CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
21 Aralık 2014
İnsan, biyolojik olarak ‘’diurnal’’ bir canlıdır. Yani, uyumadığı sürenin çoğunu güneş gökyüzündeyken geçirir. ‘’Nocturnal’’ yani hayatı gece karanlığında yaşayan, geceleri beslenen canlılardan farklı olarak…
Şimdi, National Geographic’in çağrısına uyalım ve 1800 yılında dünyanın en kalabalık şehri Londra’da olduğumuzu düşünelim:
“Şehirde yaşayan 1 milyon kişi, karanlık çöktüğünde evlerini bir-iki saatliğine meşale türü basit ışıklarla aydınlatıyor. Ardından da gün doğana kadar uyuyor insanlar… Gaz lambası sadece birkaç lüks evde kullanılıyor. Daha, gaz lambalarından oluşacak, dünyanın ilk sokak lambası sisteminin kurulmasına 7 yıl var. Geceleri birkaç kilometre uzaktan Londra’yı görmek zor. Ancak şehrin kokusundan yaklaştığını anlarsın…”
İnsanoğlu, önce ateş, sonra elektrik ile ‘ışığı’ geceye taşıdığından beri ‘geceleri’ de yaşayan bir canlı olmaya başladı. Tabiattaki her mühendislik faaliyetimiz gibi geceyi ‘aydınlatma’ mühendisliğinin de faydaları, aynı büyüklükteki riskleri ile beraber yaşamamıza girdi. Ve bugün gezegenimiz tarihte hiç görülmemiş muazzam bir ‘ışık kirliliği’ tehdidi altında. Doğal yaşamın ‘ışık-karanlık’ ritmini her bozduğumuz yerde, canlı hayatının değişik bir ünitesinin – göç, doğum ya da beslenme- düzeni de bozuluyor.
İnsanoğlu binlerce yıl boyunca evreni ‘kendi gözleriyle’ temaşa etti. 1610 yılında Galileo Galilei yazdığı küçük bir kitapta gökyüzünde gözlemlediklerini anlatarak astronomide yeni bir çağı başlattı. Galilei’nin gökyüzünü gözlediği el yapımı teleskobu bugün oyuncakçılardan alacağınız en amatör teleskoplardan bile çok daha az fonksiyoneldi. Ama bu yetersizlik, gök yüzünde müthiş keşifler yapmasına engel olmadı: Ay’da dağlar ve diğer topografik şekiller olduğunu gördü. Jupiter’in uyduları vardı. Ve dahası Samanyolu bir bütün değil tek tek çok sayıda yıldızdan oluşuyordu.
‘Galaksi‘ kelimesi Antik Yunanca’da ‘süt’ anlamına gelen ‘galaktos’tan geliyor. Bu yüzden de Batı dillerinde samanyoluna ‘miky way (süt yolu)’ deniyor. Binlerce yıl boyunca akşamları gök yüzüne bakan her insanı en çok büyüleyen şey bu olageldi. Samanyolu’nu bir kez bile görebilmiş herkes, Türkçe’de buna neden ‘saman yolu’ dendiğini hemen anlar. Gökyüzünü boydan boya geçen Samanyolu, ‘doğal’ karanlıkta o kadar parlak olur ki, yakın zaman öncesine kadar tıpkı Venüs ve Jüpiter gibi yeryüzünde gölge yapardı. Oysa günümüzde Samanyolu’nu bir kere bile çıplak gözle görmemiş yüz milyonlarca belki de milyarlarca insan yaşıyor. Bırakın Samanyolu’nun ışığını, dolunayın ışığı bile bazen gölge yapmaya yetmiyor.
Elbette ki onların ışığı azalmadı. Olan şey dünyadaki yapay ışığın artması ve atmosferde artan kirlilik. Kirlilik, atmosferi daha az şeffaf ve daha çok yansıtıcı hale getiriyor. Ama daha da önemlisi yapay ışıkların sebep olduğu ışık kirliliği göklerimizden tüm yıldızları adeta süpürmüş durumda. Bugün Taksim Meydanı’ndan tertemiz bir gece gökyüzüne bakan biri en fazla Ay’ı, bir iki gezegeni ve belki birkaç da parlak yıldızı görebilir. Yani Galileo Galilei’nin 400 yıl önce çıplak gözle gök yüzüne baktığında gördüklerinin yüzde 1’inden bile daha azını… Galilei’nin geceleri gördüğü gökyüzünü görebilmek için bugün Peru’nun dağları, Avustralya’nın ortasındaki ıssız bölgeler gibi yerlere gitmek gerekiyor. Uluslararası Astronomi Birliği, dünyadaki en ışıklı 18 kent merkezine kurduğu istasyonlarla ışık ölçümü yaptı ve eğer bu merkezlerden, yapay ışıklar olmasaydı uzayın kaç kat daha aydınlık gözükeceğini ölçtü. Guardian gazetesinde 23 Ekim 2014’te yayınlanan habere göre sonuç korkunçtu. Aynı yerlerde yapay aydınlatma olmasa uzay o kentin sakinlerine 1000 kat daha aydınlık gözükecekti. Diğer küçük ölçekli şehirlerde ise 100 ile 200 kat arasındaydı farklılık.
İnsan uygarlığının yıldızlarla arasına giren bu ışık perdesinin elbette ki astronominin çok ötesine geçen olumsuz sonuçları var. Çok kötü tasarlanmış dış aydınlatmaların büyük enerji israfı, geceleri aydınlatmanın insanın biyolojik ve ruhsal sağlığı üzerine etkileri, yapay ışıkların doğadaki olumsuz etkileri saymakla bitmez. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi nöroloji profesörü Steven Lockley de bu durumun psikolojik etkilerine dikkatimizi çekiyor. Guardian’a yaptığı açıklamada, ‘’Karanlık çöktükten sonra her yapay ışık ‘doğadışı’dır’’ diyor Lockley ve uyarıyor;
‘’Geceleri maruz kaldığımız yapay aydınlık, psikolojimizde muazzam değişimlere neden oluyor. Toplum olarak düşünmeliyiz. Geceleri doğal çevreyi kirleten bunca ışığa gerçekten gerek var mı? 7 gün 24 saat açık otoparklara ihtiyacımız var mı? 7 gün 24 saat açık süpermarketlere ihtiyacımız var mı? 24 saat yayın yapan televizyona ihtiyacımız var mı? 1997 yılına kadar bile BBC gece belli bir saatte ulusal marşı çalıp kapanıyordu ve herkes yatağına gidiyordu.’’
Lockley’e göre hepimiz her gece bir tür ‘mini jet-lag’ yaşıyoruz. Bunun uzun vadeli etkilerinin de henüz insanlık olarak tam farkında değiliz.
Yapay ışığımız canlı yaşamını tehdit ediyor
Bugün şehirlerimizde geceleri gökyüzü, New York Times editoryal kurulunun ‘köylü’ filozofu Verilyn Klinkenborg’un deyimiyle, ‘kıyamet sonrasının anlatıldığı bilim kurgu filmlerini anımsatıyor’. Bir el bütün yıldızları süpürmüş adeta. Boş anlamsız bir karanlık. Sokaklarımızı aydınlatalım derken, evrenle aramıza bir perde çektik. Işık kirliliği ile sadece gecenin ruhuna ve anlamına değil, doğanın ritmine de kastediyoruz. Yeryüzündeki ‘nocturnal’ gezegendaşlarımızın hayatını tahrip ediyoruz örneğin. Dönüp sonunda bizi de vuracak bir katliam bu… Los Angeles merkezli Urban Wildlands Group’un hazırladığı rapora göre, her geçen gün binlerce yeni deniz kuşu, ötücü kuş, denizlerdeki petrol rafinerilerinin ışığına, ateşine yönelerek, düşüp ölünceye kadar dönmeye başlıyor. Geceleri göç eden kuş katarlarındaki birçok acemi kuş, insan yapımı yüksek binaların ışığına aldanıp bu binalara çaparak ölüyor.
Sokak lambalarının, bahçe aydınlatmalarının etrafında dönen böcekleri hepimiz görüyoruz. Bize hayatın doğal seyri bir görüntü gibi gelir. Oysa bu sadece son 100 yılda gerçekleştirmeye başladığımız bir soykırım yöntemidir. Alman entomolojist Gerhard Eisenbeis, dış ışıklandırmaların mahalli böcek populasyonlarını elektrikli süpürge gibi çekerek yok ettiğini yazıyor. Bir başka Alman araştırmasında özellikle doğal ortamlarda kurulan aşırı aydınlatmalı benzin istasyonlarının bu şekilde sayısız böceği kendine çekerek yok ettiği tespiti yapılıyor. Ancak son yıllarda bu araştırma konusu benzin istasyonlarına gelen böcek sayısında büyük düşüş yaşandığı bunun da o bölgelerde söz konusu böcek türlerinin soyunun kuruduğunun işareti olabileceğine dikkat çekiliyor. Sayısız böceğin böyle doğal olmayan yollarla öldürülmesinin tabiatın düzeninde hangi dengeleri bozduğunu bile henüz bilmiyoruz maalesef…
Geceleri ‘yapay ışıklarla’ aydınlatmaya başladığımızdan beri, birçok kuş ve böcek türü, tabii çevrelerinde yok olup gitti… Sabahları karakuşiler, bülbüller ‘yapay ışık’ nedeniyle yanlış saatlerde ötmeye başlıyor. Zırhı karanlık olan birçok hayvan türü, artan ışık nedeniyle, daha fazla oranda diğer avcı hayvanlara yem oluyor ve nesilleri hızla tükeniyor.
Plajlarda yumurtalarından çıktıktan sonra, içgüdüsel olarak denizi bulabilmek için yakamozlara yönelen deniz kaplumbağaları, turistik otellerin ışıklarını yakamoz sandıkları için, deniz yerine bu otellere yürüyor ve zamanında denize ulaşamadığı için ölüyor. Saymakla bitmez cinayet işliyor ‘aydınlığımız’…
Durum tamamen umutsuz da değil. Tamamen karanlığa gömülmek bu saatten sonra imkansız olsa bile, en azından ışıklandırmaya yapılacak basit düzenlemeler ve kalitelendirme çalışmasıyla hem muazzam bir enerji tasarrufu hem de de doğayı koruma adına bir takım adımlar atabiliriz.
1958 yılında astronomi doktorasını tamamlayan Dr. David L. Crawford, meslek hayatının önemli bir kısmını Arizona eyaletinin Tucson şehrinin 56 mil güneybatısındaki Kitt Peak Milli Rasathanesi’nde geçirdi. 1970 yılında ilk defa alarm verici gerçeği keşfetti. Astronomik görüş gücünde ciddi bir düşüş yaşanıyordu. Çünkü Tucson çok hızla büyüyordu ve gökyüzü de gittikçe aydınlanıyordu. Arkadaşlarıyla hemen şehrin dış aydınlatmalarının kalite regülasyonu için yerel yönetimler nezdinde girişimler başlattı. 1988 yılında arkadaşları ile birlikte Uluslararası Karanlık-Hava Birliği’ni (International Dark-Sky Association) kurdu. 1995 yılında Kitt Peak’ten emekli oldu ve o zamandan beri de kendini dünyanın dikkatini ışığımızın bizi nasıl ‘’evren körü’’ yaptığı konusunda bilinçlendirmeye adadı. ‘’Uyanık olduğumuz zamanın büyük bölümünü bir kutu içinde bir başka kutuyu izleyerek geçiriyoruz’’ diyor David Crawford ve ekliyor:
‘’Gündüzleri ofis kutusunun içinde bilgisayar kutusunu izleyerek geçiyor, akşamları ev kutusunun içinde televizyon kutusunu izleyerek… Otomobil ve ulaşım aracı dışında nerdeyse dışarıda çok az zaman harcıyoruz. ’’
Arizona eyaletinin 60 bin nüfuslu Flagstaff şehri 2001 yılında dünyanın ilk, ‘’uluslararası karanlık gökyüzü şehri (International Dark Sky City)’’ ünvanını kazandı. ‘Işık kirliliğine’ karşı hareket, her geçen gün gezegene yayılıyor. Son olarak Çek Cumhuriyeti bu alanda adım atan ilk ülke oldu, ve geceleri atmosfere saldığı ışığı ciddi oranda azaltacak düzenlemeler yapma kararı aldı. California Eyalet Ulaşım Dairesi otoyollarda sürekli yanan ışıklarını büyük ölçüde kıstı. Bunun yerine, sadece sürücüler geçtiğinde işe yarayan fosforlu yansıtıcılar kullanılmaya başlandı.
Doğal günbatımını yaşamayan bir kuşak
İnsan soyunun gece algısı son yüzyılda dramatik şekilde değişti. Son yarım yüzyılda köyden kente büyük bir göçün yaşandığı Anadolu’da birçok kişinin çocukluğuna ait, havanın kararmasını seyretme tecrübesi vardır. Akşam üzeri dışarıda otururken batı ufkunda kızarma, sonra havanın kararmaya başlaması ve ardından tamamen kararması. Günümüzde hava az kararınca otomatik olarak yanan sokak lambaları veya ev lambaları nedeniyle nerdeyse hiçbirimizin artık tecrübe edemediği bir ayrıcalık gün batımı. Newyorker dergisinden David Owen’in Ken Daniel adlı bir arkadaşının eşinden aktardığı bir deprem hatırası da günümüz insanının karanlıkla kopan bağının çarpıcı bir göstergesi. Daniel’in eşi Gina, California’nın yaşadıkları Glandale bölgesinde sokaklarının çok ışıklı ve aydınlık olduğunu ifade ederek, geceleri perdeleri çekmelerine rağmen hiçbir zaman odanın tam karanlık olmadığından yakınıyor. 1994 yılında Northridge depremiyle uyandığında sarsıntı dışında ilk farkettiği şey hiçbir şey göremediği olmuş:
‘’Deprem, şehrin bütün elektrik sistemini devre dışı bırakmıştı. Heryer kapkaranlıktı. Çocukları kapıp dışarı kaçtığımda bütün komşularımın sokakta başları gökyüzüne bakılı vaziyette gördükleri ihtişam karşısında hayretler içinde olduğunu gördüm’’.
Geceler gündüzleşiyor
Evrenin asıl ortamı bizim ‘karanlık’ dediğimiz ortamdır. Bize karanlık gelmesi, ‘görünmez’ olduğu anlamına gelmiyor. İnsanın gün ışığına ihtiyacı olduğu kadar ‘gece karanlığına’ da ihtiyacı var.
New York Times’tan Klinkenborg, insanlığın son yüzyılda gündüzleri nasıl tehlikeli düzeyde uzatıp, geceyi nasıl kısalttığına dikkatimizi çekiyor. İnsan bedeninin, ışığa duyarlılığını tahrip ediyoruz. Vücut saatimiz, bedenimiz, geceyi gündüzü ayırt etmekte zorlanıyor artık. Sabahladığımız için, ‘nocturnal’ bir canlıya dönüşmüyoruz. Sadece gündüzü, doğamıza müdahale edecek şekilde ‘uzatmış’ oluyoruz. Yani sırf güneş battı diye ‘gece’ yaşıyor değiliz. Çünkü hala ışığın altındayız, ekranların karşısındayız. Bu, ‘gece’ değil. Bünyemiz ihtiyacı olan ‘karanlığı’ yaşamadığı için birçok biyolojik yeteneğimiz ve yetimiz köreliyor.
İnternet icat oldu olalı, sosyal medyada hergün denk geldiğimiz, ‘bugün de sabahı ettik’ , ‘uykum düzenim bozuldu yine’ yakınmalarına bakacak olursak, artık çok daha yaygın ve acil bir sorunla karşı karşıyayız… İnsan soyunun aşırı ışıktan çektiği, ‘caretta caretta’ların çektiğinden az değil. Doğal bütünlüğümüzü tamamlayabilecek karanlığa, yıldızlara, yakamozlara yöneleceğimiz vakitte, turistik hoteller gibi hayat coğrafyamıza dahil olmuş ekranların ışığına dönüyoruz ve doğal akışta yerimizi anlamımızı kaybediyoruz.
Klinkenborg, ‘’Hakikatte, yatak odamıza kadar giren ışık kirliği, evrendeki gerçek yerimizi göremeyecek kadar körleştiriyor bizi. Karanlık bir gece başımızı kaldırıp baktığımızda gördüğümüz Samanyolu’nun bize öğreteceği ‘varoluşumuzun ölçüsünü’ unutmamıza neden oluyor bu.’’ diyor…
Dünyanın çok büyük bölümü karanlığı yitirmiş durumda. ABD ve Avrupa’nın yüzde 99’u Türkiye nüfusunun yüzde 80’inden fazlası ışık kirliliği altında yaşıyor. Gezegenimizin kalan son karanlığını da her geçen gün ışık hızıyla yitiriyoruz. Bugün ‘yıldız’ deyince aklına sadece televizon ve eğlence dünyasının ünlüleri gelen bir kuşak var. Karanlık gökyüzündeki ihtişamlı şehrayin yerine gökdelen ışıklarını, şehir ışıklarını bir manzara objesi olarak seyrediyoruz. Egoist insanın ben-merkezli bakışının onu sosyal çevreye ve ötekilere karşı körleştirmesi gibi, evrene yabancılaşıyoruz…
Kuzey yarım kürede yılın en uzun gecelerini yaşadığımız günler bunlar. Ama çoğumuz ekranlar önünde ışıklar altında bu güzelliği farketmiyor bile. Çoğumuzun yaşamımızın bir döneminde anne-babalarımızdan sıkça duyduğumuz uyarılarına kulak vermeli. Işıkları, ekranları arada bir de olsa karartmalı ve geceyi, bedenimizi, aklımızı, gezegenimizi karanlıkla aydınlatmalı..!
21 Aralık 2014