CEMAL TUNÇDEMİR
Follow @CemalTdemir
12 Mayıs 2017
‘’Tanıştığım Nazileri sevdim. Bundan kendimi alamadım. Her biriyle otururken, konuşurken, yürürken, 1930’larda Chicago’da gazetecilik yaptığım dönemde yaşadığım bir duyguyu yaşadım. Al Capone’u da sevmiştim. Al Capone’nun annesine hürmetkar tavrını çok sevmiştim. Benim kendi anneme tavrından bile daha hürmetkardı’’.
Amerikalı gazeteci Milton Mayer, Hitler’in kaybedişinden 7 yıl sonra Almanya’ya gittiğinde, burada tanışıp dost olduğu on kadar Nazi’den öğrendikleriyle 1955 yılında yayınladığı, ‘’Özgür olduklarını zannediyorlardı; Almanlar 1933-1945’’ adlı çok önemli kitabında böyle yazıyordu.
Mayer’in kitabı, faşizmi, bir gecede ve tek hamlede gelen bir şey sanma yanılgısının bir millete ve ülkeye maliyetinin ne kadar pahalı olacağı konusunda oldukça göz açıcı. Donald Trump’ın demokrasiye, bağımsız yargıya, ifade özgürlüğüne karşı her gün yeni bir hamlesinin oluşturduğu tedirginlikte, Mayer’in kitabına da sık sık atıf yapılmaya başlanması bundan.
Mayer’in Almanya’daki bir filolog arkadaşı, Hitler rejimindeki sıradan Almanların, ülkelerinin kanlı bir diktatörlüğe evrilişinin nasıl hiç farkına varamadıklarına şu şekilde dikkat çekiyor:
‘’Burada olan şey, halkın, sürpriz kararlarla yönetilmeye, bu kararların nerede ne şekilde alındığını bilmemeye, hükümetin kamuoyuna ulusal güvenlik nedeniyle açıklanamayacak bilgilere sahip olduğuna ve mevcut durumun çok karışık ve tehlikeli olmasından dolayı halkın asla anlayamayacağı bu bilgi ve nedenleri kamuoyu ile paylaşamayacağına, aşama aşama, yavaş yavaş alıştırılmasıydı. Halkın kendini Hitler ile özdeşleştirmesi ve ona çok güvenmesi de bunu kolaylaştırdı.”
‘’Hükümetin karar alma sürecinin, gözlerden bu uzaklığı, hükümet ile millet arasındaki bu uçurum, aşama aşama yapıldığı ve her aşamaya geçici bir olağanüstü hal önlemi kılığında veya samimi bir vatanseverlikle irtibatlandırılarak veya gerçek sosyal amaçlarla geçildiği için, toplumca hiç hissedilmedi. Ve bütün günlük küçük krizler ve reformlar (gerçek reformlar da dahil) halkı o kadar meşgul ediyordu ki ağır çekim ilerleyen bir sürecin, yani devlet yönetiminin, her geçen gün biraz daha kendilerinden uzaklaşmasının farkına varamadılar.’’
Ona göre, çok iyi bir politika ve tarih bilgisi yoksa, içinde yaşayarak bu sürecin farkına varmak çok zordu. Her adım çok küçük atılıyordu, çok hesaplıydı ve halka çok iyi argümanlarla açıklanıyordu. ‘’Sıradan düz insan içindeyken böylesi bir sürecin farkına nasıl varabilip değiştirebilirdi samimiyetle söylüyorum, bilemiyorum’’ diye anlatıyordu.
Mayer’in arkadaşı, ‘’Faşizmin yükselişine direnmemek için bir bahane yaratmaya çalışmadığını’’ ancak faşizmin nasıl kurulduğunu göstermeye, başka ülkelerde benzeri tehdide karşı farkındalık yaratmak için bir gerçekliğe dikkat çekmeye çalıştığını da vurguluyor. Ve sonradan çok sayıda farklı versiyonu anlatılacak bir olayı da ilk kez kayda geçiriyor:
‘’Rahip Niemoller, başına geleni anlatırken benim gibi binlercesinin başına geleni anlatmış oluyor. Rahip Niemoller’ın anlattığına göre, Naziler komünistlere saldırdığı zaman çok da rahatsız olmamış. Neticede o bir komünist değildi. Dolayısıyla bir itirazda bulunmamış. Derken Naziler sosyalistlere de saldırmaya başlamış. Biraz rahatsız olmuş ancak hala, bir sosyalist de olmadığı için tehdit hissetmemiş ve bir şey yapmamış. Ama ardından sıra üniversitelere, medyaya ve Yahudilere gelmiş. Artık kaygılanmaya başlamış ama yine de kendisinin bunlarla hiçbiri ilgisi olmaması nedeniyle yine bir şey yapmamış. Ve nihayet Naziler kiliselere de yönelmeye başlamış. Bir din adamı olarak artık bir şeyler konuşup yapması gerekmiş. Ama… artık çok geçti.’’
Sonra da şöyle devam ediyor Alman filolog:
‘’Görüyorsun, sürecin içinde nerede nasıl tavır alacağını göremiyorsun. Her adım, her hamle, son adım ve hamleden daha kötü ama çok az kötü olduğu için hissetmiyorsun. Sürekli bir sonrakini bekliyorsun. Çok büyük bir şok yaratacak büyük bir hamle için bekliyorsun. Diğer insanlar, diktatörlük yolunda olunduğuna dair gözleri açacak böylesi bir şok hamle geldiğinde gerçeğe uyanıp direnişte sana katılacak diye bekliyorsun. Yalnız başına eyleme geçmek hatta ses çıkarmak bile istemiyorsun. Kendi usulünce rejime rahatsızlık vermek istemiyorsun. ‘Neden?’. Bunu yapacak alışkanlığın yok. Bu sadece korku, yalnız kalma korkusundan da değil, samimi bir belirsizlik hali.’’
‘’Belirsizlik, çok önemli bir faktör. Ve belirsizlik zaman geçtikçe azalmak yerine daha büyüyor. Dışarıda, sokaklarda, toplumda herkes mutlu gözüküyor. Ne bir protesto duyuyorsun ne de görüyorsun. Fransa’da İtalya’da hükümete karşı duvar yazıları görürsün. Almanya’da birkaç büyük şehir dışında bunu bile göremezsin. Üniversitede, sosyal çevrende meslektaşlarına gizli gizli konuşursun. Bazılarının da aynı senin gibi rahatsız olduğunu görürsün. Ancak sana söyleyecekleri şu; O kadar da kötü değil. Çok pimpiriklisin, biraz abartıyorsun. (…). Bir yanda yasalar, rejim ve parti seni yıldırıyor bir yandan da çok karamsar ve hatta nevrotik davrandığını söyleyen arkadaşların.’’
‘’Ve, onbinlerin yüzbinlerin direnişte sana katılmasına neden olacak diye beklediğin o büyük ve şok hamle asla gelmez. En büyük sıkıntı bu. Eğer Yahudilerin gaz odalarında yakılması, 1943’te değil de 1933’te ilk kez Yahudi olmayan Alman işyerleri, ‘Burası Alman dükkanıdır’ tabelaları asmaya başladığında gelseydi milyonlarda büyük bir şok yaratırdı. Ancak faşizmin ortaya çıkış yolu bu değil. Faşizm, tamamı, sizi bir sonraki adıma psikolojik olarak hazırlayan, bazılarından haberinizin bile olmayacağı kadar küçük yüzlerce adımda gelir. C adımı sonuçta, B adımından çok aşırı kötü değil, biraz kötü. Eğer B adımına direnmediyseniz, neden C adımına da direnesiniz ki? Ve aynı şekilde D adımında ve devamında da hep aynı histe olacaksınız.’’
‘’Artık çok geç olmuş bir gün, eğer hala kaybetmemişseniz ilkeleriniz vicdanınız sizi zorlamaya başlayacak. Kendini kandırmanın yükü taşınamaz ağırlığa ulaşacak. Bir küçük olayla, -benimkinde bebeklikten yeni çıkmış küçük çocuğumun ağzından ‘domuz Yahudi’ lafını duymam oldu- bu yalan dünyan bir anda çökecek. Her şey gözünün önünde değişmiş. İçinde yaşadığın hayatının, ülken, halkın, önceden yaşadığın hayatınla hiçbir ilgisi kalmamış. Fiziksel olarak hepsi hala orada; Evler, dükkanlar, işler, yemekler, ziyaretler, konserler, sinemalar, bayramlar… Ancak ülkeye sinen iklim, ruh, bir zamanlar bütün bu fiziksel şeylerle var olabildiğini sanma yanlışlığına düştüğün ruh değişmiş. Artık sadece korku ve nefretin olduğu bir dünyada yaşıyorsun. Ve korktuğun ve nefret ettiğin insanların bundan haberi bile yok; Artık, kimseye karşı hatta tanrıya bile sorumluluk hissetmeyen bir sistemin içinde yaşıyorsundur.’’
Nuremberg’de yargılanan Nazi liderlerinden Hermann Goering de bu alıştırılmaya dikkat çekecek ve Almanya’daki faşizmin her ülkede ortaya çıkabileceğini vurgulayacaktı. ‘’Bütün yapmanız gereken halkı korkutmak’’ diyecekti:
‘’Neden? Çünkü halk savaşı sevmez. Bir savaştan tek kazancı, tarlasına tek parça dönebilmek olacak bir çiftçi niye savaşmak istesin ki? Sıradan halk savaş istemez. Ne burada, ne Rusya’da, ne İngiltere’de. Ancak nihayetinde ülke politikalarını liderler belirliyor ve halkı peşinden sürüklemek, demokrasi de olsa faşist diktatörlük de olsa basit bir iş. Bütün yapmanız gereken, halka, saldırı altında olunduğuna inandırıp, barıştan söz edenleri de vatanseverlik duygusundan mahrum veya ülkeyi tehlikeye atan insanlar olarak yaftalamak. Bu her ülkede işe yarar.’’
Nazi sensin!
Amerikan gazeteciliğinin en önemli kadın temsilcilerinden Dorothy Thompson da 1930’larda Avusturya ve Almanya’da muhabirlik yaparak Nazizmin aşama aşama yükselişinin en yakın tanıklarından biri olmuştu. 1931 yılında henüz demokrasi içinde bir politik aktör olan Hitler ile ilk kez görüştükten sonra onun hakkında, ‘’küçük düz adamın bir prototipi’’ nitelemesi yapacaktı. Küçük bir düz adamın kanlı bir diktatöre dönüşebileceği gerçeğinin henüz o da farkında değildi.
Hitler, birkaç yıl içinde yükselişini tamamlayıp Almanya’nın diktatörü olduktan sonra Dorothy Thompson, bu yazısı her hatırlatıldığında küplere binermiş. ‘’Diktatörü önceden tanımak zordur. Hiçbiri seçim mitinginde ben diktatör olacağım demez. Hepsi kendisini milli iradenin vücut bulmuş hali gibi sunar’’ diye yakınacaktı.
Ancak bu öngörüsüzlüğüne rağmen, ‘küçük adamın prototipi’ nitelemesi savaş sonrası, nasıl olup da milyonlarca düz insanın Nazileşebildiğini
Thompson sonradan, sıradan insanlardan nasıl Nazi çıkabildiğine çok kafa yoracaktı. Çünkü o da, Almanya’da olan şeyin pekala Amerika’da da olabileceği endişesini taşıyordu. Bu çerçevede, 1941 yılı Ağustos ayında Harpers dergisinde tarifini yapacağı ‘Bunlardan hangisi Nazi olur?’ adlı bir oyun bir kalabalığa baktığında ilk krizde Nazi olabilecek insanları anlamanın ipuçlarını, Almanya, Avusturya ve Fransa’da Nazilerle geçirdiği yıllardaki deneyimlerine dayanarak paylaşacaktı. Bu deneyiminin, ‘’Doğuştan Nazileri, demokrasinin yarattığı Nazileri ve rüzgara kapılıp kolayca Nazileşecek insanlar ile hiçbir şartta asla Nazileşemeyecek insanları’’ kolayca tanımasına yettiğini dile getiriyordu.
Thompson, ‘’Nazi olmanın, coğrafi, ırksal, etnik, sınıfsal ve milli bir karakterin ürünü olduğunu söylemenin abes olacağına’’ işaret ederken, Yahudiler arasından bile eğer kendisine yarın sabah şans verilse ‘heil Hitler’ çekebilecek Nazi potansiyelinde insanlar çıkabileceğini iddia ediyor. Bu yüzden de ona göre Nazizim, sadece Almanlara özgü bir sapkınlık değil, dünyanın her yerinde, her toplumda, her zaman, ortaya çıkması, uygun bir iklime bakan bir zihniyettir.
Bireysel değil bütün bir kuşağa bulaşan bir hastalıktır. Genellikle de son savaşı ve yıkımını yaşamamış veya hatırlamayacak kadar genç dolayısıyla her maceraya açık ‘kayıp kuşağın’ hastalığı. Nasıl bir kişi bu?
‘’Bazen, doğrudan bazı biyolojik faktörlerin rol aldığını, beslenme alışkanlığının, fiziksel hareketliliğin onu, fıtratında dengesizlikler barındıran yeni bir tip insana dönüştürdüğünü düşünüyorum. Fazlasıyla gıdalanıp, entelektüel disiplininin kontrol edebileceğinden fazla enerjiye sahip hale gelmiş. Onu insani vicdani kısıtlamalarından kurtaran bir tür eğitimden geçirilmiş. Bedeni çok zinde. Zekası çocuk zekası. Ruhsal açıdan tam bir enkaz.’’
Thompson, yazısının devamında oyununu oynamaya başlıyor ve ABD’de sıradan bir eğlence partisine katılmış bir salonda bulunan ve ilk krizde Nazileşebilecek insanlarla ilgili portreler çizmeye başlıyor:
‘’Şu şöminenin yanında, henüz dokunulmamış viskisiyle dikilen bay A; köklü bir Amerikan ailesinin üyesi. Zengin değil ve hayatını editörlük yaparak kazanıyor. Klasik bir eğitim almış. Snobluktan son derece uzak rafine bir edebiyat, resim ve müzik zevki var. Mizahı seviyor. Muzip ama terbiyeli bir insan. İkinci Dünya Savaşında teğmen olarak katıldı. Politik çizgisi Cumhuriyetçi ama iki kez Roosevelt’e oy vermiş. Arkadaş canlısı mütevazı bir insan. Espri ve mizaha açık kadınlarla sohbetten çok zevk alıyor. Taparcasına sevdiği karısı ölmüş ve onun yerini tutacak biri olmadığına inandığı için asla bir daha evlenmeyecek. Ateşe el basarım ki bu dünyada bu insanı Nazileştirebilecek hiçbir şey yok.’’
‘’Onun yan tarafında duran adam bay B. Sınıfının adamı. Özel kolejlerde ve üniversitelerde okumuş. Zengin, sportmen, ünlü yarış atlarını barındıran bir ahırı var. Bir bankanın genel müdür yardımcısı. Sosyetik bir güzelle evli. Çok popüler ve iyi bir insan. Ama eğer Amerika Nazileşirse kesinlikle katılır. Hem de ta başından. Neden? Neden bay A katılmaz ve neden bay B katılır?
Bay A, kişisel davranış özellikleriyle oturmuş bir hayata sahip. Parası olmasa da, gösterişsiz temayüzü ve eğitimini tatmin eden bir pozisyona sahip. Asla keskin bir rekabetin içinde olmadı. Bu yüzden de özgür bir insan. Hayatı boyunca ilkelerine aykırı, istemediği bir şeyi yaptığından şüpheliyim. Hayatı boyunca diğer insanlardan farklı bir imtiyaz peşinde olmadı ve Nazizm asla onun standartlarına uymaz.
Bay B ise kendi başına elde edemeyeceği iyi şartlarda büyüdü. Para için evlendi. Yine hayatı boyunca birçok diğer şeyi de sırf para için yaptı. İlkeleri kendi kişisel ilkeleri değil. Üyesi olduğu sınıfın ilkeleri. Onu başarılı kılacak her akıma rahatlıkla girmesi bundan. Çünkü bu hayattaki tek kriteri daha fazla kazanmak. Bundan dolayı da bir azınlık hareketi olarak Nazizm ilgisini çekmez ama bir iktidar hareketi olarak çeker.’’
’’Şu köşede Fransız göçmeni güzelle sohbet eden asık suratlı bay C, halihazırda Nazileşmiş bile. Parlak ama hayata küsmüş bir entelektüel. Yoksul bir güneyli beyaz ailenin çocuğuydu. Kazandığı iki bursla okuduğu iki üniversiteyi bütün takdirnameleri alarak bitirdi. Bu başarısına rağmen üniversitelerdeki öğrenci kardeşlik kulüplerinin hiçbiri üyeliğe davet etmedi. Eğitimdeki başarısı ona devlette çok önemli görevlere girme şansı verdi. Ardından bir hukuk firmasına ortak oldu ve nihayet Wall Street’te oldukça yüksek maaşlı bir danışmanlık pozisyonuna geldi. Bütün bu kariyeri boyunca sürekli önemli insanların olduğu ortamlarda oldu ama hep kenarda tutuldu. Çalışma arkadaşları zekasını ve çalışkanlığını hep övdü ama onu ve karısını hiçbir zaman evlerine yemeğe çağırmadı. Elit görünmeye çalışan bir snob ve bu snobluğundan tiksiniyor. Kendisine benzeyen örneğin bay B gibi insanlardan da nefret ediyor. Çünkü kendisinin yoğun bir çalışma sonrası geldiği pozisyona bay B’nin sadece doğru insanlarla tanış olduğu için geldiğini biliyor. Ancak bu nefreti hasetle karışık bir nefret. Kendi doğup büyüdüğü çevreye nefreti de bundan. Ona çocukluğunu ve yoksulluğun hatırlatan her şeyden tiksiniyor. Merhamet fıtratından silinmiş, keyifli olmayı ise hiç tanımamış. Acı ve yakıcı bir ihtirasın pençesinde. Öyle bir noktaya kadar yükselmeli ki bir daha kimse onu aşağılayamasın. Akıcı bir ifadeye sahip değil acemice bir konuşma tarzı var. Adabı muaşeret kurallarına dikkat ediyor. Muhatabında mesafe ve soğuk bir saygı uyandırıyor. Ancak çok tehlikeli bir adam. Ortamı oluşursa bir kriminale, bir katile dönüşebilir. Kurnaz ve zalim. Bir Nazi rejiminde hızla yükselir. Bu rejimin en ihtiyaç duyduğu insan tipi bu, entelektüel ama vicdansız. Ancak bay C, doğuştan Nazi değil. Sosyal eşitlik yalanı ve umursamaz bir snopluk vazeden iki yüzlü demokrasinin bir ürünü. Duygusal ve tanrı vergisi yeteneklere sahip bir adam ancak aşağılanma hissiyle nihilizme itilmiş. Kellelerin uçuşmasını gülerek seyredebilecek halde.’’
‘’Şu köşedeki genç D, bu odada Nazi olarak doğmuş tek kişi sanırım. Ona çok düşkün bir annenin şımartarak büyüttüğü oğlu. Hayatı boyunca hiç azarlanmadı. Ne yaptıysa yanına kar kalıyor. Sık sık hız yaptığı için tutuklanıyor ve annesi bütün cezalarını hiçbir rahatsızlık belirtmeden ödeyerek kurtarıyor. İki eski karısına karşı da son derece acımasızdı, annesi nafakalarını yine hiçbir rahatsızlık göstermeden ödüyor. Hayatı dikkatleri üzerine çekeceği tiyatral sahne ve sansasyon aramakla geçiyor. Başkalarına karşı tamamıyla kayıtsız.’’
‘’Bayan E, sizde de doğuştan Nazi potansiyeli var. Buna şaşırdınız mı? Bayan E, çok şeker, çok sadık, çok sinik biri. Evet öyle biri. Bir mazoşist. Onu sürekli aşağılayan, ona efendilik yapan, köpeklerden beter davranan bir adamla evli. Adam seçkin bir bilim adamı. Onunla çok gençken evlenen bayan E, kendisini onun bir dahi olduğuna ikna etti. Ona karşı gurursuzluğunda, köpekçe adanmışlığında kadınca bir şey olduğunu düşünüyor. Kadınları aşağılayıp peşinden koşturacak ilk milli kahraman onu da çok heyecanlandırıp kendisine bağlayacak’’.
‘’L, odada, doğuştan Nazi özelliklerine en güçlü şekilde sahip kişi. Bay B, L’ye nefretle karışık bir aşağılamayla bakıyor. Ama onu kullanacak. L, daha şimdiden B’nin sözlerini papağan gibi tekrarlıyor. L’nin mağara adamı kapasitesinde beyni var ama güce karşı müthiş bir içgüdüye sahip.’’
‘’Nazik, neşeli, centilmen, özgüven sahibi insandan Nazi çıkmıyor. Ancak, öfkeli, kendini aşağılanmış hisseden entelektüel, zengin ama korkak spekülatör, şımarık çocuk, rüzgarın eseceği yönün kokusunu önceden alıp ona göre yelken açan, insanların emeklerini sömüren karakterler, ilk toplumsal krizde kolayca bir Nazi’ye dönüşebilir.’’
Tıpkı faşizmin askeri marşlarla değil halkın coşkulu nümayişleriyle iktidar olduğuna dikkat çeken Mayer gibi, Thompson da, Nazizmin uzak bir coğrafyanın eski öyküsü olmadığını, her an buranın ve bugünün de gerçeği olabilecek bir kötülük olduğuna dikkat çekmeye çalışıyordu.
Sonunu düşünerek daha başındayken diren
Milton Mayer’in arkadaşı, ‘’Principiis obsta and Finem respice’’ yani ‘’Sonunu düşünerek daha başında diren’’ ilkesinin, Almanya’da o dönemde uygulanmasının zorluğuna dikkat çekiyor. Ancak yaşanmış bir deneyim ortadayken de, hala Faşizmi bir hamlede aniden gelen bir şey sanma hatasına düşmek aptalca olur. Nitekim ABD’de bir süredir devam eden kaygılar, Trump’ın, Amerikan sistemi açısından çok büyük bir cüret sayılacak bir tavırla, hakkında soruşturma yürüten FBI başkanını kovmasıyla derinleşmeye başladı. Bu da ‘daha başından direnme’ uyarısının ana akım yayınlara kadar taşmasına neden oluyor. Yale üniversitesi tarih profesörü Timothy Snyder, geçtiğimiz günlerde, Trump’ın, faşist bir diktatörlük kurmaya yelteneceğinden hiç şüphesi olmadığını belirterek, Amerikan halkını daha yolun başındayken direnmeye çağırdı. Ona göre, Amerika’da bir faşist rejim kurulamayacağını düşünmek en büyük hata olurdu. Almanya’da olan şey burada da pekala mümkündü.
Snyder’ın bir tespiti önemli; Bireyin önemi ve gücü, ironik olarak, bu tür otoriter rejime geçiş aşamalarında, demokraside olduğundan bile fazla. Çünkü yolun başında otoriter rejimin toplumun çoğunluğunun rızasına bağımlılığı üst düzeyde. Ve topluma bu ihtiyacı her geçen gün her aşamada biraz daha azalır. Snyder, ”Biz henüz, protesto etmenin yasadışı olmadığı aşamadayız. Protestoya katılmanın ölümcül olmadığı aşamadayız. Bu ikisi çok hayati eşikler. Ülke olarak hala bu iki eşiğin iyi tarafındayız.” diye konuşacaktı.
Watergate döneminde de muhabirlik yapmış kıdemli gazeteci Lucian Truscott ise, ”Amerikalılar şu anda, ağır çekim bir darbeye tanıklık ediyor’‘ başlıklı yazısında uyarıyor:
”Devlet Trump’ın şahsi malı değil, Amerikan halkına ait. Eğer bugünden dur demezsek, eline geçireceği güçle bize yapacağı her şeyi hakederiz”.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz