Skip to content
Menu

Can sıkıntısının kaynağı olarak ‘televizyon’

televizyon1

CEMAL TUNÇDEMİR

30 Temmuz 2016

Televizyonu ilk kez gören Belediye Başkanının eşi Siti Ana’nın ‘’Reis Bey bu nedir?’’ sorusu, Türk sinemasının en güzel diyaloglarından birinin de başlangıcıdır:

Reis Bey: ‘Vizonteledir hanım’

Siti Ana: ‘Peki ne işe yarar?’

Reis Bey: ‘Dünyayı evimize getirecek’

Siti Ana: ‘Sebep..?’

Bu felsefi atak karşısında afalladığını yüzünden okuyabildiğimiz Reis Bey’in bu soruya bir yanıtı yoktur. Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filminin gelişiminden anladığımız kadarıyla Reis Bey televizyonun hayatlarına ‘eğlence’ getireceğine de yürekten inanmaktadır.

İnternet, son yıllarda en azından genç kuşak için tahtını sallasa da televizyon, geniş yığınlar için ‘eğlence’ ile aynı anlama sahip olmaya devam ediyor. Can sıkıntısının ilacı olarak görülüyor. Peki gerçekte böyle mi? Savunucusu her geçen gün artan ve bilimsel destekleri de olan bir görüşe göre, ‘hayır’. Bu görüşe göre televizyon, can sıkıntısının ilacı olmak bir yana, son yarım yüzyılda epidemik bir salgına dönüşen kronik ‘can sıkıntısı’nın en önemli nedeni…

Türk Dil Kurumu sözlüğü, ‘can sıkıntısı’nı, ‘’yapılacak bir iş olmaması ve hiçbir şeyle oyalanma imkânı bulunmaması sebebiyle duyulan tedirginlik, bunalım’’ şeklinde tanımlıyor. Webster sözlüğü ise, ‘’ilgimizi çekebilecek hiçbir şeyin olmadığı anda duyulan bitkinlik ve huzursuzluk’’ olarak belirtiyor. İngilizce’de can sıkıntısını ifade eden ‘boredom’ sözcüğündeki ‘bore’ fiil kökü, ‘kuyu kazmak, delmek’ gibi anlamlara geliyor. Yeni çağın insanı için ‘kendi kendine kalmak’, bir kuyunun içine sıkışmak gibi… Bugün insanlığın büyük bölümü elektrikler gittiği ve akıllı telefonlarının da şarjı bittiğinde, ne yapacağını bilemiyor. Bir kuyunun içine sıkışmış gibi hissediyor. Anlık sansasyonel heyecanların, saman alevi gündemlerin akışında geçiyor yaşamımız. Akıntı kesildiği anda ne yapacağını bilemez hale geliyoruz. Can sıkıntısından kurtulmak adına sığındığımız ekranların, her türlü sosyal patolojinin de en önemli kaynağı olması, modern insanı kısır bir döngüye hapsediyor.

Fransa Sağlık ve Medikal Araştırmalar Enstitüsü uzmanlarından nöropsikolog Michel Desmurget’nin, ‘Televizyonun Etkileri Hakkında Bilimsel Gerçekler’ alt başlığıyla yayınlanan ‘TV Lobotomie’’ adlı kitabı televizyonun bir çok modern sosyal hastalığın kaynağı olduğunu savunan detaylı bilgileriyle önemli bir tartışmaya kapı aralıyor. Beynin parçalarından her biri ‘lob’ olarak adlandırılır, ‘tomi’ ise ‘ayırmak’, ‘bağını koparmak’ anlamına geliyor. Akıl ve ruh sağlığı hastanelerinde, ilaç veya elektrik şoklar vasıtasıyla beynin belli bölümlerindeki aktivitenin durdurulması işlemine ‘lobotomi’ denir. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, Dr. Desmurget, televizyonun fonksiyonunu bir tür lobotomi olarak görüyor. Ekran, beynimizin bazı bölümlerini iptal ediyor veya soyutluyor.

Eğlencenin, can sıkıntısının da kaynağı olması, bir tür paradoks olarak görülebilir. Doktor Desmurget, televizyonla büyüyen çocukların ilerleyen yaşlarında ciddi konsantrasyon sorunları yaşadığını belirtiyor. Konsantrasyon, ‘’sansasyonel ve gelip geçici olmayan bir şeye ilgi duymanın ve bu ilgiyle ona yoğunlaşmanın” olmazsa olmazıdır. Doğal bir insan ömrünün de önemli bir kısmının da ‘sansayonel ve gelip geçici olmayan şeyler’ ile dolu olması gerek. Ancak televizyonun hayatımıza getirdiği, bize tanıttığı şeylerin çok büyük bir kısmının ‘sansasyonel ve gelip geçici şeyler olması’, can sıkıntısını kaçınılmaz bir hale getiriyor. Sefil krizlerle dolu bir yaşam, düz bir çizgide ilerleyen monoton bir hayattan daha iyi gözüküyor. Hayatımızın sahip olduğumuz veya sahip olma potansiyeline sahip olduğumuz güzellikleri yerine, asla sahip olamayacağımız şeylere (çünkü tamamen kurgusal, gerçek hayatta olamayacak şeyler) sahip olamamanın eksikliğinin bunalımını yaşamaya başlamamız da cabası… Bu ulaşamama ve yoksunluk duygusu, özellikle erken gençlikte çok daha şiddetli ortaya çıkıyor. Kronik tatminsizlik yaşıyorlar.

Aslında fazla televizyon izlemenin zararlı olduğuna çok fazla insan inanıyor. Ama bu onları televizyon izlemekten alıkoymuyor. Bir çok insan için televizyon izlemek, bir bağımlının madde kullanmak zorunda hissetmesi gibi bir bağımlılık haline gelmiş. Ve tıpkı madde bağımlısı gibi ne kadar çok televizyon izlenirse, gerçek hayata uyumda da o derece zorluk yaşanmaya başlanıyor.

Desmurget ve kendisiyle aynı görüşteki bir çok uzmanın iddiası şu: Televizyon tam bir başbelası. Entelektüel gelişim, akademik performans, dil, dikkat ve hayal gücünden, cinsellik, obezite ve hayat uzunluğuna kadar bir çok alanda negatif etkileri olduğunu bilimsel verilerle savunuyorlar. Televizyonun en büyük kurbanları ise, çocuklar. Günümüzde birçok anne baba için televizyon en kolay ‘çocuk bakıcısı’. Oysa televizyonu, çocuklarda dikkat bozukluğunun ve kelime hazinesi darlığının en önemli sebeplerinden biri olarak gören uzmanlar da az değil. Televizyon açıkken oyun oynayan çocukların, dikkati sık sık televizyonda duydukları bir ses ya da çıkan bir görüntü nedeniyle dağılmakta. Bu da çocukları daha az komplike ve daha kısa süreli dikkat isteyen oyunlara yönlendirerek beyinsel gelişimlerini engelliyor. Daha da önemlisi ise televizyon anne baba ve varsa diğer kardeşler arasındaki konuşmayı yüzde 30 oranında azaltıyor. Yani bir çocuk duyması gerektiğinden yüzde 30 daha az kelime duymakta. Bir üniversite sınavında kelime hazinesi testinde başarısız olan öğrenciler ile ilgili araştırmada en başarısız öğrencilerin, evlerinde en fazla televizyon izlenen öğrenciler olduğu tespit edildi. Peki televizyondaki konuşmalar, kelime hazinesini artırmıyor mu? 1 yaşından küçük bebekler üzerinde yapılan bir araştırma, bebeklerin yanında birisi Çince konuştuğunda, bebeklerin ses farklılığını hemen algıladığını, ancak televizyonda Çince konuşulduğunda beyinlerinin aynı tepkiyi vermediği tespit ediliyor.

30 yıl öğretmenlik yapan Amerikalı yazar John Taylor Gatto da, ‘Kitle İnşa Silahı’ adlı kitabında benzeri gözlemini paylaşıyor:

‘’Öğretmenlik yaptığım yıllar boyunca beni en çok uğraştıran öğrencilerin, en fazla televizyon seyreden çocuklar olduklarını ferkettim. TV bağımlısı öğrencilerim, en sorumsuz, çocuksu, rahat yalan konuşan ve birbirlerine kırıcı davrananlardı. En önemlisi de, bu öğrenciler, hayatlarına ait bir hedef yön belirlemede en yetersiz olanlardı. Çünkü çok fazla kurgu tüketiyor, aslında bir başkasını oynayan çok fazla kadın ve erkeği kendilerine rol model seçiyorlardı. Sürekli, konuşan hamburger gibi şeyler seyretmeleri, ‘büyümelerine’ de engel oluyordu.’’

‘’TV Lobotomie’’ yazarının, televizyonla ilgili bir eleştirisi de içerik ve bilincimizin algılamadığı örtülü sinyaller konusunda. İnsan beyni çevremizi algılarken sünger gibi ve algıladığı şeylere anında içgüdüsel tepkiler veriyor. Açken yemek yiyen birini, koşan birini gördüğümüzde kalp atışlarımız hızlanır. Reklam profesyonelleri beynimizin bu özelliklerini bizden iyi biliyor. Tüketicinin iradesini aykırı iş yapmaya sevkeden veya iradesini şekillendiren etkileri araştıran ‘nöro-marketing’ diye bir bilim dalı bile oluştu. Televizyonun her geçen gün daha fazla ‘cinsellik’ ve ‘şiddet’ içerir hale gelmesi, her sosyal sınıftan mümkün olan en fazla insana ulaşma yolunda bir pazarlama metodundan başka bir şey değil.

Televizyonu kapatmayı savunmuyor

Her ne kadar toplumsal bir çok sorunun en önemli sebebi olarak televizyonu gösterse de Desmurget, televizyonun yasaklanması veya tamamen hayatımızdan çıkarılması gibi, realist olmayan bir düşünceyi de savunmuyor. Dengeli ve ölçülü bir televizyon tüketimin hem bireysel hem de toplumsal hayat açısından ne kadar önemli ve acil bir sorun olduğuna dikkatimizi çekmeye çalışıyor. Kitapta savunduğu tek yasak ise, çocuklara ve ergen gençlere yönelik programlarda ve sözde ‘eğitici kanallarda’, onların bilinçaltına hitap eden reklamcılığa ciddi bir denetim ve kısıtlama getirilmesi gerektiği…

Türkiye nüfusunun önemli bir kısmı, Vizontele filminde anlatılan öykü ile duygudaşlık kurabilecek yaşta. Birçoğumuz televizyonsuz günleri yaşadık ve ev yaşamına televizyonun ilk kez girdiği anı anımsıyoruz. İlk çocukluğum, hayatın ağır çekimde aktığı bir taşra kırsalında geçti. Arada sırada bulduğumuz ve çoğu ilk oynamada patlayan naylon toplar dışında oyuncak bile yoktu. Ama ‘can sıkıntısı’ diye bir şeyin varlığından bile habersizdik. Şimdi, odası ağzına kadar oyuncak dolu ilkokul çağındaki çocuklardan bile ‘canım sıkılıyor’ cümlesini o kadar sık duyuyorum ki… ‘Can sıkıntısı’, televizyonlu günlerin bir fenomeni olarak yaşamımıza girdi. Hayatımızdaki ekranların dozunu azaltırsak belki de daha mutlu, daha tatminkar insanlar olacağız, kimbilir…

Vizontele filmini hayalimizde bir de tersten seyretmeye ne dersiniz:

Topraktan bir televizyon çıkarılıyor, kasabada hayatı kabusa çeviriyor. Herkes televizyonun karşısında bir zombiye dönüşüyor. Neyse ki sonra bozuluyor, bir türlü çalıştırılamıyor. Ankara’dan gelen devlet görevlileri bir kamyona yükleyerek alıp götürüyor ve kasabada yaşam bayrama dönüyor.