Skip to content
Menu

Müslümanlar, Hindular ve köpekler…

CEMAL TUNÇDEMİR

19 Nisan 2019

1940’lı yılların sonunda Lahor Tımarhanesinin bir köşesinde bir grup deli toplanmış hararetli şekilde konuşmaktadır. Söylentiye göre ülke, Hindistan ve Pakistan diye iki ayrı devlete bölünmüş. Ve bu iki devlet, ‘sınırın yanlış tarafındaki’ tımarhanelerde bulunan delilerin, ‘doğru tarafa’ gönderilmesi konusunda da anlaşmış. Buna göre Müslüman deliler Pakistan tarafına Hindu ve Sih deliler de Hindistan tarafına nakledilecekmiş.     

Bunları duyan delilerin kafası karışmıştır. Çünkü tek bir ülkeyken iki ülke haline gelmeleri akıl alır gibi değil. Hele bir de insanların, sırf dini kimliğine bakılarak, doğup büyüdükleri memleketlerinden başka bir yere zorla gönderilmesini bu delilere izah edebilmek nerdeyse imkansızdır. 

Tımarhanedeki görevliler de olan bitenin cahili olunca işler daha da sarpa sarar. Hatta tımarhanenin o anda hangi ülkede kaldığını bile kimse bilmemektedir.

Eğer şu anda Hindistan’da iseler Pakistan neresidir?

Eğer şu anda Pakistan’da iseler Hindistan neresidir? 

Delinin biri korkuyla bahçedeki ağaca tırmanır ve bir türlü inmez. Görevliler aşağı indirmek istedikçe daha yukarılara tırmanır. “Ne Hindistan’da ne de Pakistan’da yaşamak istemiyorum, ben bu ağaçta yaşamak istiyorum!” diye bağırır. 

Aşkına karşılık alamadığı için delirmiş Lahorlu genç bir Hindu avukat ise, sevdiceğinin yaşadığı Amritsar kentinin Hindistan tarafında kaldığını duyduğu için üzüntüden kahrolmaktadır. Artık o Pakistan’dır, sevgilisi ise Hindistan. Onun doğusu, aşkının batısıdır. 

Tımarhanenin kıdemli sakinlerinden biri de Bişan Singh adında eski bir toprak ağası olan bir Sih’dir. Ama herkes onu memleketinin adıyla, Toba Tek Singh diye çağırır. Mekan için bile sıra dışı bir karakterdir. Gece gündüz uyanıktır, sürekli ayakta aynı pozisyonda sabit bekler. Nadiren de olsa sadece bazen bir duvara yaslandığı zamanlar dışında. Çok seyrek banyo yapan Singh uzun yağlı saçlarıyla ürkütücü bir görüntü verse de zararsız, kendi halinde biridir. 

Ne var ki bölünme haberleri onun da sessizliğini bozmuştur. Her önüne gelene, memleketi Toba Tek Singh’in Hindistan’da mı Pakistan’da mı kaldığını sormaya başlar. ‘Başta Hindistan’daymış şimdi Pakistan’da’ diyen de olur; ‘bugün Pakistan’da olan Lahor’un yarın Hindistan’da olmayacağı ne malum’ veya ‘kim bilir belki bakarsın bütün Hindistan olmuş Pakistan’ gibi belirsizliği daha artıran yanıtlar veren deliler de olur. 

Soluğu, kendisinin ‘tanrı’ olduğunu iddia eden delinin yanında alır. “Her şeyi bilir” diye düşünür…

Toba Tek Singh Hindistan’da mı Pakistan’da mı?’ diye sorar.

Bir kahkaha atar ‘tanrı’ ve yanıtlar: “Ne Hindistan ne de Pakistan, orası hakkında henüz nihai kararımı vermedim”. 

Bir gün köyden Fazileddin adlı Müslüman komşuları ziyaretine gelir. Fazileddin ona, ailesinin ve kızının Hindistan’a göç ettiğini haber verirken sözünü keser ve sorar: 

Toba Tek Singh nerede? Hindistan’da mı Pakistan’da mı?”

Hindistan’da’ der Fazileddin kendinden emin şekilde. Hemen ardından aynı kararlılıkta bir şüpheyle de ekler: “Hayır, galiba Pakistan tarafında kaldı”

Ve, akıllıların, delileri dinlerine göre iki ülke arasında mübadele edeceği gün gelir. Ne var ki “neden?” sorusunun delileri ikna edecek ‘mantıklı’ bir yanıtı, aylar boyunca hala bulunamamıştır. Tımarhaneden çıkmamak için direnirler. Bağırışlar çağırışlar içinde zorla Wagah sınır kapısına getirildikten bir süre sonra mübadele başlar.

Deli mübadelesinde nihayet Toba Tek Singh’in sırası gelir. Tam Hindistan tarafında geçirilirken koluna giren Hindistan askerine ‘Toba Tek Singh Hindistan mı Pakistan mı?’ diye sorar. ‘Pakistan’ yanıtı alınca aniden geri dönüp Pakistan sınırına yürümeye başlar. Fakat Pakistanlılar da Müslüman olmadığı için onu geri almaya çok istekli değildir. “Toba Tek Singh Hindistan’da” diyerek geri dönmeye ikna için çabalarlar. Bir o yana bir bu yana derken aniden ortada durur. Yıllardır tımarhanede yaptığı gibi yerinde sabit kalır.

İki tarafın askerleri de onu yerinden oynatmaya güç yetiremeyince zararsız da olmasından dolayı öylece bırakır. O gün için aklın ve mantığın olduğu tek yerde, ne Pakistan ne de Hindistan olmayan o yerde öylece kalır.

Güneş batarken silueti iki sınır telinin ortasında belirir. Şu dikenli tellerin öte yanı Hindistan. Bu dikenli tellerin öte yanı ise Pakistan. Ortada kalan toprağın bir adı yok. Toba Tek Singh artık buradadır.’’

 

 

1947 yılının 3 Haziran günü, Yeni Delhi’de bir yuvarlak masanın etrafında toplanan 8 akıllı lider, 20 yılı aşkın süredir değişik dozlarda süren bir tartışmaya son noktayı koyup Güney Asya alt kıtasının bölünmesinde anlaşır. O ayrılık anını ölümsüzleştiren fotoğraf karelerine bakan herkes, Hindistan Ulusal Kongresinin lideri ve yeni kurulacak Hindistan’ın ilk başbakanı olacak Jawaharlal Nehru ile Müslüman Cemiyeti’nin başkanı ve yeni kurulacak Pakistan’ın ilk genel valisi olacak Muhammed Ali Cinnah’ın yüz ifadelerinde, yeni bir başlangıcın heyecanından çok bir belirsizliğe yelken açmanın kaygısını rahatlıkla görebilir. 

3 Haziran toplantısından 6 hafta sonra, 14 Ağustos’u 15 Ağustosa bağlayan gece Pakistan ve Hindistan bir saat arayla İngiltere’den bağımsızlıklarını ve devletlerinin kuruluşunu ilan edecektir. Sonraki aylarda en kötümserlerin kaygılarının bile çok ötesinde gelişmelere gebedir. 

Delhi’de Haziran ayındaki toplantıdan sonra, “bölünmeden sonra ciddi bir nüfus transferi olasılığı görüyor musunuz?” sorusuna Britanya’nın son Hindistan valisi Lord Mountbatten, kendinden emin şekilde, ‘’Hayır, görmüyorum’’ yanıtı vermişti. 

Masa başı teorilerle, yaşamın basite indirgenemez karmaşık gerçekliği bir kez daha trajik bir uyuşmazlık yaşayacaktı. Hint alt kıtasında yaşanan sorunları ebediyen çözeceği iddiasıyla masa üstünde haritalarda çizilen sınırın iki yanından 15-20 milyon insan, sadece birkaç ay içinde, neredeyse 1000 yıldır ötekilerle beraber yaşadıkları köylerden kentlerden sınırın kendince doğru tarafına büyük bir korkuyla geçmeye başladı. Tarihin kaydettiği en büyük insan göçüydü bu…

Müslümanlar Batı Pakistan’a ve Doğu Pakistan’a (1971’de Bangladeş adını alacaktır) geçmeye çalışırken, Sihler ve Hindular ise tam tersi istikamete yöneldi. Bazen trenle, bazen kağnılarla ama çoğunlukla yürüyerek… 

Delhi’den Lahor’a giden Müslümanları taşıyan bir tren, Kuinkshaha kenti yakınlarında, 1947. Foto: Henri Cartier-Bresson

Köyünü, evini, kentini öylece terk eden on milyonlarca insandan yüz binlercesi, insanlığın bittiği sınırlar hariç, hiçbir sınır geçemedi. Yollarda, 20’nci yüzyılın en korkunç kitlesel katliamlarından bazılarının kurbanı oldular. 1947’nin son 4 ayında, Hindu ve Müslüman milliyetçisi çetelerin yollardaki muhacir kervanlarına saldırılarında 1 ila 2 milyon arasında insan öldürüldü. Köyler, kentler yakılıp, yağmalandı… Tecavüz kurbanı kadınların sadece kayıtlara geçen sayısı 70 binden fazlaydı…  

Pencab’ın Hindistan tarafında kalan kısmına geçmeye çalışan bir Sih kafilesi. Ağustos 1947.
Foto: Margaret Bourke-White

O günlerde yaşadığı Bombay’da, Hindu milliyetçisi çetelerin Müslüman kimliklilere artan saldırılarından kaçarak, gemi ile bir gece Pakistan tarafına geçmek zorunda kalanlardan biri de Hint/Pakistan edebiyatının dev isimlerinden yazar Saadet Hasan Manto’ydu. Hep karşı çıktığı ve hiç alışamayacağı bölünmeye, yazının girişinde alıntı yaptığım ‘Toba Tek Singh’ adlı artık klasikleşmiş öyküsü başta olmak üzere bir çok eserinde keskin eleştiriler getirecekti. 

Saadet Hasan Manto

Pencab’ta 1912’de doğan Hasan Manto, 22 yaşında taşındığı Bombay ile ilişkisine ‘’ilk görüşte aşk’’ der. 1995’ten beri adı Mumbai olmuş şehirde, o günlerde, Hindu, Sih, Müslüman, Budist, Hristiyan, ateist farklı kimliklerden insanlardan oluşan yaratıcılığa teşvik edici bir çevreden beslenir. Birbirlerinin farklı kimliklerden olduklarının bile tam farkında değildirler.   

 ‘’Bombay bana hiç soru sormadı’’ diye anlatacaktı ölmeden önceki bir söyleşisinde, “ailesinin bile reddettiği berduş karakterli bir insana, bana, o cömert kucağında hemen bir yer açtı. Bana ‘burada istediğin gibi yaşayabilirsin’ dedi. Kimse sende bir kusur bulmayacak. Kimse sana nasıl yaşaman gerektiğini dikte etmeyecek burada”

Ve devam edecekti: 

‘’Ben artık iki ayaklı bir Bombay olmuştum. Gittiğim her yere bu mütevazı dünyamı da götürdüm. Bombay’dan ayrılmak zorunda olmanın elemi hala kalbimde. Ben Bombay’a aşıktım. Ben Bombay’a hala çok aşığım. Onu terk ettim ama, o beni hiç terk etmedi’’. 

Manto, 1948 başında Lahor’a ulaşıp yerleştikten sonra aylarca tek kelime yazı yazamadı.

‘’Yazıya oturduğumda aklım bir türlü Hindistan ve Pakistan’ı iki ayrı ülke olarak düşünemiyordu. Hindistan ve Pakistan edebiyatı diye iki şey nasıl mümkün olabilirdi? Bölünmeden önce yazılanlar hangi ülkenin edebiyatı sayılacaktı..?’’ 

Bu trajik parçalanmadan önceki 15 yılda iki devlet fikrinin en hararetli savunucusu haline gelen Müslüman Cemiyeti’nin ve Hindu Nasyonalistlerin temel teorisi, gelinen noktada, Hindu ve Müslümanların bir arada yaşamasını istemenin, kitlesel şiddete davetiye çıkarmak olacağı yönündeydi. Onlara göre bölünme gerçekleşirse, Müslümanlar da Hindular da kendi devletlerinde iyi birer komşu olarak yaşayacaktı. 

Fakat, bölünme, birlikte yaşamanın o güne kadar neden olduklarından ve olacaklarından çok daha büyük şiddet olaylarına yol açtı. 

Pakistanlı tarihçi Ayşe Celal’ın da vurguladığı gibi, ‘Parçalanma’ bir başlangıcı ve sonu olan tekil bir olay değildi. Güney Asya’da koloni sonrası devletlerin ve toplumların geçmiş, bugün ve gelecek algılarına günümüzde hala etki etmeye devam eden bir süreçtir. 

Aslında Müslüman Cemiyeti de ‘ayrı bir bağımsız devlet’ noktasına gelinceye kadar kendi içinde büyük fırtınalar yaşayacaktı. Müslüman Hindistanlıların ayrı bir idare tesis etme fikri, ilk kez avukat, filozof ve şair Muhammed İkbal’ın 29 Aralık 1930 günü yaptığı ünlü Allahabad konuşması ile resmen gündemleşti. İkbal o konuşmasında her ne kadar tamamen bağımsız bir devleti değil de, otonom Müslüman idari bölgelerin gerekliliğini vurgulasa da bu konuşma, Müslüman çoğunluklu eyaletlerde ayrı devlet fikrini besleyen en önemli dönemeç oldu. 1938’de yaşamını yitirecek İkbal, ömrünün son yıllarında ise tamamen ‘’bağımsız bir Müslüman devleti’’ fikrine kayacaktı.

Gandhi ve Nehru’nun Müslüman Cemiyeti liderlerinin endişelerini gidermede başarısız kalması ve başta Sardar Patel olmak üzere Hindu milliyetçisi bazı liderlerin sesi daha gür çıkması ile, Müslüman Ligi içinde, bağımsızlıktan sonra tamamen Hindu çoğunluğun insafına kalacakları korkusu da gün be gün büyüdü. 

İki devlet’ fikri, iyice belirginleşip güçlendiği 1930’ların başından itibaren, etnik, dilsel veya kültürel farklılıklara değil, sadece tek bir kimliksel özelliğe, ‘dinsel kimlik’ eksenli olarak gelişti. Ve 28 Ocak 1933 günü Londra’daki Hindistan Konferansının katılımcılarına dağıtılan küçük bir broşür ile ilk kez adı kondu. Cambridge Üniversitesinde hukuk eğitimini sürdüren 35 yaşındaki Rahmet Ali’nin kaleme aldığı ‘Şimdi Veya Asla; Ya Var Olacağız Ya da Yok Olup Gideceğiz’ başlıklı bu küçük kitapçığın giriş cümlesinde, Hindistan’ın Müslüman yoğunluklu Kuzey Doğu eyaletleri için ilk kez ‘PAKSTAN’ adı kullanıldı.

Rahmet Ali, ismi, bu coğrafyadaki bölgelerin isimlerinden oluşturmuştu. ‘P’ harfi Pencap’tan, ‘A’ harfi kuzey batıdaki Afgan bölgelerinden, ‘K’ harfi Keşmir’den, ‘S’ harfi ‘Sind’ten ve ‘tan’ eki de Belucistan’dan alınarak oluşturulan isim, kelime olarak, Urdu dili ve Farsça’da ‘temiz ülke’ veya ‘arınmış olanların ülkesi’ anlamlarına gelmesiyle de hemen kabul gördü. Sonradan telaffuzu kolaylaştırmak için ‘i’ harfi de isme eklendi.

Hindulardan ayrılmış bir Müslüman ülkenin milliyetçiliğini yapan Rahmet Ali’nin broşüründen sonra ayrı bir devlet hareketi artık ‘Pakistan Hareketi’ adıyla anıldı ve Hindistan Müslüman Ligi içinde en etkili politik güç oldu. 

Sonraki 15 yılda işler Pakistan Hareketinin istediği şekilde gelişti. Ama neredeyse hiçbir şey öngördükleri gibi sonuçlanmadı. 

Hindu ve Müslümanların birlikte yaşayamayacağı, komşu, arkadaş, hısım, iş ortağı olamayacağı, doğal veya tarihsel bir gerçeklik değil, modern bir politik iddiadır. Kimlik milliyetçiliğinin yükseldiği 20’nci yüzyılda ortaya çıktı bu iddia. Hindular, Müslümanlar, Budistler, Jainler, Hristiyanlar, Sihler yüzyıllarca Hindistan’da aynı mahallelerde köylerde birlikte yaşadı. Birbirlerinin tapınaklarını, inançlarını, kendi inançlarına bir tehdit olarak algılamadılar. Birbirlerinin bayram ve festivallerini tebrik edip komşularının neşelerine ortak oldular.

Hindistan Yüksek Mahkemesi eski üyesi yargıç Markandey Katju’nun da ifade ettiği gibi ‘’Hindistan bu kimliklerden sadece birine değil hepsine ait olageldi’’.

Hindistan alt kıtasının, aslında tıpkı Kuzey Amerika gibi bir göçmen ülkesi olduğuna dikkat çekecekti bir yazısında Katju; 

‘’Üç ülkeyi dahil edeceğimiz tarihsel Hindistan’da bugün yaşayan 1,6 milyar insanın yüzde 92-93’ünün ataları bu kıtanın orijinal yerlileri değil göç etmiş insanlar. Amerika’dan tek farkı, göçmenlerin biraz daha eski olmaları. Büyük bölümü de kuzey-batı yönünden geldiler. İnsanlar rahat edemedikleri yerlerden rahat edebildikleri yerlere göçer. Hindistan, ovaları, bereketli toprağı, sulamak için bolca suyu ile her zaman bir tarım cennetiydi. Hindistan coğrafyasının bu kadar çok dine, bu kadar çok dile, bu kadar çok etnik kökene sahip olmasının temel nedeni bu. Her göçmen grubu, kendi dilini ve dinini de getirdi buraya.’’ 

Hint alt kıtasındaki üç ana dinsel kimlik, Hindular, Sihler ve Müslümanlar, günümüzde bile rahatlıkla gözlemlenebileceği gibi, büyük bir çoğunlukla aynı kültürel gen havuzundan geliyor. Neredeyse her bölgesinde ayrı bir dilin konuşulduğu alt kıtada bugün iki tarafın entelektüellerinin, gazetelerinin kullandığı Hintçe ve Urdu dilleri bile yine kadim Hindustani dilinin kardeş iki lehçesi… Ki, Urduca, 1947’e kadar Hindistan’ın Müslüman, Hindu, Sih veya Budist bütün aydınların ortak diliydi. 

Bu toplumların damak tadları bile aynı. Çay, biryani, helva, lassi, körü vs dediğinizde bu 1,5 milyar insan tek bir aile olur. Müzik zevkleri aynı. Her iki ülkenin de resmi sporu çim hokeyi. Bununla beraber her iki ülkede de en popüler spor kriket. Dünyada çoğu insanın varlığından bile haberdar olmadığı Kabaddi sporu Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’te (Bangladeş’in resmi milli sporu) çok popüler.

Bollywood filmleri, Pakistan ailelerinin vazgeçilmeziyken, Pakistan dramaları Hindistan ailelerinin vazgeçilmezi… Pakistanlı ve Hindistanlı şarkıcılar, oyuncular, yazarlar, şairler için sınır diye bir şey zaten hiç olmadı. 

(Bölünme sırasında ayrılmış Müslüman ve Hindu iki arkadaşın torunlarınca 70 sonra buluşturulmasını işleyen bir reklam filmi)

Yine, bu üç ülkeden insanlar kendilerini ‘desi’ diye tanımlıyor. Sanskrit kökenli, ecnebinin karşılığı olarak ‘bizden biri’ anlamında bir niteleme. Yani yurtdışında biri hakkında ‘desi’ dediklerinde, onun Hint, Pakistan veya Bengal kökenli olduğunu kast ediyorlardır. Hatta müzik kanalı MTV, alt kıtanın müziklerini yayınlayacağı bir kanal kurduğunda bunu ‘MTV Desi’ diye adlandıracaktı. 

Hindistan’ın birinci bağımsızlık savaşı kabul edilen 1857 isyanından önceki yüzyıllarda dini kimlik kaynaklı kitlesel bir Hindu – Müslüman çatışması çok nadirdir. Hatta farklı Hinduizm ve İslam yorumlarını savunanların kendi içinde yaşadıkları çelişki ve çatışmalar, diğer dinlerden olanlarla yaşadıklarından çok daha derindi.

İngiliz kolonyalizmine  karşı 1857’deki ‘Büyük İsyan’da Hindu ve Müslümanların birlikte savaşması, Britanya Krallığını derinden sarsacaktı. Bu tarihten sonra özellikle büyük şehirlerde Hindulara karşı nefret tohumları eken Müslüman liderler ve Müslümanlara karşı nefreti körüklemeye çalışan Hindu liderler türemeye başladı. Siyasi kolu bugün Hindistan’da iktidar olmuş Hindu milliyetçisi Milli Gönüllüler Birliği (RSS) adlı Hindu milliyetçisi organizasyon da o dönemde kuruldu.   

20’nci yüzyıldaki hızlı kentleşme ve genç nüfusunda patlama da ötekini tehdit olarak algılayan ve nefrete dayalı bu milliyetçi dalganın işini çok kolaylaştırdı. 1900 yılında 80 milyon olan alt-kıta nüfusu 1941 yılında çok büyük çoğunluğu 30 yaş altında olanlardan oluşmak üzere 280 milyona ulaşmıştı bile. Bununla beraber 1940’lı yıllara kadar yine de çoğunluğu ‘bölünmeye’ ikna edecek çapta bir genel çatışma yaşanmadı.

Hindistan’ın Britanya’dan bağımsızlık hareketinin sembol isimlerinden Lala Lajpat Rai, 1920 yılında bile ‘Hindistan Milleti nedir?’ sorusuna, ‘’Hindistan Milleti bugünkü mevcut tablodur. Ne tek başına Hindulardır, ne Müslümanlardır, ne Budistlerdir ne de Hristiyanlardır. Hepsi birdendir’’ yanıtı verecekti. 

16 Ağustos 1946 günü Kalküta’da yüzbinlerce Müslümanın katıldığı bir gösteri yapıldı. Kalabalığın radikal elementleri, konuşmalar bittikten sonra Hindu mahallelerine yöneldi. Buna karşı Hindu gruplar da Müslüman mahallelerine saldırdı. Üç gün sürecek kaos ve talan sonunda 4 bin kişi öldü 100 bin kişi şehirden kaçmak zorunda kaldı. Çatışmalar diğer eyaletlere de yayıldı. ‘Hindistan hepimizin ortak evi’ düşüncesini savunan Hindular ve Müslümanlar için kara günlerdi ama iki ayrı devleti savunanlar için altın bir fırsat oluştu. Hindular ve Müslümanların birlikte ortak bir merkezi devlet kurabileceğine inanan insan sayısı o günden sonra hızla azaldı. 

Kalküta olaylarından 1 yıl sonra 14 Ağustos 1947 gece yarısı Pakistan ve 1 saat sonra 15 Ağustos’ta da Hindistan bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Bu bölünmeden sadece 55 gün önce Bombay’da Keşmirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Salman Rüşdi, 1979 yılında yayınlanan ve adını dünya edebiyatına yazdıracak romanı Geceyarısı Çocukları’nda bu bölünmenin yarattığı psikolojik travmaya çok etkili şekilde yansıtıyor. Romanda, 1947’de 14 Ağustos’u 15 Ağustos’a bağlayan gece yarısı doğan Salim Sınai (romanın ana kahramanı ve anlatıcısı), daha sonra, saat 00:00 ile 01:00 arası o bir saatlik sürede doğan 1001 çocuğun hepsinin kendisi gibi olağanüstü güçleri olduğunu keşfeder. İnsanların aklından geçeni okuyabilmek, geleceği görebilmek aynı zamanda onlar için bir yüktür. “Oğulları olmadan oğul sahibi olacak, ihtiyarlamadan ihtiyarlayacak ve ölmeden önce ölecektirler’’.

Hiçbir insanın ve hiçbir ülkenin öyküsünün göründüğü kadar basit olamayacağına dikkat çeker Rüşdi romanında. Keşmirli zengin Ahmed Sınai ve eşi Amine’nin oğlu sanılan Salim, gerçekte, İngiliz subay William Methwold ile yoksul bir Hintli sokak performansçısının karısı Vanita’nın gayrimeşru çocuğudur. Doğduğu gece doğumhanede Keşmirli zengin Sınai ailesinin asıl oğlu Şiva ile değiştirilmiştir.

Salim, tarihini anlattığında, yoksul annesini, İngiliz babasını ve onların gayrimeşru ilişkilerini değil, Sınai ailesinin soylu geçmişini anlatır. Milliyetçiliğin tarihe bakışıdır bu. Gerçekler yerine fantezilere sığınır insan. Rüşdi, okuyucusunu Salim’in yer yer mitolojiye yer yer 1001 gece masallarına kayan anlatımı eşliğinde Hindistan’ın antik çağları ile 1970’lerin sonundaki olağanüstü hal dönemi arasında dolaştırır. Çünkü, ‘’Tek bir yaşam öyküsünü anlayabilmek için önce bütün bir dünyayı yutmamız lazımdır’’.  

Salman Rüşdi’nin, Indra Gandhi’nin bencilce bir hırsla, babasına ve ülkesine ihanet ederek, Hindistan demokrasisini uçurumun kenarına getirdiği karanlık günlerde yazdığı bu roman, sınırın iki tarafında da 1947’ye bakışı derinden değiştirdi. O güne kadar iki tarafta da 1947, resmi bağımsızlık kutlamasıydı. Sadece hamasete konu oluyordu. Gerçek ‘batwara’ yani bölünme ise, resmi tarihte değil, bireysel anlatılarda, aile hikayelerinde gizlice yaşıyordu. 

İngilizcede bu olaya verilen ‘partition’ ifadesi, 1947 bölünmesinin Hintçe / Urduca ismi ‘Batwara’yı karşılamaktan çok uzak. Batwara, ‘baba mirası mülkün paylaşımı’ gibi bir anlama geliyor. Ve bu dildeki kullanımı ile muhtevasında, ‘aile birliği’, ‘acı verici bir bölünme’, ‘kardeşler arası mülk kavgası’, ‘aşk-nefret sarmalı’ gibi bir çok elementi barındırıyor. 

1947’de Hindistan ve Pakistan’ı ayıran harita, Cyril Radcliffe adlı bir avukatın başında olduğu bir ‘Sınır komisyonu’ tarafından çizilmişti. Son derece aceleye getirilmiş bir haritaydı ve parçalanmadan sadece 2 gün önce 12 Ağustos günü bitirilebilmişti.

Radcliffe, sonradan haritayı çizerken, artık hiçbir güncelliği kalmamış çok eski harita ve nüfus sayımlarına dayandıklarını itiraf edecekti. Özellikle bölünmenin ortalarından ikiye ayırdığı Pencab ve Bengal içlerinden bir sınır değil de bir hançer geçmiş gibi oldu. Binlerce yılda oluşmuş çoğulcu renkliliklerini birkaç ayda kaybettiler.

Keşmir ise, bu trajik bölünmenin adeta ‘gece yarısı çocuğu’ oldu. Tıpkı Salim gibi kaderi, daha 14 Ağustos gecesi, Hindistan’ın yeni kaderine kelepçelendi. İki ülkenin tam dört kez savaşacak olmasına da ve trajik bir ironi olarak bugün iki ülke arasında hala en güçlü ‘bağ’ olmasına da neden olacak bir kelepçe. Mirza Galib’in, ‘Aşk olmayacaksa bari nefretle dolsun aramız / Yeter ki kopmasın bağımız’ mısralarının coğrafyalaşmış hali gibi…    

Bölünme sırasında, özerk bölgesel emirliklerin(raca) hangi tarafta kalacağına da oralardaki referandumlarla karar verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu prensliklerden biri olan Keşmir’in yüzde 90’ı Müslüman halkı Hindistan’a katılmak istemedi. Fakat Hindu emir, bir oldu bitti ile Hindistan’a katılma kararı aldı. Keşmir’in çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkın Pakistan’ı, emirin de Hindistan’ı yardıma çağırması üzerine, henüz birkaç ay önce kurulmuş iki ülke Keşmir Prensliğine ordularıyla girecekti.

İki ülkenin 1947 Ekim ayında başlayan bu ilk savaşı BM’nin araya girmesiyle ateşkesle sonuçlandı ama artık Keşmir de iki parçaydı. Kuzeyde Pakistan’a bağlı ‘Azadi Keşmir’ ve güneyde Hindistan’a bağlı ‘Cemmu ve Keşmir’ eyaleti oluştu. Günümüz Hindistan’ında halkın çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu tek eyalet burası. (Bu arada Keşmir’in doğu kesimi ise 1960 yılında Çin tarafından işgal edilecekti).

Pakistan ve Hindistan 1969 ve 1999 yıllarında Keşmir nedeniyle iki savaş daha yaşadı. Dördüncü kez karşı karşıya geldiklerinde takvimler 2019’u gösteriyordu. 

14 Şubat 2019 günü Keşmir’de Hint askerlerine karşı düzenlenen bombalı intihar saldırısında 40 Hindistan güvenlik görevlisi öldürülmüştü. Üsleri Pakistan’da olan Ceyşul Muhammed adlı örgüt saldırıyı üstlenecekti. 26 Şubat sabahı Hindistan Pakistan topraklarında bu örgüte ait olduğunu iddia ettiği bazı yerlere hava saldırısı düzenledi. Pakistan da bir gün sonra Hindistan topraklarına hava saldırısı ile karşılık verdi. Bu sırada it dalaşı yaşanan Hint uçaklarından biri Pakistan üzerinde düşürüldü ve pilotu esir alındı. Bu gerilim, sınırda iki tarafın kara askerlerinin karşılıklı atışları ve askerlerin öldürülmesiyle daha da yükselecekti. 

İşte o günlerde aynı üniversiteden mezun olmuş bir grup Hindistanlının WhatsApp grubunda hararetli bir tartışma yaşanır. Grubun Hindu milliyetçi bir üyesi, Pakistanlı şair, yazar ve sanatçıların eserlerini okumamanın, bu eserleri boykot etmenin artık milli bir görev olduğunu savunmaya başlayarak arkadaşlarını da kendisine katılmaya çağırır. 

Grubun bu milliyetçi çağrıya itiraz eden bir üyesi, “Faiz Ahmet Faiz’in şiirlerini okumaya devam etmek beni vatan haini yapar mı?’’ diye soracak ve ekleyecekti; “Ben Faiz Ahmet Faiz’in şiirlerini veya Mohsin Hamid’in, Fatima Bhutto’nun romanlarını terk edemem”.

Bu WhatsApp tartışmasından bizi haberdar eden Hindistanlı gazeteci ve edebiyat eleştirmeni Nilanjana Roy, bu milliyetçi çağrının bir ilk olmadığını hatırlatıyor. Hindu milliyetçiler, tansiyonun her yükseldiği dönemde ilk iş olarak Pakistanlı yazar, sanatçı ve şairlere boykotu gündeme getiriyorlardı. 2013 yılındaki kriz sırasında bugün iktidarda olan Hindu milliyetçisi Hindistan Millet Partisi (BJP), ‘’Böylesi bir ortamda Pakistanlı yazarların misafirimiz olması kabul edilemez’’ diyerek, Pakistanlı yazarların Jaipur Edebiyat Fuarından men edilmesi talebinde bulunacaktı. O gün muhalefette olan partinin bu isteği boşlukta yankılanıp kaybolacaktı. Jamil Ahmed, Nadeem Aslam gibi bir çok Pakistanlı yazar fuara katılıp, Hindistanlı okuyucularıyla buluşacaktı. 

Sınırın diğer tarafında da durum pek farklı değildir. Daha geçtiğimiz Ocak ayında, Saadet Hasan Manto’nun yaşamını anlatan Hindistan filminin gösterimi, Pakistan’da yasaklanacaktı. Filmin yönetmeni Nandita Das, ‘’düşünce ve ifade özgürlüğü sınırın iki yanında da aynı muameleyi görüyor’’ diye yakınacaktı.

 Yaşam öyküsü krize neden olan Saadet Hasan Manto, aslında daha yaşarken de sansür kurbanıydı. Sarkastik üslubu, güçlü edebiyat dili, aynı anda hem güldüren hem ağlatan öyküleri, kimsenin konuşmak istemeyeceği konulara keskince dalan pervasızlığıyla hem Hindistanlı hem de Pakistanlı bir yazar kuşağı üzerinde bugün de süren etkisi bugün bile hala tehdit olarak algılanmasına neden oluyor.

Farklı bir ülke olarak görmeyi asla kabullenemediği Hindistan’da Müslüman olduğu için dışlanması yetmezmiş gibi, Müslüman kimlikli olduğu için sığınmak zorunda olduğu Pakistan’da da milli ve yerli olmadığı için dışlanacaktı. Her iki tarafta da yazdıklarından dolayı mahkemelerde yargılandı… Alkol tek dostu oldu. Bu berbat ‘dost’ da bu müthiş yazarın ömrünün sadece 42 yıl sürmesine neden olacaktı. 

Hasan Manto yargılandığı bir Pakistan mahkemesinde, ‘’Benim yazdıklarımı tahammül edilemez buluyorsunuz. Oysa ki bu yazılar, tahammül edilemez şeyler yaşadığımız içindir’’ diye haykıracaktı.

Hikayelerinin toplumsal ahlaka aykırı olmasından yargılandığı bir duruşmada da, “Hikayelerimi kirli buluyorsanız, kirli bir toplumda yaşıyorsunuz demektir. Çünkü ben sadece toplumda gördüklerimi anlatıyorum” diye yakınacaktı. 

Bir sanatçı olarak, muktedirlerin isteklerini veya fantezilerini değil gerçekleri konuşmanın bir görevi olduğunu düşünüyordu. 

Hindistan’da bugün iktidardaki Hindu dincisi popülist partinin son yıllarda daha da yükselttiği tansiyonda, büyük ölçüde hükümetin etkisi altına alınmış ana akım televizyonların ve sosyal medyanın ‘gayrimilli’ veya ‘vatan haini’ ilan ettiği birinin, son derece muğlaklaştırılmış ‘terörle mücadele yasalarının’ kurbanı olmaması çok zor.

Bu karşılıklı düşmanlık ortamında da, sınırın öte tarafındaki iyi edebiyatı konuşmak oldukça zor. Fakat bu bile, edebiyatın ve sanatın sınırın diğer tarafına ulaşmasını engelleyemiyor.

’Ben okuduklarımı hiç okumamış hale gelemem’’ diye yazıyor örneğin Nilanja Roy, Financial Times gazetesindeki köşesinde: 

‘’Pakistanlı yazarların yazdıkları da Hindistan edebiyatı kadar benim okuma DNA’mı oluşturuyor. Her çatışma anında yazarların ve okurların birbirlerini okumayı bırakmasını istemek çok ahmakça. Uzun yıllara dayalı hiçbir uzlaşmazlığı, kitapları veya zihinleri kapatarak çözemezsiniz’’.  

Sığ milliyetçilik, hamaset ve nefret ideolojisi, sanatçıdan, yazardan, şairden yaratıcılık ve vizyon değil, önyargıların ve resmi iddiaların propagandacısı olmasını bekler. Hamasetin yükseldiği her iklimde, toplumda, grupta sanatın, düşüncenin, şiirin gerilemesi bundandır. 

Reaksiyoner milliyetçilik gerçek yaşamda, hiçbir zaman teoride durduğu gibi durmaz. Çünkü düşmansız yapamaz. Dışarıda düşmanı kalmasa kendi içine dönüp kendi çocuklarını yemeye başlar. Örneğin Pakistan milliyetçiliğinin kurucularından ve ülkenin isim babası da olan Rahmet Ali’nin başına gelenler…  

Pakistan’ın kuruluşundan sonra 1947’de Londra’dan kuruluşunu hep hayal ettiği ‘ülkesine’ dönecek ve Lahor’a yerleşecekti. Fakat sadece 1 yıl sonra ülkenin ilk başbakanı Liyakat Ali Han tarafından bütün malvarlığına el konulacak, kendisi de sınır dışı edilecekti. Hastalıklarla geçen 3 yıldan sonra beş parasız ve dostsuz şekilde Cambridge’te öldüğünde cenazesinin masraflarını da tıpkı ilaç masrafları gibi Cambridge Üniversitesi üstlenmek zorunda kalacaktı.

Liyakat Ali Han ise, Rahmet Ali’yi sınırdışı ettikten 3 yıl sonra 1951 yılında bir başka Pakistanlı milliyetçinin suikastiyle öldürülecekti.

Yine, Müslüman Liginin, Hinduları kayırıyor eleştirisiyle nefretle anmaya başladığı Gandhi de, onun Müslümanları kayırdığını ve tavizkar olduğunu düşünen Hindu milliyetçileri tarafından Ocak 1948’de öldürülecekti. 

Gece Yarısı Çocuklarının kahramanı Salim, “Her şeyden çok, saçmalıklardan korkuyorum” demişti. 

Şarkılara, yazarlara, şiire, sanata da sınır koyabileceğini sanan bir saçmalık, kara bir bulut gibi hala dolaşıyor Hint kıtasının üzerinde. Hindistan-Pakistan sınırı, sadece binlerce yıl beraber yaşamış iki toplumu ayırma hattına değil, akıl ile çılgınlık arasındaki ince çizgi haline de dönüşmüş durumda. Tek bir askerin yanlış bir adımının ortaya çıkaracağı reaksiyon zinciri, bir nükleer savaşa kadar gidebilir.

Köpekler ise, tıpkı şairler yazarlar ve sanatçılar gibi, politik sınırları ciddiye almaz. 

Sınır hattında özgürce dolaşan bir köpek Hintli askerlere yanaşır. Beklemekten canı sıkılan Hint askerler köpeği sever, başını okşar ve ona bisküvi verirler. Bir de Hintçe isim takarlar; JunJun.

Yeniden gezintiye çıkan köpek bir süre sonra bu kez sınırın öteki tarafındaki Pakistan askerlerine yanaşır. Beklemekten canı sıkılan Pakistan askerler köpeği sever, başını okşar ve ona bisküvi verirler. Bir de Urduca isim takarlar; ŞunŞun.

Köpek ise iki tarafı da sever. İki tarafı da aynı görür. Hasan Manto’nun Tithwal Köpeği öyküsünün kahramanı olan bu köpek sınırda bir o yana bir bu yana gider gelir. Ta ki bir gün askerler, köpeğin, ‘vatanına’ ihanet edip sınırın öteki tarafına da geçtiğini fark edene kadar…

Bir asker hemen vatan haini köpeğe ateş eder, ıskalar. Korkan köpek sınırın diğer tarafına doğru koşar. Diğer tarafın askerleri de ihanete uğramış duygusu yaşar ve hain köpeğe ateş eder. Köpek iki tarafın askerlerinin yoğun ateşi altında kalır. Ta ki milliyetçiliğin gözünü kör ettiği bir asker isabet kaydedip köpeği öldürünceye kadar.

“Bu ders olsun bütün köpeklere!” diye bağırır ateş eden genç asker: “Köpek de olsa herkes, Hindistan mı Pakistan mı, tarafını net şekilde seçmek zorundadır!”

Şu öfkeli askerler Pakistan tarafında, bu öfkeli askerler Hindistan tarafında…

İki sınırın ortasında, Mirza Galib’in, Ekber Şah’ın, Nehru’nun, Mohandas Gandhi’nin kemiklerini sızlatan bir köpek ölüsü yatar.

Halinden sadece, nefretten, kimlik fanatizminden ve politik sınırlardan onun kadar azade yazarların ve şairlerin anlayabileceği… 

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz