Demokrasi dükkanında bir fil
CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
26 Mayıs 2016
“Gelecekte bir gün, ülkenin yığınları, en ilkel arzularına nihayet kavuşacak ve Beyaz Saray ağzına gelen her şeyi konuşan bir moronla taçlanacak.”
H. L. Mencken, 26 Temmuz 1920 günü Baltimore Sun gazetesinde yayınlanan yazısında bu kehanette bulunuyordu. 20’nci yüzyılın ilk yarısında ABD’nin en etkili yazarı olan Mencken, Amerikan yaşam ve kültürünün sıkı bir eleştirmeniydi. Mencken’in en büyük endişesi ise toplumdaki ‘anti-entelektüel’ eğilimdi. Bu eğilimi, bazı muhafazakar ve politik kesimler bilinçli olarak ayakta tutmaya çalışıyordu. Kara Çalmanın Kitabı’nda, ‘usta bir demagogun eline düştüğünde bu yığınlar, her şeye inanmaya ve her şeyi yapmaya hazır hale gelir’ diye yazacak ve ekleyecekti:
‘Dar kafalı bir muhteris, bu kalabalıkların arasında çılgın atar. Kalabalığın o hep bahsedilen gizemli etkisinin ona aşılayacağı bir namussuzluk değil bu. Kendi doğasındaki namussuzluğu meşrulaştırabileceği bir iklim bulduğu için…’
Mencken, insanların, bireysel olarak suçluluk veya utanç duyacakları söz ve davranışları, kalabalık halinde hareket ettiklerinde, sayısal çoğunluklarına bakarak, gönül rahatlığıyla sergiler hale geleceğine dikkat çekiyordu.
Mencken’in eleştirisinim bir benzeri de Robert Penn Warren tarafından yazılan Kralın Bütün Adamları (1946) romanında karşımıza çıkar. Amerikan politik edebiyatının şaheseri sayılan romanda idealist yerel politikacı Willie Stark’ın iktidar basamaklarında yükselişi ve yükseldikçe yozlaşması anlatılıyor. Roman, Stark’ın sağ kolu olan eski gazeteci Jack Burden karakterinin ağzından yazılmış. Burden, patronu Stark’a ”konuşmalarında gerçekten bir şeyler anlatmayı bırakıp, kitlelerin içindeki hayvanlığı coşturması’’ tavsiyesinde bulunuyor:
Sadece coştur onları. Nasıl ve neden coşacaklarının önemi yok. Kendilerini bir şekilde coşturursan seni sevip peşinden gelecekler. Yumuşak yerlerinden yakala. Çoğu canlı değil, birer ölü bunların. Sıkıcı bir hayatları var. Onlara canlı olduklarını yeniden hissettirecek ve coşturacak şeyler sunmak sana kalmış. Sadece yarım saat bu coşkuyu ver onlara. Zekalarını açacak şeyler olmadıktan sonra ne anlatırsan anlat ama yeter ki coştur..!
Eleştirmenler, Kralın Bütün Adamları’nı, ‘bir moral düzenin, kişisel kazanımlar için bir daha asla bir araya getirilemeyecek şekilde parçalanmasının kara romanı’ diye niteliyor.
Mencken’in veya Kralın Bütün Adamları romanının bugünlerde yeniden sıklıkla anılmaya başlanması tesadüf değil. Amerikanın yığınları, bir kez daha, en ilkel duygularını coşturan sığ bir demagogun peşinden sürüklenmeye başladı… Milyarder işadamı Donald Trump, yıllardır dile getirmesine rağmen daha bir yıl öncesine kadar asla gerçekleşmeyecek bir şaka gibi görülen hedefine, Amerikan başkanı olmaya, en yakın iki kişiden biri artık.
Apaçık yalanları, çelişkileri, ırkçılığı, cinsiyetçiliği, kabalığı, entelektüel sığlığı, etik yoksunluğu en üst düzeyde ama işte, Amerikanın yararsız bir yaşam süren beyaz yığınlarının korkularını veya taassuplarını pekiştirerek içlerindeki hayvanlığı coşturabiliyor ve peşinden sürüklüyor.
Donald Trump, aslında ABD’nin 40 yıldır konuştuğu bir isim. Buna rağmen, ancak Cumhuriyetçi Partinin adayı olabileceği anlaşıldıktan sonra kişisel yaşamı hakkında ne kadar az gerçeğin bilindiği farkedilebildi. Trump’ın biyografisini yazan beş yazar, Mart ayında Politico gazetesi için bir masa başına oturup da bildiklerini karşılaştırdıklarında ortaya çıkan gerçek çarpıcıydı. Her beş biyografi yazarı da biyografisini yazma aşamasında görüştükleri Trump’tan geçmişi hakkında tek bir doğru bilgi bile öğrenemediklerini farketmişlerdi. Gwenda Blair, Trump ile her buluşmasının kendisi açısından fiyasko olduğunu aktarıyor:
‘Sürekli zırvalıyor ama hiçbir şey söylemiyor. Kendisini övüp duruyor. Bugünlerde seçim kampanyalarındaki konuşmalarını dinleyenler bana hep soruyor, ‘özel hayatında da gerçekten de böyle bir insan mı?’.
‘Evet’ diye onaylıyor bir başka yazar, Harry Hurt, ‘Özel görüşmelerinde de böyle sürekli zırvalayan bir insan’.
Biyografisini yazarken kendisi ile defalarca görüştüğünü kaydeden Hurt, Trump’ın kendi geçmişi ile ilgili anlattıklarını bilgi doğrulama işleminden geçirdiğinde, ‘anlattıklarının tamamının, yarım doğrular, yanlışlar ya da yalanlardan oluştuğunu’ tespit ettiğini belirtiyor.
Trump’ın kendisine dair de tek bir doğrusu yok. Ancak buna rağmen Trump, kendisini destekleyen yığınların gözünde, ”her zaman çekinmeden doğruyu söyleyen delikanlı biri‘‘ algısı oluşturmayı başarmış.
Muhafazakar taban onda, nihayet ‘hangi konuda nerede durduğunu cesurca söyleyebilen‘ bir aday bulmanın heyecanını yaşıyor. Fakat sorun şu ki hangi konuda nerede durduğunu açıkça söyleme cesaretine sahip adayın, hangi konuda nerede duracağını kendisi de dahil kimse kesin olarak bilmiyor.
‘Zikzak’ aslında Trump’ın bütün hayatını tek başına özetleyebilecek bir sözcük. Ülke genelinde ünlü olduğu son 40 yılda, Amerikan politikasındaki bütün tartışma konularında görüş açıklayan bir insan. Ve bu 40 yıl boyunca konuştuğu her konuda bir önce söylediğinin tam zıddını söylemiş ve yapmış bir insan.
Sadece tek bir konuda bile ‘dün dündür bugün bugün’ tavrında bulunduğu ortaya çıkan bir politikacının kınandığı ABD’de, ‘dün dündür bugün bugün’ün destanını yazdı. Politico gazetesi, Trump’ın son 40 yıldaki kitap, açıklama, sosyal medya mesajları, tutum ve icraatlarını taradığında, ”bir insanın sürekli kendi sözlerini tekzip edişinin görkemli bir arşivi” ortaya çıkacaktı.
Çünkü Trump için, ağzından çıkan sözün, konuşmanın hiçbir değeri yok. Düşünce ve karakter istikrarı, ilke ve prensip gibi özelliklerden tamamen yoksun. O an için ne söylenmesi gerekiyorsa, ona o anda istediği oyu, zemini ne kazandıracaksa onu söyleyebilen bir kişilik yapısına sahip. Örneğin Playboy’un Mart 1990 sayısındaki röportajında bir gün başkan adayı olursa Demokrat Partiden olacağını söyleyecekti. 1999’da CNN’e ‘Cumhuriyetçiyim’, 2004’te ‘Demokratım’, Şubat 2015’te ‘muhafazakarım’ diye konuşacaktı. Geçen hafta California konuşmasında ise, ‘ben muhafazakarım veya değilim bunun ne önemi var’ diyecekti. Bir konuşmasında hiç televizyon seyretmediğini bir başkasında televizyon seyretmeye bayıldığını anlatacaktı. Bir konuşmasında hiç kitap okumadığını gururla anlatacak, bir başkasında çok okuyan bir insan olduğunu iddia edecekti.
Donald John Trump, 14 Haziran 1946’ta New York Queens’te Alman kökenli bir ailenin beş çocuğunun dördüncüsü olarak dünyaya geldi. Ancak 1990’ların ortasına kadar İsveç kökenli oldukları yalanını söyleyecekti. Çünkü Manhattan’daki emlaklarının çoğunun müşterisi Yahudiydi ve Alman olduklarının bilinmesi ona para kazandırmıyordu. Alman olmanın kazandıracağını farkettiğinde ise herkesten daha fazla Alman olacak ve 1999’da parasını vererek New York’ta Alman Günü Yürüyüşünün kortej başı olacaktı.
Biyografisini yazanlardan Gwenda Blair, Trump’a miras kalan servetin ilk kaynağını araştırdığında Trump’ın büyükbabası Frederik Trump’ın Kanada’nın Klondike bölgesinde 1896-1900 yılları arasındaki altına hücüm döneminde madenciler için işlettiği geneleve ulaştığını anlatıyor. Babası Fred Trump ise, Büyük Buhran sonrası, yoksul ve orta gelir seviyesindeki ailelerin ev sahibi olması amacıyla başlatılan sübvansiyonları bir fırsata çevirmiş bir müteahhitti. Brooklyn ve Queens’te aldığı arazilere inşa ettiği sosyal konutları, devlet destekli kredilerle satarak dolar milyoneri olmuştu. Dolayısıyla baba Fred politik bağlantılarına çok büyük önem veriyordu. Yazar Blair’e göre Trump da politik bağlantıları güçlü tutma içgüdüsünü babasından miras aldı.
Trump’ın babası ile ilişkisi klasik baba-oğul ilişkisinin dışında gelişmiş. Gwenda Blair, Trump’ın Queens’teki çocukluğundan ve okul yıllarından arkadaşlarını bulup konuştuğunda, Fred’in çocuklarına ‘terör uygulayan’ bir baba olduğunu ve özellikle Donald ile kardeşi Fred Jr’ın babalarından çok korktuklarını öğrenecekti.
Yazar Michael D’Antonio da, Donald Trump’ın on yıllardır hırsla doldurmaya çalıştığı boşluğun kaynağını aradığında kendisinin de ‘baba’ya çıktığını söylüyor. Fred Trump öldüğünde cenaze töreninde bütün çocukları babaları ile ilgili anılar anlatıp ne kadar üzgün olduklarını söyleyecekti. Donald Trump ise konuşmasında sadece kendisinden bahsedip, kendi kendisini övecekti.
Narsizm, Trump dendiğinde herkesin aklına gelen bir diğer kelime. Adını, ürettiği votkadan, çarşaf takımına ve binalara kadar her yere yazıyor. Her yerde adını duymaya, adının anılmasına müthiş açlığı var. Yazar O’Brien, Donald Trump’ın üniversiteyi bitirdiğinde, babasının işlerinde çalışmak yerine aslında Hollywood’a gidip film yapmayı istediğini öğrenmiş. ‘Kendisini adeta bir Clint Eastwood gibi gördüğünü farkettim’ diyor ve ekliyor: ‘Halkın önündeyken takındığı poza dikkat ederseniz, kendisini kendi filminin, kendi westerninin başrol oyuncusu gibi gördüğü çok aşikar’. Fotoğraf pozu verdiğinde gözlerini kısmasının da Clint Eastwood etkisi olduğuna inanıyor O’Brien.
Harry Hurt de, aynı görüşte. Trump’ın, kendisinden, sürekli üçüncü tekil şahıs olarak veya ‘biz’ diye bahsetmesinin nedeninin, kendisini bir ‘karakter’ gibi düşünmesi olduğunu söylüyor. Trump, geçtiğimiz Mart ayında MSNBC’de katıldığı programda, ‘kimseye danışıyor musun’ sorusuna, ‘kendimle konuşuyorum. Çünkü çok iyi bir beynim var ve harika şeyler söylüyorum. Başdanışmanım kendimim’ yanıtı verecekti.
Bununla beraber narsistlere özgü özgüvensizliği de şiddetli şekilde yaşıyor. Bütün narsistler gibi ileri derecede paranoyak. Yazarlardan D’Antonio da Trump’ın kişiliğindeki ‘derin ‘güvensizliğe’ dikkat çekiyor. Hayatında görüştüğü hiçbir işadamının yakın çevresinde bu kadar yoğun bir koruma görmediğini belirtiyor. Hatta odasında bir misafir olduğunda masasının yanında bile bir koruma beklermiş.
D’Antonio bunun bir önemli nedeninin de muhataplarına gözdağı vermek olduğu düşüncesinde. Wayne Barret ise sorularıyla Trump’ın hayatının karanlık tarafına geçtiğini ve araştırdığını belli ettiğinde, Trump’ın onu tehdit ettiğini hatırlıyor. Barret’in vazgeçmediğini görünce bu kez ona apartman dairesi teklif etmiş. ”Hem sopa hem de havuç” kullanan kişiliğinin hiç değişmediğini kaydediyor.
Harry Hurt de, Trump’ın, tatlı konuşarak baştan çıkaramayacağı insan olmadığına inandığını, dolayısıyla birisini ikna edemeyeceğini anladığında öfkeden ve nefretten adeta çıldırdığını, o kişiye karşı, her türlü aşağılama, kabalık veya şiddeti kullanabilecek hale geldiğini belirtiyor.
Peki Trump’ın, bütün söylemleri, davranışları, icraatlarıyla doldurmaya çalıştığı boşluk ne? Neyin derinden eksikliğini duyuyor?
Hem O’Brien hem de Barrret’e göre ‘sevgi’. Büyük bir sevgi ve sevilme açlığı çekiyor. Hayatı boyunca en büyük çabalarından biri ilgi odağı olmak oldu. O’Brien’a göre bu yüzden, ‘bugünlerde adeta bir rüyada yaşıyor gibi’. Çünkü ülkedeki her gazetenin her gün ilk sayfasında o var. Attığı bir Tweet ortalama 5000 retweet alıyor. ‘Hayatının en mutlu günlerini yaşıyor olmalı’ diyor.
Orta adı Hüseyin olan, Kenya kökenli solcu bir siyahı iki dönem başkan seçebilecek düzeye gelmiş Amerikan halkı, hemen ondan sonra Donald Trump gibi birini de seçebilir mi?
Trump’ın bütün biyografi yazarlarına göre ‘hayır’. Ancak şundan eminler. Seçilmese bile Trump fenomeni artık ”odadaki fil”. Söylemleri ve kişiliği ile Amerikan politikası ve gündemi üzerinde muazzam etkisi uzunca bir süre devam edecek.
Trump’ın yükselişi elbette ki hem ABD’de hem de dünyada büyük bir şaşkınlık ve endişeye neden oluyor. Ama en büyük şaşkınlığı yaşayanlar muhafazakar politikacılar ve yazarlar. Seçim kazanmak için, yıllarca tabanlarına sürekli olarak ırkçı, paranoyak, komplocu bakış aşıladılar. Kendisini 21’nci yüzyıl dünyasından ziyade hala 1890’lar Amerikasında sanan muhafazakar tabanın ve ekonomik politikalarının altında kalan beyaz çalışan kesimin, bütün bu ırkçı ve populist söylemleri en kırıcı ve kaba şekilde dillendiren bencil bir şarlatanın rüzgarına kapılmaya hazır duruma geldiğini farkettiklerinde artık çok geçti.
Cumhuriyetçi Partinin ‘establishment’ı, yıllardır besledikleri bir hayaletin Trump’ın şahsında ete kemiğe bürünüp canavarlaşarak önce kendilerini sonra partiyi yutmasını çaresizce izliyorlar.
Nevada seçim zaferinden sonra, ‘eğitimsiz insanları seviyorum’ diye konuşacaktı Trump. Oysa 20 yıl önce Playboy dergisine, “İnsanlar çok güveniyor. Ben güvenilmez biriyim” diye konuşmuştu.
Tıpkı, Kral’ın Bütün Adamları romanındaki Jack Burden gibi o da, coşmuş yığınların, gerçekle bağının koptuğunu bilecek dehaya sahip. ‘Bugün Beşinci Caddenin ortasında bir kişiyi alnından vurup öldürsem tek bir oy kaybetmem’ diye konuşabilmesi bundan.
Dünyanın en güçlü demokrasisine bir fil girmiş durumda. Bu fil Trump’ın kendisi mi yoksa, ona sonsuz güvenip, söylediği her yalana inanmaya, dediği her şeyi yapmaya hazır cahil yığınlar mı, işte o tam belli değil…
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz
‘American Psycho’