Skip to content
Menu

Özgür medya; Ulusal güvenliğe tehdit mi, güvence mi?

press_freedom

CEMAL TUNÇDEMİR

5 Mayıs 2014

‘’O günlerde Bruce Gold, CIA’nin Afrika’da savaşmak için paralı asker kiraladığını öğrendi. Gold bunu, sabah kahvaltı ederken okuduğu gazetedeki şu cümleden öğrenmişti: ‘CIA, Afrika’da savaştırmak için paralı asker kiraladığını yalanladı.’’ (Joseph Heller’ın 1979 tarihli ‘’Good as Gold’’ romanından )

John F. Kennedy öldürüldükten bir kaç gün sonra, ABD’nin yeni başkanı Lyndon Johnson, Pentagon’a acil bir mesaj gönderdi. Dünyanın öbür köşesindeki küçücük bir ülkede, yani Vietnam’da olan biteni öğrenmek istiyordu.  Johnson, Başkan Yardımcısıyken kendisine konuyla ilgili verilmiş brifinglere güvenmiyordu. Bu kez ‘ABD başkanı’ olarak her şeyi öğrenmek istiyordu. Bunun üzerine Savunma Bakanı Robert McNamara, bizzat Saigon’a uçarak orada 3 gün geçirdi. Vietnam’daki bütün Amerikan generallerle toplantılar yaptı, savaş cephelerini ziyaret etti. Dönüş yolunda, Tan Son Nhut Havaalanında düzenlediği basın toplantısında, gördükleri ve dinlediklerinin kendisini çok cesaretlendirdiğini söyledi. Dikkat çekici ilerlemeler söz konusuydu. Güney Vietnam Ordusu çok daha büyük sorumluluklar alabilir hale gelmişti. Buna karşılık komünist Viet Kong’lular gerilemişti. McNamara, ABD’ye indiği ertesi gün Andrews Hava Üssü’nde bir basın toplantısı daha yaptı ve Saigon’daki açıklamaları tekrarladı. Daha sonra helikoptere binerek Beyaz Saray’a Başkan Johnson’a istediği brifingi vermeye bizzat gitti. Ve o andan sonra, McNamara’nın Vietnam ziyareti ve Başkan Johnson ile görüşmesi hakkında kimse yeni bir şey duymadı.

Ta ki sekiz yıl sonrasına kadar… 13 Haziran 1971 günü New York Times gazetesinin birinci sayfadan yayınladığı gizli devlet belgeleri, ABD’de tam bir şok etkisi yaptı. Sadece Vietnam Savaşında değil, medya devlet ilişkisinde de yeni bir sayfa açtı. Tarihe ‘’Pentagon Papers (Pentagon Belgeleri)’’ olarak geçecek dosya, Amerikan yönetiminin Vietnam’da olan bitenle ilgili Amerikan kamuoyundan sakladığı gerçekleri ve savaşın gerçek gidişatı hakkındaki analizleri içeriyordu. Halen hayatta olan askeri analist Daniel Ellsberg, Amerikan devlet görevlilerinin ve yöneticilerinin halka Vietnam’da olan biten hakkında yıllardır yalan söylediğini gördüğünde bu belgeleri Kongre’ye ve medyaya sızdırmaya karar vermişti.

New York Times’ın belgeleri yayınlamaya başlamasından hemen sonra Başkan Richard Nixon’un Adalet Bakanı derhal gazeteye bir telgraf çekerek, ‘’ulusal güvenliği tehlikeye düşüren bu yayını derhal durdurmalarını’’ istedi. Bununla yetinmeyen Nixon yönetimi, Amerikan tarihinde ilk kez mahkemeye bir haberin yayınlanmasının durdurulması için başvurdu. İlk derece mahkemesi, gazetenin yayınını tedbiren durdurdu. Ama New York Times da pes etmedi. Yayın durdurma kararını Yüksek Mahkeme’ye taşıdı.

Tam o günlerde, New York Times’a, rakibi olan bir gazeteden, sürecin gidişatını değiştirecek çok kritik bir destek geldi. Belgelere yayın yasağı üzerine Ellsberg, belgeleri Washington Post başta olmak üzere 18 Amerikan gazetesine daha sızdırmıştı. Washington Post’un yayıncısı Katharina Graham çok önemli bir kararla yüzyüzeydi. Çünkü hali hazırda bu belgelerin yayınlanmasını tedbiren durduran bir mahkeme kararı vardı. Graham, otobiyografisinde gazete içindeki o kritik karar sürecini şu şekilde anlatıyor:

Ben Bradlee (WP gazetesinin yayın yönetmeni), gazete içindeki iki farklı görüşün baskısı altındaydı. Bir yanda basın özgürlüğünü savunma yolunda New York Times’a destek için gizli belgelerin yayınlanmasını şiddetle isteyen muhabirler ve editörler vardı. Diğer yanda ise gazetenin avukatları vardı. Avukatlar en azından, belgelerin Cuma günü yayınlanmamasını, Adalet Bakanına Pazar günü yayınlama niyetinde olduğumuzun bildirilmesini istiyordu. Belgelerin yayınlanmasını yüzde yüz destekleyen Howard Simons, muhabir ve editörleri avukatlarla bir araya getirdi.

Don Oberdorfer, ‘’yayın için bakanlıkla uzlaşma arayışının hayatında duyduğu en b.ktan fikir olduğunu’’ söyledi. Bakana böyle bir yayını önceden bildirmenin önünde temenna etmekten başka bir şey olmadığını söyleyen Chalmers Roberts, ‘’Post bunu yayınlamazsa istifa edeceğini ve Post’un korkaklığını kamuoyuna afişe edeceğini’’ ilan etti. Murrey Marder da, gazetenin bu belgeleri yayınlamaması halinde, Post’un bütün gazetecilik kredisini yitirmesi nedeniyle yayınlamaktan çok daha büyük bir hasarla yüzyüze kalacağı uyarısında bulundu. Ben Bagdikian bu ülkede özgür yayın hakkını savunmanın tek yolunun özgür şekilde yayın yapmak olduğunu hatırlattı. Gene Paterson ise doğrudan bana dönerek çok önemli bir hatırlatmada bulundu: Vereceğim karar gazetenin hayatta kalıp kalmayacağını belirleyecekti. ‘’Aman tanrım, bu derece önemli bir karar olduğunu mu düşünüyorsun?’’ diye şaşkınca sormaktan kendimi alamadım. ‘Evet’ dedi. Bunun üzerine kararımı açıkladım: ‘Yayınlıyoruz!, Yayınlıyoruz! Haydi yayınlayalım’.

Washington Post’un da gizli belgeleri yayınlama kararı süreci değiştirdi. Bu arada ABD Yüksek Mahkemesi de, gizli belgelerin yayınlanmasının durdurulmasını ABD Anayasasının birinci ek maddesine (First Amendment) aykırı bularak, yayının engellenemeyeceğine hükmetti. Nixon yönetiminin eli iyice zayıflamıştı. ABD’de ifade özgürlüğünün teminatı olan Anayasası’nın birinci ek maddesi (First Amendment) şöyle;

Kongre, herhangi bir dini teşvik için veya uygulamasını yasaklamak için, ifade ve basın özgürlüğünü, insanların barışçıl bir şekilde toplanmasını veya devlete sıkıntılarnı anlatmasını kısıtlamak için kanun çıkartamaz.

Yüksek Mahkeme’nin tarihi kararındaki şu cümle de çok dikkat çekiciydi:

‘’Anayasa’nın birinci ek maddesinde, Kurucu Babalarımız, basına, demokrasimizdeki hayati rolünü oynaması için gerekli korumayı verdi. Basın, yönetilenlere hizmetle yükümlüdür, yönetenlere hizmetle değil…’’

Yayınlanan Pentagon Belgelerinin arasında Robert McNamara’nın, 1963’teki 3 günlük Vietnam gezisinden sonra Başkan Johnson’a verdiği brifinge ilişkin rapor da vardı. McNamara, Vietnam’da işlerin berbat gittiğini Başkan’a iletmişti. Viet Kong’lulara katılım, zayiatlarının çok üzerindeydi. Güney Vietnam Ordusu ise kendini savunmaya hazır değildi. Dolayısıyla Vietnam’dan Amerikan askerlerinin tahliyesine değil, aksine, acilen asker sayısının artırılmasına ihtiyaç vardı. Kısacası, McNamara’nın 8 yıl önce hem Saigon havaalanında hem de Andrew Hava Üssündeki basın toplantılarında söylediği şeylerin tamamı yalandı. Ama Johnson yönetimi gerçekleri gizleyerek Amerikan kamuoyunda savaşa desteğin yok olmamasını sağlamıştı.

Washington Post’un genel yayın yönetmeni Ben Bradlee,  yaklaşık 20 yıl sonra şu çok anlamlı soruyu ortaya atacaktı: ‘’Eğer Pentagon Belgeleri, 1971’de değil de 1963’de medyaya sızsaydı ne olurdu?’’.

Medya eleştirmeni Tom Rosenstiel de en az bu soru kadar anlamlı bir ayrıntıya daha dikkatimizi çekiyor: Amerikan medyası, McNamara’nın her iki basın toplantısındaki açıklamalarını da ‘gerçeğe’ uygun şekilde vermişti. Yani haberi doğru vermişti. Ama o doğru haberler kocaman birer yalandı. Gerçeği örtüyordu. Demek ki ‘doğru haber’ resmi bir açıklamayı olduğu gibi vermekten ibaret değil.

Vietnam fiyaskosuna giden yol resmi yalanlarla başlamıştı

4 Ağustos 1964 günü Vietnam’dan gelen bir haber ABD kamuoyunun ve dünyanın dikkatini yeniden Vietnam’a çekmişti. ABD yönetiminin resmi açıklamasına göre 4 Ağustos 1964 günü Tonkin Körfezi’ndeki ABD gemilerine, Kuzey Vietnamlılar saldırmıştı. Olay ABD kamuoyunu ayağa kaldırdı. ABD Kongresi 3 gün sonra 7 Ağustos günü Başkan Lyndon Johnson’a Vietnam’a savaş yetkisi verdi. Aylardır Vietnam’a topyekün saldırı için bahane arayan Johnson, ABD Hava Kuvvetlerine Kuzey Vietnam’a hava saldırısı başlatma emri verdi. 7 ay sonra da 1975 yılına kadar sürecek kara savaşı başladı. Ancak Tonkin Körfezi’nde yaşananlarla ilgili ‘gerçek’, tam 41 yıl sonra 2005’te belgeler üzerindeki gizlilik kalkınca ortaya çıktı. ABD gemilerine o gün hiç bir saldırı olmamıştı.

Johnson döneminde Beyaz Saray’da çalışan gazeteci Bill Moyers’ın anlattığına göre, 1 yıl sonra 1965 yılında Lyndon Johnson kendi has dairesindekilere, ‘’Bütün bildiğim donanmamız 4 Ağustos gecesi boyunca balinalara ateş etti’’ demişti. Ama medya, resmi açıklamayı olduğu gibi doğru kabul ederek sahip çıkmış ve geniş şekilde vererek Amerikan kamuoyunu ayağa kaldırmıştı. 5 Ağustos 1964 günü Washington Post, ‘’Destroyerlerimize 2 günde ikinci saldırıdan sonra Amerikan uçakları Kuzey Vietnamı bombaladı’’ başlığıyla çıktı. New York Times aynı gün başyazısı ile Başkan’a destek çıktı. Los Angeles Times ise, ‘Komünistlerin uluslararası sularda dolaşan Amerikan gemilerine saldırarak gerginliği tırmandıran taraf olduğunu’ ilan etti.

Tonkin Körfezi’nde gerçekte olan biten zamanında medyaya yansısaydı, belki de ABD, Vietnam Savaşı gibi bir bataklığa hiç batmayacaktı. Daniel Hallin, ‘’Uncensored War’’ adlı kitabında, medyanın aslında daha ilk günlerde, Tonkin Körfezi’nde yaşananlarla ilgili resmi açıklamalarla örtüşmeyen bir çok bilgiye sahip olduğunu yazıyor. Ama bu bilgilerin hiç birini kullanılmamıştı. Medya, savaşla ilgili resmi bilgiler dışında hiç bir bilgiye itibar etmedi. Amerikan Kurucu Babalarının felsefesine aykırı olarak, ‘resmi açıklamaları sorgulama görevini’ yerine getirmedi. Estirilen vatanseverlik fırtınası ile her türlü sorgulamanın da önü kesildi. Bununa ABD’ye maliyeti çok pahalı oldu. ABD, Vietnam’da bir kuşağını ve itibarını kaybetti. Günümüze kadar devam eden ekonomik ve psikolojik maliyeti de cabası…

Kennedy’nin ‘özgür medya’ pişmanlığı

1961 ilkbaharının ilk günlerinde ABD ile Küba’daki komünist rejim ve dolayısıyla Sovyetler Birliği arasındaki tansiyon çok yükselmişti. ABD, Küba’da tarihe Domuzlar Körfezi Çıkarması adıyla geçecek gizli bir işgal ve rejim değişikliği planı hazırlığıyla meşguldü.

Çiçeği burnunda başkan John F. Kennedy, medyaya, ‘ulusal güvenliği tehlikeye düşürmeyecek sorumlu bir yayıncılık’ izlemeleri için baskı yapmaya başladı. Gazetecilerden ‘hassas haberleri’ yayınlamadan önce iki kez düşünmelerini istedi. Yayıncılarla bir toplantısında, ‘’Her gazeteci bir haberi yayınlamadan önce, kendi kendine ‘bunun haber değeri var mı’ diye sorar’’ diye hatırlattıktan sonra ekledi: ‘’Sizden tek istediğim, haberi yazarken, bir de, bunun ulusal güvenliğimiz için yararı ne’ diye de sormanız’’

Bir kaç gün sonra yeniden buluştuğu gazetecilere çok daha somut bir öneride bulundu: Devlet bir grup gazeteci seçerek bunların güvenlik birimleriyle irtibatlı yapacak. Bu gazeteciler de, bu konularda yayınlanacak tüm haberleri yayınlanmadan inceleyerek, haberin ulusal güvenliği tehdit edip etmeyeceğini denetleyecekti. Gelen tepkiler üzerine bu plan rafa kaldırıldı. Dahası, Kennedy’nin, ABD’nin ‘açık ve yakın tehlike’ altında olduğu gerekçesiyle gazetecilerden otosansür yapmalarını istemesi tam tersi etki yapmış onu medya ile karşı karşıya getirmişti.

İşte o günlerde New York Times gazetesi de ABD’nin Küba’ya yönelik harekat planını önceden öğrenmiş ve haberi yayınlamaya hazırlanıyordu. Başkan Kennedy, New York Times’tan haberi ‘kesinlikle yayınlamamasını’ istedi.  New York Times yazı işleri kendi içinde çok yoğun tartışmalı bir toplantıdan sonra, devletten gelen ‘ulusal güvenlik’ içerikli talebi dikkate alarak bir orta yol buldu. Haber planlandığı gibi 4 sütuna manşet olarak değil, birinci sayfanın altlarında tek sütun olarak küçük görüldü. Haberdeki bir çok ‘hassas’ bilgi de çıkarıldı. Ancak bu haliyle bile olsa yayınlanması Kennedy’i çılgına çevirdi. ‘’Castro’nun ülkemize ajan göndermesine, devlet içinden adam satın almasına gerek yok. Gazetelerimizi okuması yeter’’ diye tepki gösterdi Kennedy…

O sıralarda Ulusal Güvenlik Konseyi’nde gizli planların konuşulduğu bir toplantının tutanaklarını Saturday Evening Post dergisi elde etmiş ve bir kısmını yayınlamıştı. ‘’Eğer Sovyetler Küba yüzünden nükleer savaş başlatmaya kararlıysa biz de bu savaşa girmeye kararlıyız’’ gibi çok önemli konuşmalar nedeniyle Soğuk Savaşın en kritik toplantılarından biri kabul edilen bu toplantıda konuşulanların medyaya sızması, ABD’de çok büyük yankı yaptı ve büyük bir tartışma başlattı.

O günlerde Kennedy yönetimine büyük destek veren New York Times, sonraki yıllarda hiç de gurur duymayacağı başyazılardan birini yayınlayacaktı:

‘’Birleşik Devletlerin en üs düzey kurumlarından birinin mahremiyeti ciddi şekilde ihlal edilmiştir. Başkan, kendisine çok hayati konularda danışmanlık yapan bu kurumdan, bu şartlarda nasıl bir danışmanlık hizmeti alabilir ki? Bu kurulda artık nasıl özgür bir tartışma bekleyebiliriz ki? Politik olarak maliyeti olabilecek bir görüşü kim dile getirmeye cesaret edebilir ki?’’

Kennedy’nin, ABD’nin ‘açık ve yakın tehlike’ altında olduğu gerekçesiyle gazetecilerden otosansür yapmalarını istemesine o günlerde en ilginç tepki ise 10 yıl sonra ABD başkanı olarak Watergate skandalının kahramanı olacak Richard Nixon’dan gelecekti:

‘’Kennedy Yönetiminin bu talebi, denetimli medyanın zıttı olan özgür basın kavramı hakkında derin bir bilgisizliğin ifadesi. Medyadan gizlilik için yardım talebi, fiyaskoları, yanlış kararları ve diğer hükümet başarsızlıklarını örtme talebine dönüşür.’’

Kennedy yönetiminin medyaya, ‘ulusal güvenlik’ ve ‘devlet sırrı’ gerekçeli engelleme çabaları, ABD Gazete Editörleri Cemiyeti’nin, devletin artan gizlilik eğilimine karşı 1955 yılında başlattığı mücadeleyi yeniden yükseltmesine neden oldu. Washington Post’tan James Russel Wiggins ve ABD Kongresi’nden California milletvekili John Moss’un liderlik ettiği, devletten bilgi edinme özgürlüğü mücadelesine Kennedy büyük direniş gösterdi. Reform tasarısının mimarı Moss, Kennedy’nin baskılarına rağmen pes etmedi. Nihayet, Johnson döneminde, 1966 yılında, Kongre, orijinalinin epey yumuşatılmış versiyonu olsa da Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’nı(Freedom of Information Act) geçirecekti.

Öte yandan, 17 Nisan 1961 günü başlayan Domuzlar Körfezi çıkarması planlandığı gibi gitmedi ve ABD için Soğuk Savaş döneminin en büyük fiyaskosuna dönüştü. 4 gün sonra Başkan Kennedy basın toplantısında, ‘’Zaferin yüzlerce babası olur, yenilgi ise yetimdir. Bu konuda yapacağımız tüm değerlendirmeler ve tartışmalar, benim kişisel sorumluluğumu örtmez’’ dedi. Kendisini yanıltan CIA’ye ve güvenlik bürokrasisine ise çok öfkeliydi. ‘’CIA’yi binlerce parçaya ayırıp her bir parçasını ayrı bir yere atmak istediğini’’ söyleyecek kadar…

Unfinished Life; John F. Kennedy’ adlı kitapta aktarıldığına göre ise, Başkan Kennedy, Post’un yayın yönetmeni Ben Bradlee’ye özel bir sohbetinde, ‘’Halefime vereceğim ilk tavsiye, güvenlik bürokrasisine dikkat etmesi ve güvenlik bunların işi olduğu için onların bu konunun otoriteleri olduğu hissinden kendisini koruması olacak’’ diye konuşacaktı.

Domuzlar Körfezi fiyaskosundan sonra Kennedy, basının ulusal güvenlik konularını kurcalaması hakkında da çok farklı düşünmeye başlayacaktı. Hatta, New York Times’ın o dönemde genel yayın yönetmenliğini yapan Turner Catledge’ın ‘’My Life and The Times’’ adlı otobiyografisinde anlatığına göre Kennedy, fiyaskodan sonra, bu kez medyaya bu konuya çok az eğilmelerinden dolayı sitemde bulunmuştu. Kennedy, Catledge’ın da aralarında olduğu bir grup yayın yönetmeniyle özel sohbetinde, ‘’Eğer Domuzlar Körfezi operasyonu hakkında daha fazla yayın yapsaydınız, bizi bu derece büyük bir yanlışa düşmekten kurtarabilirdiniz’’ pişmanlığında bulunacaktı. ‘’Press and Cold War’’ kitabından öğrendiğimize göre ise, Kennedy yaklaşık 1 yıl sonra da bu kez de NY Times’ın yayıncısı Orvil Dryfoos’a aynı pişmanlık dolu sitemde bulunacaktı:

‘’Keşke, medya olarak Küba politikamız hakkında öğrendiğiniz herşeyi yayınlasaydınız’’.

Kennedy’nin pişmanlığının bir benzeri 2000’li yılların başında yaşanacaktı.

11 Eylül saldırısının oluşturduğu atmosferde Amerikan demokrasisinin üzerinde durduğu prensiplere bağlı kalmak oldukça güçtü. Amerikan sisteminin temeli olan bir çok özgürlüğü kısıtladığı halde adı ‘vatanseverlik yasası (Patriot Act)’ olan bir yasanın bile çıkarıldığı ağır hamasi bir iklim altındaydı ülke. Tonkin Körfezi hakkındaki gizli belgelerin üzerindeki gizlilik damgasının kalkması gereken 2000’lerin başında Bush yönetiminin ağırdan alarak belgeleri yayınlamayı geciktirmesi de bu açıdan anlaşılırdı. Tonkin Körfezi ile Irak Savaşı gerekçeleri arasında kaçınılmaz olarak kıyaslama yapılacağının farkındaydı Bush yönetimi. ABD’nin son 40 yılında ‘gizlilik’ saplantısı en yüksek yönetim olan Bush – Cheney yönetiminin bir numaralı yasal reform hedefinin Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası olması da anlaşılırdı. Daha göreve gelir gelmez ABD Kongresi’nde geçmesi için uğraştıkları ilk yasal değişiklikler, FOIA(Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası) ve Presidential Records Act (Başkanlık Kayıtları Yasası) yasalarında oldu.

Ve ana akım medya, bir kez daha ‘devletten gelen talebe’ uyarak Bush yönetiminin istediği gibi Irak Savaşı gerekçelerini sorgulamadı. Bir kez daha kaybeden, ülke oldu. Bush’un sözcüsüyken daha sonra istifa eden Scott McClellan’ın 2006 yılına yayınladığı ‘’What Happened (Ne Oldu)?’’ adlı kitabı bu açıdan çok ibret verici bilgiler içeriyor. Bush yönetiminin ülkeyi Irak Savaşı’na ‘’gerçeklerle’’ değil ‘’yalanlar üzerine kururlu politik bir pazarlama kampanyasıyla’’ götürdüğünü iddia ettiği kitabında McClellan’a göre bütün bu senaryoda en büyük manipülasyon aracı ise medyaydı. McCllelan’ın dönemin ABD ana akım medyası için kullandığı tabir çok ağırdı: ‘’Complicit enablers’’. Yani, ABD hukuk literatüründeki ‘’yardım yataklık suçu’’. McClellan şöyle hayıflanıyordu kitabında:

“Eğer medya, o çok şöhretli solculuğunun gereğini yerine getirip, vatan hainliği damgası yeme pahasına Bush yönetimine sorulması gerekli olan soruları sorabilseydi, bugün Amerika Irak bataklığında bu halde olmazdı.”

 

Zafer ve utançla dolu medya tarihi

New York Times ve Washington Post gazetelerinin, devam eden bir savaşla ilgili devletin çok gizli dökümanlarını yayınlayarak Vietnam’da aslında bir fiyasko yaşandığını Amerikan kamuoyuna duyurması yeni bir dönem başlattı. Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Harold Edgar ile Benno Schmidt de o günlerdeki hukuk mücadelesini inceledikleri ortak makalelerinde bu yayını ‘kritik bir dönemeç’ olarak nitelendiriyor:

‘’O güne kadar yönetimdeki politikacılar ile basın arasında simbiyotik bir ‘ortak-yaşarlık’ vardı. Ancak establishment gazeteleri, devletin çok güçlü itirazına rağmen Vietnam belgelerini yayınlayarak, artık devletin, sadece ara sıra eleştirilerde bulunan bir ortağı olmak istemediklerini, yönetimlerin hasmı olmaya niyetli olduklarını gösterdiler.’’

Nitekim, Pentagon Belgelerini yayınladıktan 1 yıl sonra Washington Post’un iki muhabiri Watergate işhanında yakalanan 5 hırsızla ilgili tuhaflığı soruşturmaya başlayacak ve ABD Başkanı Richard Nixon’u istifaya götürecek süreç böyle başlayacaktı.

Resmi açıklamaları sorgulamak, gerçeği kamuoyuna yansıtmak ‘vatan hainliği’ değil. ABD’nin Kurucu Babaları, hepsi de bir dönem ‘vatan haini’ yaftası yedikleri için, Anayasa’da ‘vatan hainliği’ne somut bir tanım getirerek sınır çizdiler. ABD Anayasası’nın 3. Kısmı’nın üçüncü maddesine göre, ‘vatan hainliğine’ –sadece- savaş zamanında düşmana yardım ve yataklıkta, ve bu suça şahit olan en az 2 kişinin varlığı veya açık mahkemede ikrar ile sabit olursa hükmolunabilir. Anayasa, ‘only (sadece)’ diyerek vatan hainliği yaftasının olur olmaz her yerde kullanılabileceği bir belirsizlik oluşmasının ve bu suçlamanın politik istismarının önüne geçmiştir. 241 yıllık ABD tarihinde ‘vatana ihanet’ suçlamasıyla sadece 13 kişi mahkum olmuş ve 1950’den beri bu suçlama kimseye yöneltilmemiştir.

Bill Moyers, ‘’Demokrasi Üzerine’ kitabında, David Dark’ın, ‘’Özgürlüğün bedeli, devlet gücüne karşı sürekli uyanık halde bulunmak zorunda olmaktır’’ uyarısını ve şu cümlelerini aktarıyor:

Demokraside güvende kalmanın ve yanlış tanrılara tapmaktan kaçınmanın tek yolu, her kabileci haberi, açıklamayı sorgulamaktır. Özellikle de bu enformasyon teknolojisi çağında, haberleri şekillendirme gücü bulunan ve kamusal gerçeği her sabah yeniden oluşturmaya çalışacak muktedirlere çok dikkat etmek zorundayız.

Moyers bu sözlere, ‘kadim bir hikaye’ dediği şu gerçeği ekliyor:

‘’Gizliliğin çok olduğu bir ülkede fiyaskolar, yolsuzluk ve suistimal de çok olur’’

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz