Skip to content
Menu

‘Milli gazetecilik’, ‘vatan haini gazeteciliği’ ve fotokopi makinesi

press_freedom

CEMAL TUNÇDEMİR 

8 Aralık 2013

Medyaya bir belge sızıp fırtına koptuğunda anlatması vacip bir öykü vardır. ABD’de Vietnam Savaşı döneminin Savunma Bakanı Robert McNamara başkanlığında özel bir komisyon, 1945 – 1967 yılları arasındaki ABD – Vietnam ilişkileri üzerine bütün belgeleri içeren kapsamlı bir gizli rapor hazırladı. Halen hayatta olan askeri analist Daniel Ellsberg, bu raporda Amerikan devlet görevlilerinin ve yöneticilerinin sürekli halka yalan söylediğini gördüğünde şoka uğradı. Belgeler Lyndon Johnson’un sadece kamuoyuna değil, Kongre’ye bile mütemadiyen yalan söylediğini ispatlıyordu. Dahası Truman ve Kennedy dönemi de çok temiz değildi. Bazı politikacılar ve askeri yetkililer savaşı Kamboçya ve Laos’a da yaymak için sebepsiz yere buraları da bombalatmış ama bundan kamuoyunu haberdar etmemişlerdi.

Ellsberg, bu belgeleri Kongre’ye ve kamuoyuna ulaştırmaya karar verdi. Ancak yaklaşık 1,5 yıl boyunca bütün kapılar yüzüne kapandı. Senatörler de dahil kimse işin üzerine gitmek istemiyordu. Sonunda New York Times’ın kapısını çaldı. Birkaç aylık incelemeden, birçok hukuk şirketinde ‘’başımıza bir iş gelir mi’’ soruşturmalarından sonra New York Times 13 Haziran 1971 günü tarihe ‘’Pentagon Papers (Pentagon Belgeleri)’’ olarak geçecek dosyanın ilk bölümünü yayınladı. Başkan Nixon’un Adalet Bakanı derhal New York Times’a kişisel bir telgraf çekerek yayını durdurmalarını istedi. Ve mahkeme kararı çıkarttı. Ama o zamanın NYT’ı saygın bir gazetenin yapması gerekeni yaptı ve belgeleri yayınlamak için hukuk mücadelesi başlattı. Belgelere yayın yasağı üzerine Ellsberg, belgeleri Washington Post başta olmak üzere 18 Amerikan gazetesine dağıttı. Bu arada o dönemin saygın Yüksek Mahkemesi de, basın ve ifade hürriyeti kapsamında değerlendirdi ve New York Times’ın belgelerin geri kalanını yayınlamasına izin verdi.

Panikleyen Nixon yönetimi daha büyük bir yanlış yaptı. Daha fazla belgenin sızmasını önlemek için bir ‘çalışma grubu’ kurdu. Tarihe ‘’White House Plumbers’’ (Hükümet sırlarının dışarı sızmasını engellemekle kişilere ‘plumber’ deniyor) olarak geçen ve başında Nixon’un iç politika danışmanı John Ehrlichman’ın olduğu bu çalışma grubunun ana misyonu, Ellsberg’e karakter suikastı yaparak kamuoyunda belgelere itibarı sarsmaktı. Ellsberg ‘in karakteri bozuk güvenilemez ve psikolojik rahatsızlıkları olan bir insan olduğu iddiasında kullanabilmek için California’daki psikiyatristinin ofisine gizlice girerek, kişisel tıbbi kayıtlarını ele geçirmeye bile çalıştılar.

Devlet içinde kurulan hiçbir çete kuruluş amacıyla snırlı kalmaz ve kendiliğinden de dağılmaz. 1971 yılındaki bu devlet içi çetenin 5 görevlisi Demokrat Parti merkezinin de bulunduğu Watergate adlı iş hanında dinleyici yerleştiriken 17 Haziran 1972 günü polislerce yakalandı. Ve gelişen skandal sonunda Nixon, tarihte istifa etmek zorunda kalan ilk ABD başkanı oldu. Vietnam Savaşı 1975 yılında resmen sona erdi.

Pentagon Papers olayı, tarihi, politik akla gelebilecek her açıdan incelendi tartışıldı. Sayısız kitap ve makaleye konu oldu. Ancak New York Üniversitesi medya araştırmaları profesörü Lisa Gitelman’a göre meselenin en can alıcı aktörü gözden kaçtı: Daniel Ellsberg’e belgeleri çoğaltma imkanı veren fotokopi makinesi. Gitelman, sıradan vatandaşlara tarihte ilk kez remi belgelere sahip olma ve elde etme imkanı vermesi nedeniyle ‘fotokopi devrimi’ dediği sürecin zirvesi olarak Pentagon Papers olayını görüyor. ‘Fotokopi çeken çaycı’ açıklaması bu nedenle tebessüm ettirse de küçümsenmemeli.

New York Times’ın efsane muhabir ve yazarlarından biri olan James Reston, 1944 senesinde Birleşmiş Milletler sözleşmesinin doğumuna neden olan Dumbarton Oaks zirvesinde kendisine sızan bilgileri yayınlayıp bu gizli kapalı toplantıları deşifre ederek ilk Pulitzer’ini kazanmıştı. Medyada Reston’a bu gizli toplantı tutanaklarını sızdıranın kim olabileceği üzerine büyük fırtına kopmuştu. Kimi, İngiliz delegasyonunda şüphelenirken, kimi de Amerikalıların sızdırdığını iddia ediyordu. Eli Abel’in 1987 tarihli ‘’Leaking’’ kitabında anlattığına göre tam 40 yıl sonra 1984’te Reston gerçeği açıklamış ve ‘’bana toplantı tutanaklarını sızdıran ne İngilizlerdi ne de Amerikalılardı’’ demiş. Meğer bilgiyi sızdıran, Çin delegasyonunda yer alan alt düzey bir memurmuş. Yıllar önce öğrenci olarak New York’ta bulunurken kendisine fotokopici olarak ‘part-time’ çalışma imkanı veren New York Times gazetesine minnettarlığını sunmak istemiş. Hepsi bu… Bazen çok büyük sızıntıların aynı büyüklükte kaynağı olmayabilir. Basit ve şahsi bir delikten de kaynaklanıyor olabilir sızma.

Fotokopi devriminin etkilerinin son dönemde daha da artması ‘belge sızdırmanın’ yeni bir fenomen olduğu anlamına gelmiyor.  Yeni olan, sızan her bilginin, yüzde yüz kamuoyuna ulaşabilme gücü. Eskiden, medyaya bilgi sızar ve medyanın 1-2 patronu, bu bilgilerin kamuoyuna ulaşıp ulaşmayacağına ya da ne kadarının ulaşacağına, kendi çıkarları doğrultusunda karar verirdi. Martin Linsky’nin 1986 tarihli ‘Impact’ adlı kitabında anlattığına göre, 1983 yılında ABD federal devlet memurları arasında yapılan bir araştırmada, devlet görevlilerinin yüzde 42’si zaman zaman medyaya bilgi sızdırdığını kabul etmiş.

Peki niye sızdırıyorlar? Belgelerin yüzde 73’ünün, ilgili konuya kamuoyunun dikkatini çekme amacıyla, yüzde 32’sinin devlet içindeki bir başka odağa mesaj vermek istendiği için ve yüzde 19’unun da siyasi ya da kurum için rakibini yıpratmak için sızdırıldığı tespit edilmiş.

James Deakin’in, ‘’devlet düzendir, gazetecilik düzensizlik. Yaşam gazeteciliğe yakındır’’ sözleri iletişim okullarında öğretilir. Devlet, yani düzen, ‘gerçeğin’ bilinmesini pek istemez. Ahali gerçeği bilirse düzenin bozulacağından korkar.

Siyasi tarih, belli bir gizliliğe sahip olmayan müzakere ya da pazarlık süreçlerinin başarılı olamadığının örnekleriyle dolu. Bu yüzden de görüşme tutanaklarının sızmasının, taraflarda rahatsızlığa ve hatta belli bir tepkiye neden olması da anlaşılırdır. Ancak, bu rahatsızlık ve tepkinin, medyayı doğrudan denetim altına almaya dönük bir üsluba ve eğilime zemin hazırlaması toplumsal barışa ve demokrasiye çok daha büyük tehdittir. Gerçek bir medyanın bütün sigortalarını attırır böylesi bir gelişme.

1960’ların başında Beyaz Saray’da bir toplantıda Başkan Jack F. Kennedy, New York Times’ın patronu Arthur Osch Sulzberger’e, gazetenin Saygon muhabiri David Halberstam’ı şikayet eder. Nazikçe, Halberstam’ın, ‘Vietnam Savaşını çok yakından takip ettiği için objektifliğini yitirdiğini’ dile getiren Kennedy, gazetenin bu muhabiri başka bir yere tayin etmeyi düşünüp düşünemeyeceğini sorar. Sulzberger’in cevabı kısa ve nettir: ‘’Hayır’’.

Sulzberger, o akşam DC’den New York’a dönünce muhabir Halberstam’ın önceden belirlenmiş 2 haftalık tatiline başlamak üzere olduğunu öğrenir. Kennedy’nin,  ‘isteğinin yerine geldiğini düşünmemesi için’ muhabirin tatilini iptal eder.

New York Times’ın 1960’ların başındaki yayın yönetmeni Turner Catledge, ‘bizim tek sorumluluğumuz okurumuza karşıdır. Devlete karşı sorumlu olduğumuz savından bir şey anlamıyorum’ diyecekti.

AP’nin efsane yöneticilerinden Walter Mears ise sınırları net şekilde çizmişti:

’’Devletin ve yöneticilerin işi sırlarını korumak. Bizim işimiz ise onları açığa çıkarmak’’

‘Milli gazetecilik’ her ülke için felakettir.