Skip to content
Menu

Jacinda’nın yükselişi ve düşüşü

CEMAL TUNÇDEMİR

25 Mart 2023

Yeni Zelanda küresel ekonomik ve politik ilgi çemberi içinde bir ülke değil. Hatta önemli global merkezlere coğrafi olarak da pek yakın bir ülke değil. Kendisine en yakın uluslararası kavşak olan Hong Kong’dan bile uçakla 11 saat uzaklıkta. 1990’ların başında dönemin Avustralya Başbakanı Paul Keating’in dünyanın geri kalanına kızgın bir anındaki feveranıyla, “dünyanın g.tünde bir yerde olan Avustralya’nın” bile 4000 kilometre güneydoğusunda bir adalar ülkesi. 

Güney Pasifik’te ikisi büyük yüzlerce adadan oluşan ülkenin toplam toprak yüzölçümü Türkiye’nin yaklaşık üçte biri kadar olsa da nüfusu 5 milyon civarında. Bu seyrek nüfusta, insan türünce en son keşfedilmiş büyük toprak parçalarından biri olmasının payı var. Yeni Zelanda yerlilerinin ataları olan Doğu Polinezyalıların bile buraya göçleri ancak 1200’lü yıllarda gerçekleşmiş. Hollandalı kâşif Abel Tasman ve mürettebatı 1642 yılında buraya ulaşan ilk Avrupalılar olarak kayıtlara geçmişler. Keşif gemisinin haritacısı, ana adayı Hollanda’daki memleketi ‘Zeeland’a (Denizyurdu) atıfla ‘Yeni Zeeland’ anlamında “Nieuw Zeeland” şeklinde kayda geçirince isminin öyküsü başlamış. 

20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar, dünyanın geri kalanı bir yana, parçası olduğu Anglo-Sakson evreninde bile o kadar gözlerden ıraktı ki Amerikan Coğrafya Cemiyeti bir defasında dağıttığı yerküre maketlerinde bu ülkeyi göstermeyi unutacaktı. Mazeretleri ise “ya, şimdi, herkes unutuyor orayı, çok da şey etmeyin…” mealinde olacaktı. Haksız değillerdi… 

(Ikea, 2019 yılında satışa sunduğu dünya haritasına Yeni Zelanda’nın yer almadığı fark edilince haritaları piyasadan geri toplayarak Yeni Zelanda’dan özür dileyecekti)

Dünya haritası deyince hepimizin aklına ilk gelen, Avrupa’yı merkeze ve üste koymuş ve 1569 yılında ilk kez dünyayı bu şekilde haritalandıran Belçikalı haritacı Gerardus Mercator’dan adını alan ‘Mercator Projeksiyonu’na dayalı ‘düz dünya’ haritalarından birine bakarsanız, en sağ alt köşede görebileceğiniz son toprak parçası Yeni Zelanda. Görebileceğiniz diyorum, çünkü görememe olasılığınız da var. Bu haritaları basan birçok matbaacının ‘mürekkep harcamaya değmez’ diye düşünmesi mi veya yerini değiştirmeden ona sayfada yer bulamayacağını fark eden grafikerlerin ‘ya şimdi Yeni Zelanda’yı oraya koymazsam kim fark eder ki?’ tembelliği mi sebep bilinmez ama sık sık bu Mercatoryan dünya haritalarında da Yeni Zelanda’nın yer almadığı oluyor. Amerikalı şakacı gençlerin bu nedenle uydurduğu, “Yeni Zelanda aslında, NASA tarafından kiralanmış aktörlerin nüfusunu oluşturduğu kurgusal bir yer” şakasının ‘düz dünyacılar’ arasında gerçek sanılıp kolayca yayılmasında bu noksan küre ve haritaların da payı vardır belki.   

(Yeni Zelanda devlet resim sitesi, dünya haritalarında sık sık unutulmalarını bu şekilde protesto ediyor)

Bununla beraber 2000’lerin başından itibaren Yeni Zelanda adını, Amerikalılar daha sık duymaya başladı. Amerikalılar bir yerin adını duyunca, biliyorsunuz, bütün dünya duymuş oluyor. Bunda tabii ki, çekimleri Yeni Zelanda’da yapılan ve ülkenin doğasının güzelliğini ifşa eden Yüzüklerin Efendisi film üçlemesinin yanı sıra yine bu ülkede çekilen Hobbitler, Narnia Günlükleri, Son Samuray gibi filmlerin etkisi çok büyük. 20’nci yüzyıl boyunca dünyanın Hakkari’si muamelesi gören ülke, 21’nci yüzyıl başından itibaren en azından bir kuşağın ‘Orta Dünyası’ haline geldi. 

Bu sihirli Hollywood dokunuşuyla, en azından Kovid öncesi, her yıl nüfusunun dörtte üçü kadar turisti ağırlayan bir ülkeye dönüşse de çoğunlukla magazin, bilim ve seyahat sayfalarının konusu olarak kalmayı da sürdürdü. Küresel bir konuda Yeni Zelanda başbakanı ne düşünüyor diye kimsenin merak etmemesi bir yana, uluslararası politikayı yakından takip eden birçok insan Yeni Zelanda başbakanının adını bile bilmezdi. 

Ta ki Jacinda Ardern’e (adı Türkçe ‘Casinda’ okunuyor) kadar… 19 Ocak 2023 günü istifa ettiğini açıklaması, dakikalar içinde küresel politika gündeminde ilk sıraya yerleşen ve haftalar boyunca devam eden bir yankıya yol açan başbakana kadar…

Görece küçük, net şekilde uzak ve hatta bazılarına göre ‘gerçekten var olup olmadığı tartışılabilir’ bir ülkenin başbakanının istifasını, saatler içinde dünyanın bütün başkentlerinin gündeminde, bütün önemli medya organlarında manşete çıkaran, sosyal medyanın hemen her dilinde günün en çok konuşulan şeylerden birine dönüştüren, küresel politika evreninde haftalardır devam eden bir yankıya yol açan nedenler ne olabilirdi?       

İlk akla gelen, müstafi Başbakan Jacinda Ardern’in ‘kadın olması’ tabii ki değil…

Kaldı ki ‘kadın başbakan’, Yeni Zelanda için bir yenilik bile değil. Yeni Zelanda, kadın vatandaşlarının seçme hakkını çiğnemeyi 1893 yılında (dünyada ilk), seçilme haklarını çiğnemeyi ise 1919 yılında terk ederek bu eşitlik devriminde öncü ülkeler arasında yer almıştı. Ülke 1933 yılında ilk kadın milletvekili ve 1947 yılında da ilk kadın bakan ile tanışmıştı. 1997’de seçilen ilk kadın başbakanı, 1999’da ülkenin ikinci kadın başbakanı olacak rakibi koltuğundan etmişti.  

Dahası, Yeni Zelanda, 2000’lerin başında, devlet başkanı (Kraliçe Elizabeth), Genel Valisi, Başbakanı, Meclis Başkanı, Yüksek Mahkeme Başkanı ve iki ana akım partinin liderliği gibi devletin iktidar koltuklarının tamamına aynı anda kadınların oturduğu, tarihteki ilk ülke olacaktı. 

Yani Ardern’i dünya ve Yeni Zelanda için sıra dışı yapan asıl özelliği kadınlığı olamazdı. Zaten, 2017’de Başbakan olduğunda daha 37 yaşında olması bile kadınlığından daha çok konuşuluyordu.

1980 yılı doğumlu olan Jacinda Ardern, 2001 yılında iletişim bilimleri okuduğu üniversiteden mezun olduktan sonra kısa bir süre Yeni Zelanda parlamentosunda çalıştığı dönemde aktif politikaya girmişti. 2007 yılında Uluslararası Sosyalist Gençler Birliğinin başkanlığına seçilmişti. Bir yıl sonra, 28 yaşında Wikato bölgesinden, ülke tarihindeki en genç milletvekili olarak Yeni Zelanda Meclisine seçilecekti.

Milletvekilliğinin 10’ncu yılına girdiği 2017 yılında, genel başkan yardımcısı olduğu İşçi Partisinin o dönemdeki lideri Andrew Little anketlerde hala çok geride olmaları üzerine genel başkanlıktan istifa edince, seçimlere 7 hafta kala İşçi Partisinde liderlik için tüm gözler ona dönmüştü. Daha 5 ay önce partinin genel başkan vekili olan Ardern ise liderlik için pek hevesli değildi. Partinin bütün yönetiminin, Ardern’i liderlik ve başbakan adaylığı için doğru isim olduğuna ikna etmesi gerekecekti… 

İknayla genel başkanlığa getirilen Ardern’in liderliğinde İşçi Partisi haftalar içinde kamuoyunda büyük bir rüzgâr yakaladı. Bu rüzgâr, birinci parti olmak için yeterli olmadıysa da öngörülen seçim hezimetini yaşamaktan kurtulması bile başarıydı. Ancak daha fazlası oldu. Birinci olan merkez sağ Ulusal Partinin sağ partileri bir araya getirip koalisyon kurmayı başaramadı. Uzlaşmacı kişiliği ve müzakere yeteneğiyle İşçi Partisi gibi sol yelpazedeki Yeşiller Partisinin yanı sıra anahtar konumundaki diğer sağ partiyi (Önce Yeni Zelanda Partisi) destek vermeye ikna eden Ardern sürpriz şekilde ülkenin başbakanı olacaktı. 

Ardern’in istifasına dünyanın bu kadar ilgi göstermesinin nedenleri arasında tabii ki onun beş buçuk yıllık başbakanlığı süresince sergilediği kişiliğinde, söyleminde ve politikalarında vücut bulan ‘politikacı tipi’nin kısmen etkisi var.  

Ardern’in Başbakan olduğu 2017 yılı, Trump’ın ABD başkanlık koltuğuna oturduğu, Bolsonaro’nun Brezilya devlet başkanlığına adaylığını açıkladığı, ülkenin Pasifik komşularından Filipinler’de Duterte’nin galiz küfürler ve hukuksuz cinayetlerle ülke yönettiği, tamamen korkulardan beslenen izolasyonist, reaksiyoner sığ bir yaklaşımın ürünü olan Brexit kampanyasının yıldız ismi Boris Johnson’a İngiltere’nin dışişleri bakanı olmasıyla partisinin ve ülkesinin liderlik yolunun açıldığı, onlarla benzer kulvarlarda Putin, Orban, Modi gibi bir ırk, etnik veya dini kimliği devletin, hatta bölgelerinin tek sahibi gören kültürel üstünlükçü, kamu hazinesi ile ailenin banka cüzdanı arasında fark görmeyen, devletin içinde keyfince hareket edebilmek için demokrasi ve cumhuriyetin bütün kolonlarını kesen, entelektüel açıdan sığ, her kompleks soruna son derece basit ve hamasi çözümler seslendiren, en açık başarısızlıklarında bile sorumluluk almak yerine sürekli dış güçleri veya muhalefeti mesul gösteren, kendilerini ömür boyu lider olarak dayatabilmek için şahısları etrafında dini, emperyal, tarihi fanteziler oluşturmuş, başlangıçta siyasi kampanya için uydurdukları bu role zamanla kendileri de inanmış, kemalattan yoksun ihtiyar ve maço erkeklerin iktidarının yükseldiği bir yıldı. 

Böylesi bir lider profilinin yükseldiği dönemde Yeni Zelanda’da ise, sosyal ilerici bir dünya görüşüne sahip, çoğulculuktan yana, küresel iklim değişikliğinin oluşturduğu tehdidi ciddiye alan, sosyal dokuya ve aile kurumuna asıl tehdidin cinsel kimlik eşitliği değil, gelir eşitsizliği veya çocuk yoksulluğu gibi temel yaşam sorunları olduğunu düşünen, anayasal kurumlara saygılı, otoritesinin sınırlarını bilen, empati sahibi, rakiplerine karşı nazik, kimseyi korkutma ihtiyacı duymayan, seçim kaybetmeyi demokrasinin doğal sonucu gören ve bunu kabullenmeye çok hazır, kendisini vazgeçilemez bir kurtarıcı görmeyecek kadar kişiliği olgunlaşmış 37 yaşında bir kadın lider ciddi bir kontrast oluşturuyordu. Foreign Policy dergisinin o günlerdeki nitelemesi ile, “dünyanın anti-Trump’ı” gibiydi.  

Ne var ki, dünyadaki bu bakışa rağmen ülkesinde, kazara kendini başbakanlıkta bulmuş bu genç deneyimsiz solcu politikacı için kimse iki yıldan uzun bir başbakanlık düşünemiyordu. Hele de başbakanlığının, bir sağ partinin desteği ile ayakta durması nedeniyle… Ama Ardern Hükümeti, 2019 yılında art arda patlayacak ve ülkenin İkinci Dünya Savaşından beri yaşamadığı orandaki büyük krizlerde sergilediği performansla herkesi şaşırtırken sadece üç yıllık normal hükümet dönemini tamamlamayı başarmakla kalmayacak, sonraki seçimde Yeni Zelanda tarihinde nadir görülmüş bir halk desteğine ulaşacaktı.   

Onu dünyada tanınır bir politik figüre dönüştürecek ilk ciddi sınavı, Yeni Zelanda’nın İkinci Dünya Savaşından beri yaşadığı en kanlı gündü. 15 Mart 2019 günü Christchurch kentindeki Nur ve Linwood camilerinde Cuma namazı için toplanmış Müslümanlara saldıran göçmen karşıtı beyaz ırkçı bir terörist, 51 Müslümanı katletmiş ve 49’unu yaralamıştı. 

Ardern’in, az gelişmiş ülkelerde sıkça görüldüğü gibi, toplumun büyük bir travma yaşadığı böylesi büyük bir terör eylemini kullanarak terörle mücadele adı altında hakları özgürlükleri daha da kısıtlayacak, teröristleri bir şekilde muhalefet politikalarıyla irtibatlandırıp her tür muhalefeti terör torbasına doldurma pespayeliğe yönelmesi zaten beklenemezdi. Zaten, Yeni Zelanda hukuk ve devlet düzeninin yanı sıra politik ve toplumsal kültürü de böylesi kişisel ve keyfi manipülasyonlara kolayca yol vermeyecek donanımdaydı. Nitekim Ardern de Christchurch katliamının bütün taziye ziyaretlerine ve anma toplantılarına diğer partilerin temsilcileri ile ortaklaşa katılmaya özen gösterecekti.  

Ancak Ardern, bu vahşi katliama karşı, Batıdaki benzeri ırkçı saldırıları ‘meczup ve yalnız bir aşırının işi’ türü nitelemelerle bireysel bir eylem gibi gösterip önemsizleştiren, kınamalarla geçiştiren, katil esmer/Müslüman olmadıkça ya da kurbanlar esmer/Müslüman oldukça ‘terör’ sözcüğünü kullanmayan Trumpian liderler gibi de davranmadı.   

İlk andan itibaren kararlı bir şekilde ırkçı katliamı ‘terör’, eylemciyi ‘terörist’ olarak niteledi. Yeni Zelanda kamuoyundan, ilkel ve hamasi duygularının etkisindeki berduş takımının gözünde kahramanlaşıp, sapkın ırkçı düşüncelerinin yayılmasına alet olunmaması için, ‘bizden biri değil’ dediği teröristin adını hiçbir şekilde anmamalarını, teröristin yaşam öyküsünü, manifestosunu paylaşmamalarını istedi. Diğer Batı ülkelerinde meydana gelen benzer ırkçı saldırılarda medyanın sadece saldırgana ve öyküsüne odaklanıp, ırkçılığın ve şiddetin asıl mağduru olan kurbanları görmezden gelmesine, nihayetinde ırkçı saldırganları kaderinin, psikolojisinin veya politikacılar tarafından unutulmuşluğunun mahkûmu bir karaktere dönüştürmesine çok önemli bir tepkiydi bu. 

Yeni Zelanda medyası da Ardern’in bu çağrısına uyup, teröristin sonraki aylardaki duruşmalardaki savunmalarını bile ırkçı görüşlerinin yaygınlık kazanmaması için yayınlamayıp adını anmadı. Kendisi ve ırkçı düşünceleri tamamen halkın ilgisinin dışında kalan terörist, Yeni Zelanda tarihinde benzeri görülmemiş şekilde ‘hiçbir aftan yararlanamayacak şekilde ömür boyu hapis’ cezasına çarptırıldı. Konduğu hücredeki izolasyonuyla bugün bile Yeni Zelanda kamuoyunda pek kimsenin hatırlamadığı, vahşi katliama gerekçe yaptığı görüşleri konuşmadığı bir karakter olarak cezasını çekiyor.

Terörist yerine, kurbanlar ve acıları ise her fırsatta anılmaya, öyküleri paylaşılmaya, geride kalanların acılarını travmalarını dindirecek etkinlikler yapılmaya devam ediyor.

Ardern de ‘yaşamak için Yeni Zelanda’yı seçmiş bizim insanlarımız’, ‘Yeni Zelanda milletinin evlatları’ şeklinde nitelediği katliam kurbanlarını anmak için katliamın mağduru olmuş camilere giderek, başında yası paylaştığını gösteren siyah tülbendiyle Müslümanlarla kucaklaşacaktı ve o zor günlerinde yalnız olmadıklarını, ülkelerinin ve devletlerinin yanlarında olduğunu hissettirmeye çalışacaktı. Yeni Zelanda’nın Müslüman vatandaşlarının da vatanı olduğunu göstermek için katliamdan sonraki ilk Parlamento konuşmasında bütün Parlamentoyu, ‘Essalamu Aleykum’ diyerek Müslüman selamıyla selamlayacaktı. Avrupa ve ABD’de kuşaklardır oralarda yaşayan Müslüman vatandaşlara bile yakınlığın politik risk yarattığı bir dönemde oldukça aykırı çıkışlardı bunlar. 

Günümüz Batı dünyasının birçok ülkesinde merkez sağın en ılımlı çevreleri bile Hristiyan olmayan vatandaşları, en fazla, ‘aramızda yaşamaları hoşgörülebilir’ azınlıklar olarak görüyor, ülkenin ortak sahipleri olarak değil. Bu azınlığın dini bayramlarında kutlama Tweet’i atmayı, sosyal medyada arkadaş olmayı ‘çoğulculuğu’ benimseyen insanlar olduklarının ispatı sanıyorlar. Sonra da gidip, ‘burası Hristiyan ülkesidir’ iddiasındaki aşırı dinci yorumcularla takılıyorlar. Aşırı sağ içinse zaten, gayri hristiyan olmakla dış güç taşeronu olmak, potansiyel ajan, potansiyel terörist, potansiyel güvenlik tehdidi olmak arasında hiç fark yok. 

Örneğin, Müslümanları, siyahları, Hispanikleri ülkenin sahipleri arasında görmediğini sözleri ve tutumlarıyla defalarca göstermiş Trump, katliamdan daha bir ay önce nüfusu Müslüman yedi ülkenin bütün vatandaşlarının ABD’ye girmesini yasaklamış, sadece Hristiyan mültecileri kabul etme politikasına yönelmişti. Tipik bir ‘benim Müslüman arkadaşlarım var’, ‘benim siyah arkadaşlarım var’, ‘benim Hispanik arkadaşlarım var’ ırkçısı olan Trump, sadece insanlığa değil başkanı olduğu ülkenin anayasasına da açıkça aykırı bu kararı almasını takip eden haftalarda, Christchurch katliamından sonra Yeni Zelanda’ya destek için Ardern’i aradığında ‘bu zor günlerde Yeni Zelanda için ne yapabilirim?’ diye sorunca, Jacinda Ardern, “Müslüman topluluklara biraz anlamaya çalışın yeter” yanıtı vermekten kendini alamayacaktı.   

Ardern, bu korkunç terör eyleminin tekrar etmemesi için sadece sembolik değil somut adımlar da attı. Ülkenin bireysel silahlanma yasalarını oldukça sıkılaştıran, yarı otomatik ve tam otomatik silahlar edinmeyi ise tamamen yasaklayan yasasının sadece bir ay içinde bütün partilerin desteğiyle Meclise gelmesini sağladı. Üç partinin olduğu parlamentoda bir milletvekili dışında tamamı bireysel silahlanmanın kısıtlanmasına evet oyu verdi. Yine sosyal medya platformlarını, azınlıklara, farklı inançlara ve göçmenlere karşı şiddet üretme potansiyeli olan ırkçı ve dinci içerikleri denetlemeye mecbur edecek adımlar attı. 

Ardern’in başbakanlıkta yüzleşmek zorunda kaldığı bir başka büyük kriz ise, Yeni Zelanda tarihinin en büyük doğal afetlerinden ikisinin, 2019 Aralık ayında turistik Whaakari Adasındaki volkan patlaması ile 2022 yılı Kasım ayındaki volkan patlamasının (kayıtlı tarihin en büyük su altı volkan patlaması) neden olduğu ölüm ve yıkımlardı. 

2020’nin hemen başında ise bütün dünyayı etkileyecek Kovid salgını Yeni Zelanda’ya ulaşacaktı. Ardern Hükümeti, Çin ile en yakın ilişkiye sahip Batı hükümetiydi. Çin, Yeni Zelanda’nın en büyük ticaret partneriydi ve dolayısıyla dünyada Kovid’in ilk ulaştığı ülkelerden biri de Yeni Zelanda’ydı. Ancak Ardern, muazzam bir refleksle çok erken ve hızlı adımlar atarak herkesi şaşırttı. Dünyada henüz hiçbir liderin Kovid tehdidini ciddiye almadığı 2020 Mart ayı başında uygulamaya koyduğu sıkı kurallar nedeniyle, pandeminin ilk yılında Yeni Zelanda, tek bir yeni vakanın olmadığı 102 gün geçirecek ve dünyanın Kovid kaynaklı en düşük ölüm oranına sahip ülkelerinden biri olacaktı. Böylece ülke, aşıların geliştirilmesine kadar çok değerli bir zaman kazanacak ve sağlık sorunları olan binlerce insanın yaşamı kurtulacaktı. 

Anne olarak kendi hükümetinin koyduğu kovid yasaklarından nasıl olumsuz etkilendiğini paylaşıp yakınacak ama kurallara başbakan olarak kendisi de titizlikle uymaya devam edecekti. Kabinesinin bir bakanının, Kovid yasaklarının uygulandığı bir günde evinden çıkarak ıssız dağlık bir bölgede bisiklet sürmeye gittiği ortaya çıkınca ise, onu derhal bakanlıktan alacaktı.

Yeni Zelanda’nın sıkı bir şekilde uyguladığı Kovid yasakları sayesinde, seçimin yapılacağı 2020 Ekim ayına gelindiğinde ülkede o güne kadar toplam 1645 vaka olmuş ve sadece 25 kişi Kovid bağlantılı nedenlerle ölmüştü. Dünyanın geri kalanına göre çok başarılı oranlardı bunlar. Üstelik ilk aşılar da geliştirilmiş ve Kovid tünelinin ucunda çıkış ışığı da görülmüştü. İşte bu ortamda 2020 Ekim ayında gidilen seçimde, Ardern, Yeni Zelanda demokrasi tarihinde sadece iki kez görülmüş bir başarı yakaladı. 1930’ların Büyük Buhran döneminde İşçi Partisinin ve 1950’lerin başında Soğuk Savaş’ın derinleştiği yıllarda Ulusal Partinin ulaşabildiği yüzde 50’yi Ardern de aşacak ve yüzde 53 oyla yeniden seçilecekti. Kendisini ‘demokrat sosyalist’ olarak tanımlayan bir başbakan, kendisine oy vermeyen yüzde 40’ın çoğunluğunun bile saygı duyduğu bir isimdi artık. 

Ardern’i başbakanlığının ilk döneminde dünya medyasına taşıyan bir diğer gelişme ise daha başbakanlığının ilk aylarında 2018 Ocak ayında duyurduğu bir haber olacaktı. Başbakan Ardern, dört yıllık erkek arkadaşı Clarke Gayford ile üç aylık hamile olduklarını açıklıyordu. Modern demokrasi tarihinde daha önce başbakanken doğum yapmış tek lider 1990 yılında Pakistan Başbakanı Benazir Butto olmuştu. 

Ne var ki, politikanın ‘erkeklikle’ özdeşleştirildiği bir kültürde Başbakan Butto’nun son 9 aydır hamile olduğunu, sadece Pakistan değil, en yakın bakanları bile ancak bebek doğduktan sonra öğrenecektiler. Tabii ki Butto’nun hamileliğini gizlemesinin tek nedeni kültür değildi. Örneğin, iki yıl önce 1988’de başbakanlığa ilk kez adayken ilk çocuğuna hamile kalması sırasında başına gelenler… Pakistan’ın askeri diktatörü Ziya ül-Hak, ulusal istihbarat kurumundan Butto’nun, Kasım ayı sonunda doğuracağını öğrenince, sırf hamileliğinin son ayında seçim kampanyası yapamayacağını düşünerek seçim tarihi olarak Kasım ayı sonunu belirleyecekti. Ancak, Butto, hamileliğinin kaçıncı ayında olduğu ilgili, Pakistan istihbaratını yanıltacak yanlış bilgiyi çevresine kasıtlı olarak yaymış ve Ziya’yı tuzağa düşürmüştü. Eylül ayında doğum yaparak rejime büyük bir sürpriz yapacak, Ekim ve Kasım ayı boyunca yürüteceği güçlü seçim kampanyası ile başbakan olacaktı. 

Ardern ise, devlet yetkilerinin ve istihbarat kurumunun, devlet başkanınca, muhalif liderlerin kişisel bilgilerini edinmek için bu şekilde insanlık, hukuk ve ahlak dışı olarak ilkelce kullanılması endişelerinden uzak bir ülkede politika yapmanın konforuna sahipti. Ama en az onun kadar önemli olarak, hamileliği, bir başbakan için zaafiyet oluşturacak bir ‘sağlık sorunu’ gibi görmüyordu. Hamileliğini gizlemedi, daha doğuma altı ay varken kamuoyuna açıkladı. Ve önemli bir hatırlatmayı da ekleyerek: “Ben hamileyim, aciz veya hasta değil. Daha önce hamile olmuş herkes gibi devam edeceğim çalışmaya”.

Kaderin bir cilvesi belki de öncülü Benazir Butto’nun doğum günü olan 21 Haziran 2018 günü bebeğini doğurduktan sonra Ardern, bütün başbakanlık yetkilerini yardımcısına devredip altı haftalık izne çıktı. Demokrasi tarihinin doğum izni kullanan ilk başbakanı oldu.  

Sonrasında da ayağıyla bebeğinin beşiğini sallarken, resmi evrakları ve raporları okuduğu görüntüleri paylaşmaktan çekinmedi. “Ben ‘süper kadın’ değilim, süper kadınmışım gibi görünmeye çalışmam kadınlara zarar verir. Herkesin kadınlardan insanüstü performans beklentilerine girmesine katkı yapar” diye yakınmaktan çekinmediği gibi… 

Geleneksel bakışın, sürekli anneliğin içerdiği fedakarlığı vurgulayarak aslında anneleri taşıyamayacakları yükleri taşımak zorunda bırakan psikolojik baskısına karşı oldukça cesur bir çıkıştı bu. 2019’da verdiği bir röportajda henüz bebekliğini yaşayan kızının geleceği ile ilgili konuşurken de “Umarım, ‘kadınların yapabileceği veya yapamayacağı şeyler’ türünden hiçbir kısıtlama hissetmediği bir yaşamı olur. Hatta böyle bir konseptin olduğunu bile bilmez.” dileğinde bulunacaktı.

Ardern endişesinde haklıydı. O bile, hem 21’nci yüzyılın ilk çeyreğinde, hem Yeni Zelanda gibi bir ülkede, hem de başbakan bile olsa kadın olmanın birçok dezavantajı ile yüzleşmek zorunda kalmaya devam ediyordu. Erkek muhaliflerinin birçok eleştirisi, Ardern’in kadınlığını ima eden cinsiyetçi aşağılamalar içeriyordu örneğin. İstifasını bile bazı sağcı çevreler, ‘kadın liderlerin başarılı olamayacağının’ veya ‘annelik ve kariyerin aynı anda yürütülemeyeceğinin ispatı’ olarak gösterebilecekti. BBC bile Ardern’in istifasını, “Ardern resigns: Can women really have it all?” şeklinde liderliğini değil kadınlığını konu yapan utanç verici bir başlıkla duyuracaktı. Tepkiler üzerinde dakikalar içinde silinen başlığın kastettiği, bir kadının hem anneliği hem ev işlerini hem dışarıda çalışmayı beraber başarıp başaramayacağı tartışmasıydı. Ebeveynlikte bütün yükü anneye yıkan bu geleneksel bakış, herhangi bir erkek lider için, tek bir gün bile “Acaba hem babalığı hem de başbakanlığı beraber yürütebilir mi?” kaygısını tartışmaya değer bulmuyor.

Ardern’in evinde bebeğine baktığı günlerde partneri bir televizyon kanalında balıkçılık programı yaparken, Ardern başbakanlığa döndüğünde de bu kez partneri evden çalışmaya başlayarak bebeğe bakmaya başlayacaktı. Politikanın, liderlik pozisyonunda modern aile gerçekleri ile bu ölçüde kesişmesi nadirdi.   

The Guardian gazetesinin Avustralya baskısında köşe yazarı olan Van Badham, Ardern’in kendisiyle barışık cesareti ile politikaya egemen cinsiyetçi paradigmaya meydan okumasına dikkat çekerken, “20’nci yüzyıl boyunca liderlerin iktidara, muhaliflerini baskı altına almak için saldırganlık ve inatçılık gibi geleneksel erkek niteliklerini yansıtarak yükseldiğine” vurgu yapıyor. Bu erkek egemen politik dünyada bir şekilde yukarı çıkabilmeyi başarmış birçok kadın lider bile, gerek konuşma üsluplarıyla, gerek saldırgan söylemleriyle, gerekse savaşçı şahin politikalarıyla ve hatta sürekli pantolonlu takım elbise giyip yürüyüşleriyle seçmenleri ‘erkekten daha erkek’ olduklarına ikna etmeye çalışıyor. Ardern ise ne giyimini ne kadınlığını ne taze anneliğini ne nezaketini ne de kendisine ve politikalarına itiraz edilebilir olmayı bir zaafiyet olarak görmedi. Kadın ya da erkek gibi görünmek endişesi sergilemedi. Kendisi olduğunu hissettiren bir samimiyet sergiledi. 

Örneğin, aynı yıl Eylül ayında New York’taki BM Genel Kuruluna katılması gerektiğinde hala emzirmeye devam ettiği üç aylık bebeğini de götürmekten çekinmeyecekti. Bebeği ile BM Genel Kuruluna katılan ilk dünya lideri olacak olması daha yola çıkmadan küresel medyanın ilgisini çekmişti. Havaalanında onu uğurlayan bir yabancı gazetecinin, “Üç aylık bebekle 17 saatlik uçak yolculuğuna çıkmak mı Yeni Zelanda hükümetini yönetmek mi daha zor?” şakasına gülerek, “Hangisi kolay söylemesi zor. Şimdilik tek söyleyebileceğim, 17 saat boyunca yolcu uçağında bizimle uçacak diğer yolculardan peşinen özür diliyorum” karşılığı verecekti. 

BM Genel Kurul tarihinin en genç delegesinin delege kartının fotoğrafının peşine düşen dünya medyasının aksine Yeni Zelanda medyası ise, resmi seyahat süresince bebeğin bakıcılığını yapacak babanın uçak biletinin kim tarafından karşılandığının peşine düşmüştü. Sonunda babanın uçak biletini kamu hazinesinin (halkın parası) değil Başbakan Ardern’in şahsi parasıyla satın aldığı ortaya çıkınca kriz yatışacaktı. Aslında, Yeni Zelanda’da kadınları bu tür politik makamlara aday olmalarını teşvik etmek için, devlet temsili görevlerinde varsa bebeğin dadısının seyahat masrafını da halkın (kamu) parasıyla karşılanması düzenlemesi yapılmıştı. Ama Ardern, seyahatte bebeğe dadılık yapacak kişi o olmasına rağmen partneri Clarke Gayford’u dadı olarak göstermesi halinde, bir aile üyesinin de halkın parasıyla resmi seyahate götürülmesi gibi etik açıdan daha sorunlu bir görüntü oluşmasından çekindiği için uçak biletini şahsen almaya karar vermişti. 

Zaten bu, bir politikacının, kamusal iş ve harcamaların oldukça şeffaf olduğu New Zelanda’da kolay kolay göze alabileceği bir risk değildi. Uluslararası Şeffaflık Örgütünün 2017 Yolsuzluk Algısı Endeksinde Yeni Zelanda 89 puanla dünyanın en az kamu yolsuzluğu yaşanan ülkesi olarak birinci gelip de dünyanın geri kalanını imrendirdiğinde bile, Yeni Zelanda kamuoyu, beşinci yıl üst üste gelen birincilik yerine, tam not olan 100 puan ile oluşan 11 puanlık farkı alarm verici bulup, sebeplerini sorgulayacaktı. Hem de dünya ortalamasının bile 50 puanın altında olduğu bir listede… 

Yeni Zelanda’da kamu bilgilerinin ve harcamalarının vatandaşlarca kolayca erişilebilir/denetlenebilir olması amacı ve göreviyle oluşturulmuş İletişim Bakanlığının başındaki Yeşiller Partisi politikacısı Clare Curran da o günlerde bu tepkilere katılarak, 11 puanlık açığının yolsuzluğu önlemede başarılı olunamadığının göstergesi olduğunu vurgulayarak şöyle konuşmuştu:   

“Bu sonuç, ülke çoğunluğunun katkı yaptığı büyük başarıyı kolayca eritebilecek davranış ve hareketlerden tamamen bağışık olmadığımızı gösteriyor. Dolayısıyla kamu yolsuzluğundan beri olma endeksindeki birincilikten tatmin olmak vahim bir hata olur.”

Jacinda Ardern ve erkek arkadaşının yeni doğan kızlarına seçtiği “Neve Te Aroha” ismi ise Ardern’in çoğulcu karakterinin, ülkedeki herkesi onların dil, kültür ve inançlarıyla beraber kucaklama politikasının yansımalarından biriydi. Sonuçta Ardern de çok büyük çoğunluğu Anglikan ve Katolik gibi ana akım Hristiyanlardan oluşan bir toplumda azınlıktaki Mormon Kilisesine mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. 

Neve”, İrlanda dilinde ‘nur’ anlamına gelen Niamh’ın günlük dile evrilmiş şekliydi. “Te Aroha” ise, ülkenin 1970’li yıllara kadar dilleri ve kültürleri yasak yerlileri Maori ulusunun dilinde ‘sevgi’ anlamına geliyor. Aynı zamanda yerli Maorilerce kutsal kabul edilen bir dağın da adıydı. Ardern, hamileliği boyunca desteklerini esirgemeyen Yeni Zelanda halkına ve özellikle de Maori toplumuna minnetlerini göstermek istediklerini söyleyecek ve ekleyecekti: “Te Aroha ismi, kızımızın daha doğmadan görmeye başladığı sevginin bir yansıması olsun istedik”. 

Maori dilinde bir isim ararken Te Aroha’da karar kılmasında bir de kişisel neden rol oynayacaktı: “Bütün ailemin geçmişi Te Aroha Dağının eteklerinde yatıyor. Ben de o dağın gölgesinde büyüdüm.

Ardern, Maori’leri ve diğer Pasifik yerlilerini, dilleri ve kültürleriyle asimile edilmesi gereken gelişmemiş bir halk gibi gören Avrupa kökenli geleneksel ihtiyar beyaz kuşakların aksine, yerli Maori dili ve kültürünü, Yeni Zelanda ulusunu ulus yapan temel ve zenginleştirici değerler arasında gören yeni kuşak politikacılardan. Ülke, Maorilere bakışta son 40 yılda radikal bir değişim yaşadı. Ülkenin, her yıl 6 Şubat günü ‘Yeni Zelanda Günü’ adıyla kutlanan milli günü, 1977 yılından beri, Maorilerle 1840 yılında yapılan anlaşmayı ülkenin kurucu metni kabul etmenin sembolü olarak ‘Waitangi Day’ adıyla kutlanıyor. Maori dili üzerindeki kısıtlamalar 70’li yıllarda kaldırıldıktan sonra 1980’li yıllarda Maori dili, İngilizcenin yanı sıra ülkenin resmi dili olarak kabul edilmişti.   

Nitekim Jacinda Ardern, 2018’de İngiliz Milletler Topluluğu zirvesinde ilk kez tanışacağı Kraliçe Elizabeth’in karşısına Maori yerlilerinin, liderler buluşması için şeref pelerini olan ‘Kahu huruhuru’ giyerek çıkacak ve eski koloni krallığına, Yeni Zelanda’nın artık sadece bir Anglo Sakson ülkesi değil aynı zamanda bir Maori ülkesi olduğunu da güçlü bir sembolle gösterecekti. Aslında Ardern’in açık bir ‘Cumhuriyet’ yanlısı olması ve “ömür süresi içinde Yeni Zelanda’nın İngiliz Kraliyetinden ayrılarak bir cumhuriyete dönüşeceğine inandığını” söylemesi nedeniyle Kraliçe Elizabeth ile ilk buluşmasında nasıl karşılanacağı daha büyük merak konusu olmuştu. Ama Ardern’e oldukça sıcak bir yakınlık gösteren Kraliçe, ‘Bunlar Yeni Zelanda halkının vereceği kararlar’ diyerek ‘cumhuriyet’ tartışmasına girmekten kaçınacaktı.  

Kraliçe ile buluşmaya gittiğinde hamileydi ve Kraliçe’ye ilk sorusu da son derece insani bir endişesiyle ilgiliydi: “Annelik ve liderliği beraber nasıl başardınız?”. Tahta çıktığında iki çocuk annesi olan Elizabeth, Kraliçe olduktan sonra iki çocuk daha doğurmuştu. Ardern sonradan, Kraliçenin bu konuda teskin edici, özgüven aşılayıcı tavsiyelerinin kendisini oldukça rahatlattığını anlatıyor. 

Ardern’i küresel çapta ünlendiren konulardan biri de iklim değişikliği konusundaki en duyarlı politik liderlerden biri olmasıydı. Yeni Zelanda’nın okyanusta bütün petrol arama faaliyetlerini durduracaktı örneğin. “Biz küçük bir ülkeyiz, atmosfere karbondioksit salınımındaki küresel payımız çok küçük ama Pasifikteki komşumuz olan ada ülkeleri küresel iklim değişikliğinin en büyük mağdurları arasında. Dünyaya bir konuda moral liderlik yapıp ahlaki çağrılarda bulunacaksak önce bizim benzeri yanlışları yapmadığımızı göstermemiz lazım” diye konuşacaktı.   

İşte bütün bu sıra dışı tutum, politika ve karakteri nedeniyle, Ardern’in politik gücü, üç yılda ücra ve küçük ülkesinin boyutlarını çok aşacak ve etkili küresel bir lidere dönüşecekti. Haritası eksik düz dünyacılar bile Yeni Zelanda başbakanının adını duyar hale gelecekti. 

Ne var ki bütün bu ışıltılı profil nedeniyle Ardern’e övgüler dizen ve hayranlık duyan dünya medyasının aksine ülkesi Yeni Zelanda’da ise son iki yıldır bambaşka bir politik atmosfer oluşmaya başlamıştı.  

2020 seçiminden ve aşılamaların başlamasından sonra da devam eden Kovid uygulamalarının hürriyeti kısıtlayıcı boyutlara ulaşması yoğun itirazlara yol açmıştı örneğin. Gördüğü yüksek kamuoyu desteği mi, başlayan kutuplaşmanın neden olduğu tansiyon mu sebep tartışılır ama Ardern’in üslubunda da sapmalar başlamıştı. Halkın umumi sağlığını ilgilendiren aşılamanın başlamasıyla ortaya çıkan aşı karşıtlığı ve bazı uçuk komplo teorileri ile mücadele bağlamında söylense bile, “devletin resmî açıklamaları dışında hiçbir şeye inanmayın” gibi demokratik açıdan son derece tehlikeli olabilecek gaflara imza atması gibi… 

Ardern’i 2020 seçiminde yüzde 53’e taşıyan etkenlerden biri de Ardern hükümetinin, vaat ettiği ‘refah devleti bütçesi’ydi. Buna göre, devlet bütçesiyle yapılacak her proje, ‘halkın genel refahına yapacağı katkıyı’ ispatlamak zorundaydı. Halkın yaşam kalitesine ve genel refahına katkı yapmayacak projelere bütçeden pay ayrılmayacaktı. Bu bütçe ile bazı konularda görece başarılar elde edildi. Saat başı asgari ücret 15.7 Yeni Zelanda dolarından aşamalı olarak 21 dolara kadar yükseltildi. Ücretli çocuk doğum izni 18 haftadan 22 haftaya çıkarıldı. 14 yaşından küçük herkese doktor muayenesi ücretsiz hale getirildi. Çalışanların adil ücret edinebilecekleri ve ailelerin vergi yükünü hafifletecek düzenlemeler yapıldı. Üniversite eğitiminin ilk yılı tamamen ücretsiz yapılarak, her öğrenciye kendini ispatlama, burs kazanma ve eşit şartlarda eğitime başlama olanağı sunuldu. Toplu taşım ücretleri, Haziran 2023’e kadar yarı fiyatına indirildi.  

Ardern, Kovid’in neden olduğu ekonomik kriz şartları nedeniyle, kabinesindeki bakanların bireysel makam arabası kullanmasını yasaklayarak, ortak servis aracıyla işe gitmeleri ve seyahat etmeleri kuralını getirecekti. Milletvekili ve bakan maaşlarının yüzde 20 indirilmesini ve üç yıl süre ile bu maaşlara zam yasağı getirilmesini sağlayacaktı. Bunu, muhalif Ulusal Parti milletvekillerinin de desteğiyle parlamentodan geçiren Ardern, “Bununla hedefimiz sadece devletin maliyetlerini kısmak değil ama aynı zamanda politikacı ile vatandaş arasındaki gelir eşitliğinin daha fazla açılmasının önüne geçmektir” diye konuşacaktı. Çünkü bir ekonomik krizde yaşam kalitesi bozulmayan, kendisi de yoksullaşmayan bir politikacı ekonomik krizi ciddiye almaz, çözüm için gerekli adımları atmaz. Hamaset edebiyatı yaprak vatandaşlarından fedakarlığa devam etmelerini ister sadece. Kendisi bugün de refah içinde yaşamaya devam ederken, vatandaştan belirsiz bir gelecekte refah geleceği hayaliyle yetinmesini bekler.    

Ne var ki, sıkı Kovid uygulamalarının ekonomide açtığı gedik, Ardern’in, ülkenin zenginliğini, toplumun bütün kesimlerinin temel yaşam ihtiyaçlarına da yansıtacak refah devleti politikasında en büyük handikapı haline gelecekti. 

Ardern, 2017 yılında hiç hevesli olmadığı başbakanlığa ‘çocuk yoksulluğunu’ sona erdirmek için aday olmayı kabul ettiğini söylemişti. Çünkü, UNICEF, 2016 yılında yayımladığı raporunda Yeni Zelanda’daki çocuk nüfusun üçte birinin, yoksulluk sınırı içinde yaşadığını gösteriyordu. Ve bu çocukların yüzde 90’ı Maori ve diğer Pasifik halklarının çocuklarıydı. Ardern’in başbakanlığının ikinci döneminde yoksulluk içinde yaşayan çocuk oranında düşüş yaşandı ama hala OECD ortalamasının üstünde kalmayı sürdürdü.    

Konut kira ve fiyatlarının oldukça pahalı olduğu Yeni Zelanda’da, ‘herkese insana yakışır barınma olanağı’ konusunda da vaat ettiklerinin çok gerisinde kalarak başarısız olmuştu. Enflasyonun, yüzde 7 gibi, 30 yıldır görülmemiş yüksekliğe ulaşması ise ekonomik açıdan toplumdaki en büyük eleştiri kaynağıydı. 

Ekonomik olarak gelir dengesizliğine çok hoşgörülü olmayan Yeni Zelanda’da, Ardern döneminde gelir eşitsizliği kapanmak yerine açılmaya devam etmişti. Oysa ki, İşçi Partisi, sadece zenginleri ve milyarderleri kayıran 30 yıllık neoliberal politikalara tepki olarak iktidara gelmişti. Ne var ki günün sonunda o politikaların çoğundan vazgeçemedi. Üst gelir gruplarına yönelik adil vergi artırımı düzenlemesi ve ‘sermayeden kazanç vergisi’ gibi vaatlerinin peşine düşmedi örneğin. Sebze ve meyveden satış vergisi almamaktan diş tedavisini ücretsiz hale getirmeye kadar bir dizi vaadini de gerçekleştiremediği gibi. 

Ardern açık ki, 2020 seçiminde vaat ettikleriyle, bir politika klişesiyle söylersek, “çiğneyebileceğinden büyük lokma dişlemişti”. İnsanın doğru sözlü olmasını ve ağızdan çıkan sözün şerefini çok önemsemeyen seçmenler için ‘politikacıdır, seçimde her şeyi vaat edebilir’ diyerek gülüp geçilebilecek basit bir politik cilve olurdu bu… Ama Yeni Zelanda, vaatlerini yerine getirmeyen politikacıya, velev ki kendisinin de oy verdiği politik lider olsun, fatura çıkarabilen haysiyetli bir seçmen grubunun hala sonuçları etkileyecek büyüklükte olduğu bir ülkeydi. Anketlerde oy oranı hızla düşmeye, protestolar ardı ardına gelmeye başladı. 

Kovid aşısı uygulamasına karşı aşı karşıtı çevrelerde başlayan ve sonra onları da aşmaya başlayan tepki dalgasından diğer ırkçı ve komplocu bakışlar da beslenme fırsatını kaçırmadı. 

Ardern’in yerli Maorileri, Avrupa kökenliler ile beraber ülkenin ortak ve eşit sahipleri olarak görmesi, Müslümanlar başta olmak üzere Avrupa dışı göçmenlere de görece açık politikası, Kovid önlemleri konusunda bilimsel yöntemlere bağlılığı, onu, beyaz milliyetçisi sağ kesimler ile “ülkeyi Müslüman işgaline açma peşindeki küreselcilerin taşeronu olduğu” gibi komplo teorilerine inanan aşırı sağın nefret objesi haline getirdi. Yeni Zelanda nadir gördüğü türden bir kutuplaşmanın emarelerini görmeye başladı ve bir kutbun nefretinin bütün odağına Ardern yerleşti. 

Böylesi bir kutuplaşmadan politik kariyer olarak şahsen kazançlı çıkabilirdi tabii ki ama Yeni Zelanda da artık sevdiği Yeni Zelanda olmayacaktı. Bir defasında BBC’nin “toplumu nasıl birleştireceksiniz?” sorusuna, “toplum zaten bir arada, politik lider olarak bana düşen görev onları ayrıştırmamak” yanıtı verecekti. 

2022 Kasım ayında Auckland’ta bir şarküteriye yönelik hırsızlık girişimi sırasında dükkân sahibinin bıçaklanarak öldürülmesi ise, suç oranının yükseldiği korkusunun yayılmasına ve ülke çapında protestolara yol açacaktı.  

Ardern’in başında olduğu İşçi Partisinin desteği 2022 aralık ayında yüzde 33’e kadar geriledi ki bu Ardern’in başbakanlığa gelişinden beri en düşük orandı. Bu tablo, seçimden sonra Yeşiller Partisi ve Maori Partisinin desteğinin bile koalisyon hükümeti kurmaya yetmeyeceği anlamına geliyordu. Sağcı ana muhalefet Ulusal Parti, diğer sağcı parti Liberteryan Hareket ile birlikte koalisyon hükümeti kurabileceği bir oy çokluğu sağlıyor görünüyordu. 

Bununla beraber aynı anketler, Ardern’in hala diğer bütün parti liderlerinden açık ara ile en fazla halk desteğine sahip lider olduğunu da gösteriyordu. Yani, herhangi bir politikacının devam etmesi için fazlasıyla yeter bir gerekçe de vardı. Hele de daha 42 yaşında, hiçbir skandala adı bulaşmamış, hakkında yolsuzluk ve hukuksuzluk konusunda en ufak şaibe olmayan, tabanında oldukça popüler bir politikacı için…  

İşte bu nedenle, 19 Ocak 2023 günü İşçi Partisinin 2023 yılındaki ilk Meclis Grubu toplantısında kürsüye çıkarken, partinin yöneticileri de dahil kimse biraz sonra duyacakları cümleleri beklemiyordu.   

“Başbakanlıktan ayrılıyorum. Çünkü, bu kadar ayrıcalıklı bir makam sadece büyük bir sorumlulukla beraber yüklenilebilir: Ne zaman liderlik için doğru insan olduğunuzu bilme ve ne zaman artık doğru insan olmadığınızı bilme sorumluluğu… Bu makamın ne gerektirdiğinin farkındayım. Ve artık bu gerekleri yerine getirecek enerjim kalmadığını da biliyorum.”

Yaz tatili (Güney yarımküredeki Yeni Zelanda’da Noel ve yılbaşını içeren tatil) boyunca, liderlikte ve başbakanlıkta kalmaya devam ederse ülkesine bir katkısı olup olmayacağını düşündüğünü ve nihayetinde artık fazla bir katkısı olmayacağı hükmüne vardığını söyleyen Ardern, gerçek bir demokratik düzende söylenmesine gerek olmayan ama demokrasinin demokratlık kisvesi altında çürütüldüğü bir çağ için aykırı olacak, “Politikacılar da insandır. Yapabileceğimizi yaparız sonra da zamanımız gelir. Benim de zamanım geldi.” şeklinde konuşacaktı. 

İşte Ardern’in istifasını bütün dünyada ilgi çeker hale getiren ana neden, hiçbir yasal ve zorlayıcı neden olmadan, bir liderin, hem de genç ve popüler bir liderin, ülkesinin en değerli ve kudretli koltuğundan, katkı yapamayacağına inandığı için kendi isteğiyle kalkabilmesiydi. Hele ABD ve Brezilya gibi demokrasilerde bile, hem de seçimde kaybetmiş liderlerin, liderlik koltuğunu terk etmemek için fiili zorbalıklara başvurdukları bir süreçte… 

Ardern’in istifasını değerli kılan unsurlardan biri de politikadaki başarısızlığının sorumluluğunu şahsen üstlenmesiydi. Demokrasi bir sorumluluk simetrisi rejimidir. Bir lider, ülkede iyi giden işlerde kendisine ne kadar pay çıkarıyorsa, kötü giden her şeyde de aynı oranda pay sahibidir. 

Ardern, nezaket, empati, halkın parası ve yetkileri konusunda emin ve demokrat bir insan olmak, pozitif politika yapmak gibi birçok kişisel hasletiyle toplumdan elde ettiği güveni, materyal politikalara ve somut sonuçlara dönüştürmekte, en azından vaat ettiği ölçüde dönüştürmekte başarılı olamadı. Kovid, tarihi doğal afetler, şimdiye kadar görülmemiş terör saldırısı, küresel ekonomideki kapanma ve daralma gibi bahanelere sığınıp, ‘ben daha ne yapabilirim ki’ pişkinliğine sığınmak yerine başarısızlığın sorumluluğunu üstlendi ve ‘benim yapabileceklerim bu kadar, daha fazlasını yapabilecek gücüm yok’ mealinde bir açıklamayla veda etmeyi tercih etti. 

Aslında daha önce verdiği bir röportajında, “her şey, sorumluluğunuzu kabullenme erdemiyle hayatınızda elinize geçmiş en büyük fırsatı tepmeme arasında doğru tercihi yapabilmenize bağlı” şeklinde konuşarak, bu tercihle yüz yüze kaldığında neyi seçeceğinin işaretini vermişti. 

Ardern bazı konularda başarılı olduğu gibi bazı konularda da başarısız bir politikacıydı. Demokraside mutlak başarılı politikacı da mükemmel politikacı da olamaz. Her politikacı, kendi ilgi, bilgi ve yargılarıyla sınırlı bir bakış açısına sahiptir. Her politika da hazırlayıcılarının, yapıldığı güne ait öncelikleri, bakış açısı, mevcut şartlar, bilgiler çerçevesinde hazırlanır. Bu yüzden de yaşamın çok boyutlu, çok faktörlü kaotik belirsizliğinin, neredeyse her politikayı ve her politikacıyı zamanla başarısız ve tartışmalı hale getirmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla, her politikanın, kim olursa olsun her politik iktidarın, bir süre sonra sona değişebileceği, değişeceği ve mutlaka değişmesi gerektiği, demokratik işleyişin ve ilerlemenin olmazsa olmaz gereğidir. 

İngiliz Parlamentosunun 20’nci yüzyıldaki efsane isimlerinden muhafazakâr politikacı Enoch Powell, kariyerinin en parıltılı günlerinde, “Bütün politik ömürler, mutlu bir kavşakta sona erdirmeyi bilmezseniz, başarısızlıkla bitmeye mahkumdur. Bu politikanın ve insanın doğasının kaçınılmaz sonucudur” tespiti yapacaktı. Ne var ki Powell da Batılı muhafazakâr politikacıların evvelde söylediklerinin ahirde tam tersini yapmaları ikiyüzlülüğünün istisnası olamayacak, gereğinden fazla uzatıp bütün saygınlığını yitirmiş halde bitirdiği politik kariyeri ile yukarıdaki şahane tespitinin bizatihi sağlama örneği olacaktı.  

Ardern’in istifasının dünyada yarattığı şaşkınlık ve hayal kırıklığı ne kadar sıra dışıysa, Kiwilerin (Yeni Zelanda’ya özgü, devekuşu familyasından uçamayan bir kuş türü olan kiwi, ülkenin milli sembolü kabul ediliyor. Yeni Zelandalılar kendilerini bu şekilde adlandırıyor) bu istifaya tepkisi de o kadar sıra dışıydı… 

Dünyanın aksine Yeni Zelanda kamuoyu, bu son derece popüler başbakanın hem de 42 yaşında istifasını çok normal bir kararmış gibi karşıladı. Gazeteler ‘bir devrin sonu’ gibi görmedi. Politika bir belirsizlik krizine sürüklenmedi. Son seçimde İşçi Partisine oy vermişler ve Ardern’in liderliğini çok beğenen destekçileri arasından bile ağlayan sızlayan, ‘bizi bırakma’ diye yalvaran yoktu. En koyu destekçileri bile, ‘istifasına çok üzüldük ama bu kişisel bir karar. Yeni hayatında başarı ve sağlık diliyoruz’ mealinde konuştular çoğunlukla. 

Çünkü, Yeni Zelanda, dünyada ‘şahsileştirme’ girdabına girip kutuplaşma ve yozlaşmaya yüz tutmuş birçok demokrasinin aksine hala bir kurumlar ve kurallar demokrasisi olmayı sürdürüyor. 

Şahsileştirme, politikayı çeşitli sosyal aktörlerin ve kurumların uzlaşmasının ürünü olmaktan çıkarıp, bir şahsın ikbal, çıkar, ilgi ve tercihi haline getirir. Bu girdaba girmiş demokrasilerde, adı ‘parti’ olsa da kurumsal bir parti ve organize bir düşünce ya da politika yoktur. Tek bir şahıs vardır. Onun o sabah yaptığı konuşma, o gün partinin programıdır. Bu önceki gün sabah yaptığı konuşmanın tam tersi olsa da… 

Önce partiyi, ardından iktidarı tek bir şahıstan ibaret hale getirdiğinizde, milletin de tek bir şahıstan oluşması kaçınılmaz olur. Liderin rencide olması milletin rencide olması, lidere muhalefet millete muhalefet olur. Liderin iktidardan gitmesini istemek milletin iktidarının sona ermesini istemek olur. Haliyle liderin keyfinin yerinde olması milletin de keyfinin yerinde olması anlamına gelir. 

Politik bilim, 20’nci yüzyıl boyunca şahsileştirmeyi, daha çok otoriter rejimlerin bir özelliği olarak inceledi. Ancak, televizyon ve ardından internet çağının, politik liderleri, politikaların kendisinden daha merkezi bir konuma taşımasıyla demokrasilerde de şahsileşme süreci derinleşti. Son 10 yılda ise şahsileştirme, demokrasilerin en büyük sorunu haline gelmiş durumda. Daha da ötesi, birçok demokrasi için varoluşsal bir tehdit oluşturuyor artık. Özellikle de başkanlık sistemine sahip demokrasiler için…  

New York Times’tan Max Fisher da istifasının sadece Ardern’in karakteri ile açıklanamayacağını vurgulayarak, Yeni Zelanda’nın politik düzenine dikkatimizi çekenlerden. YZ, parlamenter demokrasinin hala güçlü şekilde uygulandığı, meclisin politikanın merkezinde yer aldığı, partilerin ise liderinden büyük olduğu bir ülke. 

Parlamenter demokrasinin başarılı şekilde işlediği ve İkinci Dünya Savaşından beri sürekli koalisyon hükümetlerince yönetilen Almanya’da da Başbakan Angela Merkel, hala partisinin başında kalabileceği halde başbakanlığı ve parti başkanlığını kendi isteğiyle devrederek politik yaşamını gönüllü ve saygın şekilde sona erdirecekti.

İngiltere’de de iktidardaki muhafazakâr parti, son 4 yılda üç liderini koltuğundan ederek yeni liderlerle yoluna devam etti. Parlamenter demokraside bir liderin, partisine rağmen hareket etmesi çok zor. 2019 Aralık seçiminde, Muhafazakâr Partiye, 1987’den beri en fazla sandalye kazandıran lider olan Boris Johnson, sadece iki yıl sonra, bütün kabinesi istifa ettiği halde haftalarca istifa etmemek için direnmesine rağmen, bakanlıklara atayacağı kimse bulamayınca aşağılanmış bir lider olarak mecburen istifa edecekti. İngiliz politikasında partinin, ne kadar önemli bir isim olursa olsun liderini değiştirmesi İngiliz demokrasi tarihi boyunca sıklıkla yaşanan bir olay.

İngiliz Muhafazakâr Partinin tarihindeki en simge isimlerinden biri olan Margaret Thatcher bile başbakanlığının 10’ncu yılında göreve devamda ısrar edince partisi ona desteğini çekecek, bunun üzerine saygınlığı zedelenmiş şekilde gözyaşları içinde istifa etmek zorunda kalacaktı. Bu efsane politikacı, başbakanlık ve parti liderliğinden ayrıldıktan sonra kalan politik yaşamına, partisinin arka sıralarında sıradan bir milletvekili olarak devam edecekti.  

Fisher, 2013 yılında yaşamını yitiren dünyaca ünlü İspanyol politik bilimci Juan Linz’in, bir defasında, “dünyada istikrarlı demokrasilerin çok büyük bölümünün parlamenter demokrasi olmalarına” dikkat çektiğini hatırlatarak, parlamenter demokrasinin barışçıl iktidar transferini teşvik eden doğasıyla demokrasiyi istikrarlaştırıcı bir özelliğe sahip olduğunu yazıyor. Linz ve benzeri düşüncedeki politik bilimcilere göre ‘başkanlık sistemi demokrasileri’nin eninde sonunda darbelere veya şiddete sürüklenmesi riski çok yüksek. Linz’in öngörüsünü, neredeyse tamamı başkanlık sistemine sahip Latin Amerika ülkeleri, hemen her seçimde anayasal krizler yaşayarak, darbelerin eşiğine gelerek doğruluyor. Başkanlık sisteminin, özellikle de barışçıl iktidar transferinin en başarılı örneği olagelmiş ABD bile, başkanlık makamının oldukça şahsileşmesi süreci sonucunda seçimlerde artık birçok az gelişmiş demokrasiyi aratmayacak krizler yaşıyor. 

Demokrasi, liderlerin iktidara geliş şeklinden daha çok barışıl şekilde gidişiyle ilgili bir sistem. Dolayısıyla parti kurup seçimlere katılmak da iktidara gelmek de demokratlık için bir ölçü değil. Bir politikacının demokratlığının yegâne ölçüsü ne kadar parlak ve başarılı bir lider olursa olsun birkaç yıl içinde yıpranacağı ve halk oyu ile mutlaka iktidardan gideceği gerçeğine ne kadar inandığı ve bu gerçeğe ne kadar hazır olduğudur. Çünkü bir politikacı için en zor şey seçim kazanmak ve iktidara gelmek değil, zamanı geldiği zaman iktidarı bırakabilmektir.

Bir demokraside, liderin ölünceye kadar iktidarda kalması, o ülkede demokrasinin rayından çıktığının açık ispatından başka bir şey olmaz. Kısa bir süre sonra, ‘muhalifliğe’ veya ‘sivil vatandaşlığa’ geri döneceğine inanmayan, ölünceye kadar iktidarda kalacağına inanan her politikacı, sonsuza kadar yaşayacağına inanan her insan gibi, her türlü hırsın, kötülüğün, sosyo-politik hastalığın taşıyıcısı olmaya çok kuvvetli bir adaydır. Rousseau, Emile’de “insan başkasının keder ve endişelerini ancak bunları kendi başına da gelebilir gördüğünde paylaşabilir” mealinde konuşurken bu gerçeğe dikkatimizi çekiyordu. Yarın kendisinin de yeniden devletin gücü karşısında sivil bir vatandaş olacağını varsaymayan bir politikacı ve politik kadro, sadece çok kolayca yolsuzluk yapmakla kalmaz, korkunç kötülükler üretme kapasitesine sahip olan devlet gücünü dizginlemek için insan uygarlığının ürettiği hukuk, kuvvetler ayrılığı, devlet yetkililerinin sorumluluğu, ifade özgürlüğü gibi bütün ana kolonları rahatlıkla keser. ‘Leviathan’ı bütün dizginlerinden salar. 

Ölünceye kadar iktidarda kalmanın en kestirme yolu ise, ‘politikacı’ olmayı bırakıp şahsına ‘tarihsel bir rol’ kurgulamaktır. İşte bu nedenle, işleyen bir demokrasiye en ölümcül tehdit her zaman için karizmatik liderlerden gelir. İster sosyalist Maduro olsun ister kapitalist liberal Trudeau veya Obama ister kapitalist ırkçı Trump ister Hristiyancı Orban, ister Hindu milliyetçisi Modi ister Rusçu emperyal şovenist Putin olsun fark etmez, karizmatik ilişki, kitle ile lider arasında eşit olmayan bir sevgi takasına dayandığı için demokratik ruha aykırıdır.  

Çünkü karizmatik ilişki, demokrasinin eşitlik vazeden ‘horizontal (ufuksal)’ doğasına aykırı olarak hiyerarşik bir ilişkidir. Böylesi bir ilişkide kitleler, ideal ve ilkelerin değil tek bir şahsın etrafında toplanır. Sıradan insanlardan oluşan insanların idol(put) olarak gördükleri lidere sevgileri çok içten, gerçek bir sevgidir. Ancak liderin onlara sunduğu şey gerçek değil, şahsını merkeze oturttuğu ve nihayetinde sadece şahsı için işe yarayacak bir kurgudan ibarettir. Kitlelerin samimi ve koşulsuz sevgisinin dozu, lidere keyfince hareket etme, konuşma ve hatta sığ karakterlerde zırvalama (gerçek veya doğru olması konusunda hiçbir endişe taşımayan sözler) konusunda muazzam bir alan açar. Sadece anayasa ve yasalar değil, hiçbir ahlaki, insani, evrensel ilkeye uymak zorunda hissetmemesine yol açacağı gibi… Bu eşitsiz ilişkide kitleler ise, kendilerini lideri ölünceye kadar iktidarda tutmaya adama ve sadakat dışındaki bütün seçeneklerini yavaş yavaş yitirirler. Ne zaman ve nasıl geleceği konusunda somut hiçbir belirti olmayan mevhum bir ‘muhteşem gelecek’ hayali karşılığında… 

Princeton Üniversitesinden tarih profesörü David Bell, “Devrimler Çağında Karizmanın Gücü” alt başlıklı “At Üstündeki Adamlar” kitabında, kitleler ile karizmatik liderler arasındaki zehirleyici ilişkinin, bugün karşımıza çıkan bir sorun olmadığını, yaklaşık iki asır önce modern demokrasinin kurulmasıyla hemen ortaya çıkan bir sapkınlık olduğunu çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor. 

Sonuçta antik ya da modern demokrasilerin neredeyse tamamını karizmatik liderler inşa etti. Ama ironik olarak hepsini yıkanlar da karizmatik liderler oldu. Jean Jacques Rousseau’nun, “tıpkı insan bünyesi gibi politik her bünye de daha doğduğu anda ölmeye başlar. Ve tıpkı insan gibi ölüm sebebini de daha ta başından beri içinde taşır” sözünü doğrularcasına… 

Bell’in kitabı, kendisinin, demokrasinin politik duygular olmadan sadece politik akla dayalı olarak var olup olamayacağı, karizmatik politik lider- ona tapınan kitleler ilişkisinin kaçınılamaz bir gerçeklik mi olduğu yoksa demokrasinin alternatif üretme kapasitesi olup olmadığı sorularına da yanıt arayışının ifadesi.  

İşte Ardern’in Yeni Zelanda’yı aşan karizması da Yeni Zelanda’nın işleyen demokrasisi için bir tür soruna da dönüşme yolundaydı. Nitekim, NZ Herald gazetesinden Bryce Edwards, dünyadaki genel eğilime paralel olarak, Yeni Zelanda politikasının da son yıllarda, Ardern ekseninde hızla ‘şahsileşip’, ‘başkanlaşması’ riskiyle yüzleştiğine dikkat çekiyordu. Normalde bu eğilime karşı olması gereken Yeni Zelanda İşçi Partisi içinde de 2017’den itibaren seçimlerdeki en güçlü mesajın ‘Ardern’ ve ‘Ardern’in liderliği olmaya başlamasını sorun olarak görenler de az değildi.

Onlara göre, parti ve politikaların yerini liderin şahsının doldurması, bunun neden olduğu koyu taraftarlık, demokrasinin, hızla, içerik ve politik derinliğini kaybetmesine neden olurdu. Lidere yandaşlık veya karşıtlık ikilemine sıkıştıkça hemen her sorunun nüansları görünmez hale gelir bu da en basit sorunları bile çözümsüzlüğe mahkûm ederdi. 

Kutuplaşmanın politikayı yaşamın gerçeklerinden koparıp tamamen sembolizmin girdabına sokmasının en çarpıcı örneklerinden biri Amerikan politikasındaki ‘sınır duvarı’ tartışması. Meksika sınırına duvar inşası denince herkesin aklına Donald Trump geliyor. Trump’ın seçimdeki en büyük vaadi ‘duvar inşa edeceğim’ şeklindeydi ve Demokratlar da inşa ettirmeyeceklerini vaat ediyordu. Bu sembolik tartışmanın ötesinde yatan gerçek ise, Meksika sınırına yıllardır zaten duvar inşa ediliyor olduğuydu. Dahası mevcut sınır duvarının yüzde 80’i Demokrat başkanlar döneminde inşa edildi. Biden döneminde bile inşa aralıksız sürüyor. Ama bütün politika evreni, ‘duvar kutuplaşmasını’, gerçek bir şeymiş gibi hararetle tartışmayı sürdürebiliyor.  

Yeni Zelanda seçmeni ise, ‘fevkalade’ bir lider için bile olsa ‘normalden’ sapma anlamına gelecek bu tür maceralara hevesli olmadığını anketlerle gösterdi. Auckland Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Kathy Smits, Yeni Zelanda seçmenin, Kovid şartlarında oluşmuş olağanüstü politik düzenden çıkıp değişim ve normalleşme isteğine atıfta bulunuyor. Smits, Vox’a yaptığı açıklamada, ülkesini Kovid’ten başarıyla çıkaran Ardern’e destekteki hızlı erimenin, birçok kişi gibi kendisinin de aklına, İngiliz seçmenin Winston Churchill gibi tarihi bir lideri, 1945 yılında, yani savaşın daha yeni zaferle bittiği günlerdeki seçimde evine yollamasını geldiğini söylüyor: 

“Churchill, savaşta ülkeye liderlik yaptı ve son derece popüler bir liderdi. Ancak buna rağmen insanlar artık savaş şartlarından çıkıp normalleşme istiyordu”. 

Churhcill’in ise aklı hala kazandığı savaştaydı ve ülkenin ihtiyacı olan değişimleri yapmaya hiç hazır görünmüyordu. İngiliz seçmenler, milli kahraman olarak gördükleri Churchill’i bile başbakanlıktan göndermekte hiç tereddüt etmeyecekti.  

Jacinda Ardern ise, Churchill, Thatcher, Johnson gibi utanç içinde zorla evine gönderilen bir lider olmaktansa, kendi iskemlesine tekmeyi vurarak, bu ‘şahsileştirme’ gidişatını başlamadan sonlandırdı. Enoch Powell’ın tavsiyesine uydu ve politik kariyerini ‘mutlu bir kavşakta’ kendisi sonlandırma cesaretini gösterdi. Muhaliflerinin bile saygısını kazanarak şerefli bir şekilde iktidardan ayrıldı. 19 Ocak’tan birkaç gün sonra, “İstifamdan sonraki gece, uzun zamandır ilk kez rahat bir uyku uyudum” diye konuşacaktı. Bir çok yorumcunun oldukça Shakespearean bulduğu bir son… 

William Shakespeare’in, Macbeth oyununun birinci sahnesinde, Büyük oğlu Malcolm, Kral Duncan’a isyancı Cawdor beyinin, sorumluluğunu samimiyetle kabul edip idama gönüllü gidişini şöyle över:  

Hayatının hiçbir döneminde, hayatı terk ettiği andaki kadar kendisi olmamış. Hep ona hazırlanmış gibi karşılamış ölümünü. Sahip olduğu en değerli şeyi, en değersiz eşyasından vazgeçer gibi bırakıp gitmiş

Jacinda Ardern, politik iktidarının hiçbir anında, onu terk ettiği andaki kadar kendisi değildi. Hiçbir icraatı ona, iktidarı bu kadar kolay terk edebilmesi kadar yakışmadı. 

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz