, Nisan ayı ortasında halkı yatıştırmak için Chamal, Namal ve Basil Rajapaksa kardeşler bakanlıktan istifa etmek zorunda kaldılar. Başkent Kolombo’da başlayan protestolar bütün ülkeye yayıldı. Sri Lanka halkı açlığın çaresizliği ile korkusunu yıktı. En küçük eleştirinin bile yapılamadığı Rajapaksa’ların maketleri meydanlarda yakılmaya başlanıyordu. Üstelik yakanlar, bir zamanlar bu aileye taparcasına destek verenlerdi. Kendi memleketleri Hambantota da bile halk sokaklardaydı. 

Ailenin ‘The Boss (Patron)’ lakaplı lideri olan Başbakan Mahinda Rajapaksa, 9 Mayıs günü, son umutla, Budist milliyetçisi militanlarını otobüslerle taşıtarak protestocuların üzerine saldı ve korkutup dağıtmayı denedi. Ama başarılı olamadı. Aksine protestocuların Rajapaksa’ların ev ve işyerlerine saldırmasına yol açtı. Rajapaksa Ailesinin baba yadigarı ünlü evleri yakıldı. Aile büyükleri anısına yapılan müze yerle bir edildi. Biri milletvekili 9 kişi öldü. Ailesiyle bir askeri üste saklanmak zorunda kalan Başbakan Mahinda Rajapaksa aynı gece istifasını açıklamak zorunda kaldı. Üç gün sonra yargı, Mahinda ve bazı sadık yardımcıları hakkında yurt dışına çıkış yasağı kararı aldı. 

Ağabeyini ve kardeşlerini feda etmesine rağmen koltuğunu korumakta zorlanan Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa çaresizce, Parlamento’da tek bir milletvekili olan Ulusal İttifak Partisinin, daha önce beş kez başbakanlık yapmış lideri Ranil Wickremasinghe’yi yeniden hükümeti kurmakla görevlendirdi. Ama bu hamle de protestoları durdurmadı. Bütün kardeşleri, damatları, yeğenleri, kayınbiraderleri ve kuzenleri devletten uzaklaştırmak zorunda kalan Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa, ailenin son umudu olarak aylarca istifa baskısına direndi. Ancak, 9 Temmuz günü Sri Lankalı yüzbinlerce göstericinin devlet başkanlığı sarayını basmasından sonra 13 Temmuz Çarşamba günü istifa edeceğini açıklamak zorunda kaldı. 

(İstifa etmemekte direnen Gotabaya, yüzbinlerce Sri Lankalı’nın haftasonunda sarayını basması ile kaçmak ve istifa etmek zorunda kaldı.)

Ulusal Barış Konseyi Başkanı Jehan Perera’ya göre, “Rajapaksa ailesinin çekilmesi, teslim oldukları anlamına gelmiyor: “Çünkü, iktidarı tamamen kaybettiklerinde hem yurt içinde hem dünyada başlarının fena halde belaya gireceğini görüyorlar. Hem savaş suçları hem insan hakları ihlalleri hem de yolsuzluk suç dosyaları fazlasıyla kabarık.”   

Ailenin tek umudu, kendilerine zarar vermeyecek bir hükümetle ülkeyi biraz soğutup zaman kazanmak. Bunun için en muhtaç oldukları şey ise, on yıllar sonra ilk kez gerçekleşen milli birliğin yeniden bozulması… Zira, Rajapaksa karşıtı protestolara, modern Sri Lanka tarihinde görülmemiş şekilde Sinhala Budist, Tamil Hindu, Müslüman, Hristiyan bütün sosyal grupların hep birlikte katılıyor. On yıllardır hükümet karşıtı her gösteriye dış güç organizasyonu gibi bakan Sinhala çoğunluk ilk kez Tamil azınlığa empati duyuyor. 

(Yakın zaman öncesine kadar her türlü protestoya karşı çıkan Budist din adamları, artık protestoculara destek vermek için sokaklara çıkıyor.)

Ama Sinhala çoğunluğun, günlük hayatlarını sürdüremez hale düşmelerine neden olan ekonomik krizin öfkesinin ötesinde, gerçekten bu karanlık döngüyü bozacak radikal bir zihniyet değişimine ne kadar hazır olduğu hala belli değil. Bu da ülke Rajapaksa’ları aşmayı başarsa bile, sonrasının sorularla ve belirsizliklerle dolu kalmasına yol açıyor. Birçok Sri Lankalı aydına ve uluslararası bölge gözlemcisine göre Sri Lanka’nın geleceğini, halkın, özellikle de Sinhala çoğunluğun bütün yaşananlardan ne kadar ders çıkardığı belirleyecek. Bu çoğunluğun, devleti kendi şirketleri gibi gören ailenin aslında Rajapaksa’lar değil kendileri olduğunu fark edip edemeyeceği… Bütün vatandaşların eşit olduğu, yargının bağımsız olduğu, ifade ve basın özgürlüğü olan, kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet düzenine, sırf Tamiller veya Müslümanlar da hak sahibi olacak, devlet yöneticisi olacak korkusuyla mesafeli durmaktan vazgeçip vazgeçmeyecekleri… 

Sri Lankalı sosyolog Sasanka Perera, konuk olduğu bir podcast yayınında kısa vadede umutlu olmasını gerektirecek hiçbir ışık görmediğini söylüyor. Mevcut parlamento hatta yeni bir seçim bile ülkeyi düştüğü bu durumdan kurtaramayacak. Çünkü ona göre asıl sorun, Rajapaksalar değil, Sinhala çoğunluk. 

Güney Asya konusunda uzman, Neil DeVotta da East Asia Forum için kaleme aldığı bir değerlendirmesinde, “devletin Rajapaksa ailesinden ve avanelerinden temizlenmesi”nin geçici sakinleşme dışında hiçbir çözüm getirmeyeceğini savunuyor: 

“Son Rajapaksa da devletten çıkarılsa, Sri Lanka, hukukun üstünlüğü ve çoğulculukla barışmadığı sürece iyi yönde dönüşmeyecek. Gerçek değişim ancak Sinhala Budistlerin, esiri oldukları çoğunlukçu etnosentrik etoslarını aşabilmesiyle mümkün olabilir. Maateesüf, Sri Lanka’nın bağımsızlığı kazandığı günden beri deneyimi, bize bunun henüz gerçekleşebilir bir şey olmadığını gösteriyor.” 

Amerikalı şair Wallace Stevens, savaş zamanlarında insan kalmanın zorluğunu anlattığı Kuru Ekmek şiirinde, “Trajik bir coğrafyada yaşamak, trajik bir zamanda yaşamak gibi” diyor. Dünyadaki cennet Sri Lanka, Sinhala, Tamil, Müslüman veya Hristiyan fark etmeksizin halkının kökenci egolarından çıkmakta direnmesi nedeniyle sürekli cehennem zamanı yaşayan trajik bir coğrafya olmaktan kurtulamıyor.

James Baldwin’in 1960’larda Amerikalı beyaz ırkçılar için dediği gibi, hepsi kendi kültürel tarihlerinin tutsağı. Sorunların kökenine inemiyorlar. Çünkü sorunların kökeninde kendileri var ve bunun farkında bile değiller… 

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz