AMERİKA BÜLTENİ (20 Mayıs 2017)
Follow @amerikabulteni
Times gazetesinin pazar sayısında mimari ve dekorasyon köşesi yazan İngiliz gazeteci Peter York‘un Amerikan gazetesi Politico’da yayınlanan ‘Trump’ın diktatör modası’ yazısının özet çevirisi:
Her iyi markanın kendine özgü bir teması ve estetiği vardır. Başkan Trump, on yıllardır bu iki alanda bir tarzı besliyor. Tema, başarı, zenginlik, kazanmak üzerine kurulu. Ve estetiği ise parıltılı, arsız, yüksek sesli ve kime sorduğunuza bağlı olarak şatafatlı ve yapmacık. Şahıs olarak Trump’ın görünüşü ise, özgün saçı, (pahalı İtalyan markası Brioni oldukları belli) büyük beden takım elbiseleri, uzun parlak kırmızı kravatları ile dikkat çekiyor. Mimari olarak görünüşü, aynalar ve altın kaplamalar, Trump Tower’da sineklikli yatakları, freskli tavanlar, gösterişli avizeleri ile yıllarca fotoğrafları medyaya yansıyan ünlü altın mermer dairesi.
Trump’ın teşrifat estetiği, çarpıcı şekilde geçmişteki ve bugünkü Amerikan zevkinin dışında bir estetik. Bundan şüpheniz varsa, şirketlerinin sattığı apartmanlara bakabilirsiniz. Hiçbirinin dekorasyonu, kendi yaşadığı tarzda değil. Ancak bu, zevkinin hiçbir yere ait olmadığı ve özgün olduğu anlamına gelmiyor. Bu tarz, doğduğu İtalyan rönesansı veya Fransız barok mimarisi ile paralellikleri olsa da çok daha güncel bir şeyi temsil ediyor. Trump’ın görünümünün en iyi tanımlaması bence ‘diktatör modası’dır.
Yaklaşık 10 yıl önce tam da bu konuda bir kitap yayınladım. ”Neden dünyanın her yerindeki diktatörlerin yaşadıkları yerler bariz şekilde bir birine benziyor” sorusunun çekiciliğine kapılmıştım ve 19’ncu yüzyılın sonlarından 21’nci yüzyılın başlangıç yıllarına kadar dünyanın her yerinde çekilmiş fotoğrafları aylarca inceledim. Ortak yanlarını ve bu sarayların ortak yanlarının sakinleri hakkında ne söylediğini tespit etmeye çalıştım. Meksika diktatörü Porfirio Díaz’dan Sırbistan diktatörü Slobodan Milosevic’e kadar 16 ayrı çalışma konusu oluştu. Ve çoğunun, diktatörlüğün 10 moda kuralına harfiyen uyduğunu gördüm.
Bir numaralı kural: Büyük olsun. Diktatörlerin, inşa ettirdikleri eserleri, her zaman, komik derecede büyük. 1980’li yıllarda, Romanya’nın uzun yıllar devlet başkanı olan oldukça kısa boylu Nicola Çavuşesko ve karısı Elena, dünyadaki en büyük devlet binası olarak saraylarını inşa ettiler. Buna, ‘Halkın Sarayı’ adını verdiler. İnşa edecekleri yer için Bükreş’in tarihi bölgesinin önemli bir parçasını yıktılar. Büyük, etkileyici ama çirkin bir dış cephenin yanı sıra içine girenleri ürkütecek büyüklükte kabul salonları vardı. Çavuşeskular bu sarayın inşaatı tam bitmeden kurşuna dizildiler. Bugün bile, tamamı doldurulmayacak kadar büyük olduğu için önemli bir kısmı boş.
Diktatör görünümünün ikinci kuralı ‘geçmişe atıflar yapması’. Diktatörler, geçmiş çağların büyük dekoratif tarzları içinde çalışmalı ama kullandıkları malzeme antika veya eski olmamalı. Görünüm olarak eskiyi andırsa da herşey yeni ve markalı olmalı. Eski çağ görünümü mekana ağırbaşlılık ekliyor ancak gerçek antik malzeme ve mobilyalar diktatör modası için fazla sönük ve gösterişsiz kalır. Geçmiş çağları anımsatan detay ve mobilyalara sahip diktatör saraylarını Muammer Kaddafi gibi Ortadoğu diktatörlerinin evlerinden, Napolyonik tarz benimseyen Orta Afrika ‘imparatoru’ Jean-Bédel Bokassa’nın sarayına kadar geniş bir yelpazede görebilirsiniz. İngiliz Dekoratör Nicky Haslam bu tarzı, ‘Hotel Louis’ diye adlandırıyor.
Onun bu tanımı da bizi diktatör modasının üçüncü kuralına getiriyor; Fransız düşün. 18’nci yüzyıl Fransız tarzında olduğu kadar savurgan bir dekorasyon modeli olmadı. Mermer kaplama, derin şömine, altın kaplama sandalyeler, altın taklidi pirinçle kaplı aksesuarlar… Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Dubai’de her hangi bir Arap büyüğünün evinin ziyaret edin onu Fransız model altın süslü koltukta otururken bulacaksınız. Bazen Roma, Palladian gibi tarzlar benimseler de hiçbir şey Fransız stilinden daha hızlı ve gürültülü şekilde ‘para’ demiyor.
Bu Fransız stilinin yanı sıra diktatör evlerinin dekorasyonunda otel taklidi de barizdir. Bu da dördüncü kuraldır. Çoğu, genç yaşlarında gördükleri en lüks otellerin dekorasyonunu hiç unutmaz. Hoteller, statülerini lobilerinde ve girişteki büyük salonlarında belli ederler. Bu fikir de çoğu yoksulluktan veya isyancı askerlikten gelen diktatörlere çekici gelir. Saddam Hüseyin’in gençliğinde gördüğü Hilton hotelini, iyi yaşamın şablonu gibi gördüğünü ve inşa ettirdiği ve çoğu birbirinden çirkin olan 65 saray ve konutunda bu Hilton tarzını kullandığını gözlemledim.
Ve 5,6 ve 7’nci kural, dekorasyonda kullanılacak malzemeler ile ilgili. ‘’Eğer yaşayacak bir hayatım varsa’’ diye düşünür çoğu diktatör, ‘’Bari altınla kaplı bir hayat olsun’’. Ülkenizin bütün kaynakları elinizin altında ve şahsi kullanımınıza açıksa, neden olmasın? Altın mobilyalar, altın duvar dekorasyonları, altın başlıklı sütunlar, altın musluklar. Metal malzemede parıltılı altın, çakma altın, parlak alaşımlar kullanılır. Ukrayna lideri Viktor Yanukoviç’in altından bir hayatın içinde yaşadığı 2014 devriminde iktidarından olduğunda ortaya çıktı.
Birinin gani servetini yansıtmada altından sonra cam gelir. Parlak yüzeyler, büyük taneli dev avizeler, dev aynalar -evet tahmin ettiğiniz gibi çerçeveleri altın-. Camdan sonra ise mermer gelir. Zemin, duvarlar, masa üstleri, banyoların her santimetrekaresi… Modern mimarinin sevdiği gibi eski, törpülenmiş değil elbette ki yeni ve parlak mermer.
8, 9 ve 10’ncu kurallar ise dekorasyon ve süs eşyaları ile ilgili. Sanat söz konusu olduğunda diktatörler, para için yapılmış 19’ncu yüzyıl tablolarını veya modern muadillerini, tatsız ve karanlık buldukları Eski Ustaların eserlerine veya çirkin ve anlamsız buldukları çağdaş/soyut sanat eserlerine tercih ediyorlar.
Yine diktatörler, değerini yani markasını herkesin hemen tanıyacağı eşyaları tercih ederler. Kapınıza Lamborghini veya Ferrari koyduysanız, içerde de ona denk şeyler istersiniz; Aubusson halıları (tabii ki yeni imal edilmiş), Çin işi Ming vazoları, parlak Versace tarzı kumaşlar.
Şahsınız üzerine kurulu bu dünya elbette ki ikonografi de ister ki bu da kendi portreniz/fotoğrafınız demektir. Emperyal, görkemli veya kahramanlık edalı gerçek boy veya daha büyük bir yağlı boya portrelerini yaptırıp asarak, giriş salonlarını ve kilit odaları, kendileri o an orda değilse bile hakimiyetleri altına almak, diktatörlerin, eski çağ aristokrat dünyasından öğrendiği bir numaradır. Hitler’in soluk yüzü karanlık arka planlı portresinde kayboluyordu. Imelda Marcos, dalgalardan yükselen bir resmini yaptırmıştı. Elena Çavuşesko kendisini üniversite mezuniyet töreninde gösteren bir resmini yaptırmıştı ki hayatı boyunca hiçbir üniversiteden mezun olmamıştı.
Yine diktatörlerin ortak eğillimi olan aksesuarlar var; Kahramanlık öykülerinin canavarları, aslan, kartal gibi maço yaratıklar, efsanelerde geçen şeylerin değerli metalden yapılmış versiyonları vb… Kaddafi’nin altın kaplama kartalı, Tito’nun odasındaki doldurulmuş aslan ve kahramanlık efsanelerinin canavarları, sahibine, alfa erkeği olduğu hissi yaşatır.
Bütün bunlar fantastik ve aşırı görünebilir ama unutmayın bu evler kişisel koleksiyon tutkularını veya gelişmiş zevkleri sergilemek için değil. Diktatörler, bir kişinin neden eski bir konağa sıcaklık duyacağını bir türlü anlayamazlar. Yenisine sahip olmak varken neden eskisi? Yani işin esası şu ki, diktatörlerin yaşadığı mekan, kendisi, ailesi ve arkadaşları için değildir. İş hayatından uzaklaşma sığınağı değildir. Diktatörün evi, işyeridir. İş bitirme yeridir. İnsanlara nutuk atıp onları da çantalarına ekleyecekleri yerdir. Bütün çalışma ekibi de bu süre boyunca yanı başında bulunur. Mimari ve sanatsal olarak işlevleri, evsahibinin iktidarını pekiştirmek, oraya gelen her ziyaretçiyi ezip etkisi altına almaktır.
Kitabım ‘Dictator Syle’ yayınlandıktan sonra arkadaşlarım veya editörlerim, Robert Mugabe’nin Zimbabwe’deki plutokratik evi, Kaddafi’nin Trablus’ta ve Yanukoviç’in Kiev’de protestolarca zorla girilen saraylarının fotoğrafları gibi medyaya yansıyan her yeni fotoğraf serisinden beni haberdar ediyorlardı. Ben her defasında bir kere de beni şaşırtın diyordum ama…
Derken 2015 yılında, altında yazısı olmayan bir seri fotoğraf çıktı karşıma. Dev bir apartman dairesini andıran evin camlarından görünen manzara New York’a benziyordu. Ancak Manhattan’ı da onun sofistike stilini de çok iyi biliyorum. Fotoğraflara ilk bakışta bu mekanın bir Amerikalıya değil de bir Rus oligarka, veya Bir Suudi prensin ABD’deki evine ait olduğunu düşünmemek elde değildi. Aşırı büyük odaları vardı. Açıkça yanlış görünen tarihsel detay ve oranlara sahipti. Evin çok sayıda altın süslemeli Fransız mobilyası, koltuk ve sandalyelerin birbirinden rahatsız edici derecede uzaklığı ile şahsi iz taşımaktan uzak hotel lobisini andıran atmosferi vardı. Çok sayıda altın işi vardı. Çok sayıda büyük avize vardı. Muhammed Ali gibi çok ünlü sporculara ait hatıra eşyalar vardı. Mantar rengi mermer zemin vardı. Sadece duvarlarında görece az yağlı boya resim vardı yoksa her şeyi ile ‘diktatör modasına’ çok uyuyordu.
Bu tanıdık ama bilinmedik apartman dairesinin Donald Trump’a ait olduğu ortaya çıktı. Bu özgür dünyanın potansiyel liderinin teras malikanesiydi. Öğrendiğim kadarıyla evin dekorasyonu ve iç mimarisi, Manhattan tarzını bilen Angelo Donghia başlatmıştı ama dekorasyonu bitirip eve bugünkü şeklini veren, -şaşırtıcı olmayacak şekilde- lüks kumarhanelerin dekorasyonunu yapmakla ünlü Henry Conversano’ydu. Nasıl bakarsanız bakın farketmez bu ev diyor ki, ‘’Ben muazzam derece zenginim ve düşünemeyeceğiniz kadar güçlüyüm’’. Bu evin mahrem alanının değil, halka bakan yüzünün diliydi. Bu, Doğu Avrupa ve Ortadoğunun sonradan görme zenginlerinin diliydi.
Bütün bunlar neden önemli? Bir evin iç dekorasyonu, insanların başkalarınca nasıl görülmek istediklerini ifade eder. Aynı zamanda ev sahibinin iç dünyası ile ilgili şeyler de ifşa eder. Diğer insanlarla kendisi arasında nasıl bir ilişki olduğuna inandığını da…
Mermer yüzeyli dev yemek masası, süslemeli tavanlar ve nerdeyse evin her yerindeki altın süsler ile Trump estetiği, onu, şahsını geride tutan gri edalı Batılı demokratik liderlerden çok, Aşgabat meydanına etrafında dönen altın heykelini diktiren Türkmenistan devlet başkanı Niyazov’un görsel geleneğine dahil ediyor. Trump Tower’ın tepesinde bu Trump evini kurmak, karşılıklı saygıya dayalı bütün sıkıcı denge-denetleme kurallarını by-pass ediyor ve ‘eşitler içinde birinci’ statüsü veriyor.
Bu da korkutucu derecede gayri-Amerikan bir fikir. Trump görünüşü, merkezinde yüksek binaya izin vermeyen, sağlamlıklarıyla istikrar ve güven ifade eden neoklasik devlet binaları ile dolu başkent DC’nin mimari geleneğinden çok uzak. Beyaz Saray’dan anıtlara kadar Amerikan başkenti, Avrupa’nın otokratik müsrifliğinden kaçınacak şekilde inşa edildi. Basitliği, demokrasiyi ve eşitliği yansıtıyordu ki bunun da şehrin yeni markasının tam zıddı bir yaklaşım olduğu açık.
Yazının orijinalini okumak için TIKLAYIN
AMERİKA BÜLTENİ‘ni Twitter’dan takip edebilirsiniz