CEMAL TUNÇDEMİR
29 Mayıs 2020
‘’Alabama’nın Tuskegee şehri sakini Booker Washington, dün akşam yemekte Başkanın konuğu oldu.’’
16 Ekim 1911 günü Beyaz Saray’dan yapılan bu tek cümlelik basın açıklaması, ABD Başkanının günlük programı hakkında kamuoyunu bilgilendiren basit bir bilgi notu gibi görünüyordu. Ama öyle olmadığı bir kaç saat içinde anlaşıldı. Amerika’da yer yerinden oynadı. Başkanın yemekte ağırladığı misafir, medyanın, politikacıların ve halkın ilk gündem maddesi haline gelmişti. ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e bu misafirden dolayı tepki çok büyüktü.
Peki neden?
Booker Washington adlı bu misafir bir kanun kaçağı mıydı?
Hayır, örnek bir eğitimciydi.
Yoksul Alabama’nın en yoksul kesimlerinin eğitim görebilmesi için o günlerde büyük bir mücadeleyle kurduğu Tuskegee Üniversitesi, bugün bile güneyin en önemli yüksek öğrenim kurumlarından biri. Zaten Başkan Roosevelt de daha başkan yardımcısı iken bu üniversiteyi kurma çabasına duyduğu sempati nedeniyle Booker Washington ile arkadaş olmuştu.
Peki Booker Washington toplumda sevilmeyen bir kişi miydi?
Hayır, Beyaz Saray’dan o açıklama yapılıncaya kadar Amerikan medyasının ve halkının çoğu, onun kim olduğunu bile bilmiyordu.
Peki öyleyse aniden ortaya çıkan bu muazzam öfke selinin ve tepkinin nedeni neydi?
Tek bir nedeni vardı; Beyaz Saray’da yemekte ağırlanan Booker T. Washington’un derisinin rengi…
ABD tarihinde ilk kez bir Başkan, Beyaz Saray’da, bir siyahı misafir olarak ağırlıyordu. Hele bir siyahın yemek yediği masaya First Lady’nin de katılması bardağı taşıran damla olmuştu. Bu eşli protokol açıkça, beyaz derili ve siyah derili insanların eşit olduğu ‘’zırvasını’’ kabullenmekti.
Güney medyasında, ‘’milli bütünlük ve değerleri’’ çiğneyen bu durum için ağır ve açık bir dil kullanılıyordu. Mississippi Senatörü James Vardaman, ‘’Beyaz Saray zenci kokusuna bulandığı için, fareler ahıra kaçmıştır’’ şeklinde konuşacaktı. Memphis Scimitar gazetesi, Başkanın bu cüretini, ‘’bir Amerika Birleşik Devletleri vatandaşının bugüne kadar işlediği en lanetlik girişim’’ diye niteleyecekti. Missouri eyaletinde yayın yapan Sedalia Sentinel gazetesi 10 gün sonra 26 Ekim günü manşetten, son mısrasında ‘’Başkan kızını Booker’a versin’’ diyen, ‘’Zenciler Beyaz Saray’da’’ adlı aşağılayıcı bir şiir yayınlayacaktı.
Eğitim ortalamasının düşüklüğü nedeniyle o günlerde gazetelerin en etkili bölümleri karikatürlerdi. Ve gazetelerde, ‘Amerika’ya ve Amerikan halkına utanç yaşatan bu yemeği’ aşağılayıcı karikatürlerin haddi hesabı yoktu. Amerikan milli değerlerine ve ülkenin sosyal yapısına bu meydan okumaya karşı durumda vazife çıkaran hamasi çeteler de eksik olmadı. Tuskagee’ye gidip Booker Washington’u öldürecek bazı tetikçiler bile kiralandığı ortaya çıktı.
Görece solcu ve ilerici kuzey medyası ve politikacıları ise daha dikkatli bir dil kullanıyordu ama onların da derin rahatsızlıkları açıklamalarına yansıyordu. Bir çoğu, ‘şimdi zamanı değildi. Henüz topum hazır değil’ kolaycılığına kaçarken, Beyaz Saray’da bir ‘zenci’yi ağırlamanın, ‘’ülkenin güneydoğusunda artan zenci bozgunculuğunu teşvik edeceği’’ endişesini dile getirenleri de vardı. Bazılarına göre ise bu tavizkar yaklaşım sonraki adımların kapı aralayıcısı olacaktı:
‘’Bugün bir siyahın Beyaz Saray’da ağırlanmasını, yarın bir siyah adamla bir beyaz kadının evlenmesinin hoş görülmesi talebi izlemez mi?
Nereye kadar gidilecek?
Siyahların da bu ülkede bir yeri var elbette ama o yeri ve hadlerini de bilmeliydiler.’’
Tepkilerden bunalan Başkan Roosevelt savunmaya geçmek zorunda kaldı. Önce, First Lady’nin bir siyahın misafir olduğu yemek masasına katıldığı inkar edildi. Beyaz Saray yetkilileri, ‘’bir akşam yemeği değil bir öğle atıştırmasıydı’’ iddiasında bulunmaya başladılar. Booker Washington ise o günlerde bu konularda sessiz kalarak yemek arkadaşını daha fazla zor duruma düşmekten kurtardı. Ama tartışmalar, hakaretler haftalarca hatta yıllarca sürdü. 1930’lu yıllarda eski First Lady Edith Roosevelt’e ‘gerçekten o bir akşam yemeği miydi yoksa basit bir öğle atıştırması mıydı?’ diye sorulduğunda, ‘tabii ki akşam yemeğiydi’ diyecek ve kendisinin de yemekte bulunduğunu itiraf ederek tartışmaya son noktayı koyacaktı.
Booker Washington adlı siyahi öğretmenin Beyaz Saray’da yemek yemesine Amerikan kamuoyunun muazzam tepkisinin, bugünden bakınca olağanüstü derecede absürt ve korkunç bir ırkçılık olduğu tartışmasız. Ama o günlerde bu tepkiyi gösterenlerin tek biri bile kötülük yaptığına inanmıyordu. Tanrının, tarihin, ülkenin ve doğanın kanunlarına uyduklarına inanan, iyi terbiye görmüş, yapıcı, gerçek ve milli vatandaşlardı hepsi. Çocuklarına şefkatliydiler, hayvanları seviyorlardı, toplumsal terbiye kurallarına çok uyuyorlardı.
11 Temmuz 1958 sabahı Virginia polisi, eyaletin Central Point kasabasındaki bir eve baskın yaparak, evde yaşayan çifti tutukladı. Çiftin suçu büyüktü; 25 yaşındaki koca Richard Loving bir beyaz ve 19 yaşındaki eşi Mildred ise bir siyahtı. Lise yıllarında tanışıp birbirlerine aşık olan çift, Mildred hamile kalınca, polis baskınından 3 hafta önce gizlice Washington DC’ye giderek evlenmiş ve yeniden Cenatral Point’e dönmüştü.
O dönemde Virginia, bir siyah ile bir beyazın evlenmesini şiddetli şekilde yasaklayan 17 eyaletten biriydi. Virginia’nın ‘ahlak’ ve kamu düzenine saygılı örnek bir vatandaşın, toplumun ahlak değerlerini ve yasaları çiğneyen bu ‘’hain evliliği’’ ihbarı sonucu, polis Loving ailesinin yaşadığı eve baskın yapmıştı. İhbar gerçek çıkmıştı. Virginia’nın devletine milletine değerlerine bağlı ailelerinin bu ahlaksızlığa tepkisi büyüktü. Altı ay sonra 6 Ocak 1959 günü Loving çifti, ‘’Virginia’nın ahlaki ve toplumsal yapısına aykırı şekilde karı koca hayatı yaşadıkları suçunu kabul etti’’. Bir yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Mahkeme masraflarını ödeme ve Virginia’yı terk edip 25 yıl dönmeme şartıyla hapis cezaları askıya alındı.
Memleketlerinden taşındılar ama yeni bir hayata başlarken büyük ekonomik zorluğa düştüler. Ailelerini gizlice ve sahte isimlerle ziyaret edebildiler. Ta ki, Mildred’in dönemin Adalet Bakanı Robert Kennedy’e yazdığı ve onun da Amerikan Sivil Özgürlükler Birliğine (ACLU) yönlendirdiği yardım çığlığına kadar… ACLU’nun sağladığı avukat desteği ile Virginia mahkemesinin kararı temyize taşındı. Virginia hakimi, kararını, ‘’Allah insanları siyah, beyaz, sarı, malay ve kırmızı ırklarda yaratıp hepsini ayrı kıtalara koymuş. İnsanları ırklarına göre ayrı yerlere koyması, onların karışmasını istemediğinin göstergesi’’ şeklinde savunmuştu. Eyalet savunması da, suçu işleyenlerin ırkına bakılmadığını, sadece siyahın değil beyazın da cezalandırılmasının, bu uygulamanın ırkçı veya eşitliğe aykırı bir uygulama olmadığının delili olarak gösteriliyordu.
Virginia Yüksek Mahkemesi de bu kararı onaylayınca dava ABD Federal Yüksek Mahkemesine taşındı. Yüksek Mahkeme, son 80 yılda önüne gelen benzeri davaların tamamında, misejenasyon (ırksal melezleşme) karşıtı eyalet yasalarının eşitliğe aykırı olmadığına hükmetmişti. Ancak bu kez öyle olmadı. 12 Haziran 1967 günü Yüksek Mahkeme, 9 üyenin de oy birliği ile, her türlü ‘misejenasyon karşıtı’ yasanın bireyin özgürlüğünü ve eşitliği çiğnediğine hükmederek Virginia ve diğer eyaletlerdeki bütün ‘siyah-beyaz evliliği yasağı’ kanunlarını iptal etti.
Fakat buna rağmen eyaletler farklı şekillerde bu ırkçı uygulamayı sürdürmeye çalıştı. Alabama, 2000 yılında ırklar arası evlilik engelini kaldıran son eyalet oldu. Loving çifti Yüksek Mahkemenin kararından sonra memleketlerine geri döndü. 3 çocuklarını orada büyüttüler. Richard Loving 1975 yılında sarhoş bir tırcının aracına çarpmasıyla 41 yaşında yaşamını yitirdi. Aynı kazada sağ gözünü kaybeden Mildred ise 68 yaşında yaşamını yitireceği 2008 yılına kadar hayatta kaldı. Kamuoyundan ve medyadan hep uzak yaşadı. Verdiği tek röportajda, ‘’kahraman olmak değil gelin olmak istiyordum’’ dedi. Hukuk mücadelesinin gerekçesini de ‘’artık memleketimize dönmek istiyorduk’’ şeklinde dile getirecekti. Loving çifti sonradan haklarındaki filmler, kitaplarla bir sembole dönüştü. Yüksek Mahkemenin kararını açıkladığı 12 Haziran günü ABD’de ‘Loving Günü’ olarak kutlanıyor. Virginia eyalet kongresince eyalet tarihinin kahramanları arasında anılıyorlar ve adlarına eyalette anıt dikildi.
Bugünden bakınca birbirini seven iki insanın evliliğine karşı çıkmanın bütün absürtlüğü ve ırkçılığı görülebiliyor. Ama, 1950’li yılların güneyinde bütün o muhafazakar, düzgün aile hayatı yaşayan, milliyetçi vatansever beyazların tek biri bile kötülük yaptığını kabullenmiyordu. Allahın, devletin ve toplumun ahlaki, saygın düzenini savunduklarına inanıyorlardı. Milli ve manevi değerlere uyan, devletine milletine bağlı vatandaşlardı, hepsi bu…
21 Ağustos 1955 günü, Emmett Louis Till adlı Chicagolu 14 yaşında siyahi bir çocuk, anne babasının doğup büyüdüğü ve hep görmeyi hayal ettiği Mississippi’yi nihayet ziyaret etme şansı buldu. Annesi, oğlunu Chicago’ya göndermeden önce, ‘’Chicago ve Mississippi iki ayrı dünya. Güneyde beyazların asla gözlerine bakma. Konuşma’’ tembihinde buluncaktı. Ama, kanı yeni kaynamaya başlamış 14 yaşındaki bir çocuk bunun ciddiyetini anlayabilecek durumda değildi. Üç gün sonra kuzenleri ile şeker almak için bir bakkala girdiler. Bakkal, beyaz bir çifte, 24 yaşındaki Roy Bryant ve 21 yaşındaki karısı Carolyn Bryant’a aitti. 14 yaşındaki Emmett, Carolyn’in güzelliği karşısında bir ‘hayranlık ıslığı’ çalmaktan kendini alamadı. Carolyn Bryant’ın iddiasına göre ise, onun elini tutarak sözlü laf atmıştı.
Üç gün sonra, sabaha karşı 3 sularında Emmett’in kaldığı dayısının evini basan Roy Bryant ve beyaz çetesi, çocuğu alarak evden çıktılar. Bir daha da Emmett Louis Till’i canlı gören olmadı. Üç gün sonra dövülerek deforme olmuş ve kurşunla öldürülmüş halde cesedi bulundu.
Mississippi, siyahların klan çeteleri tarafından sıkça linç edildiği bir yerdi. Mississippili siyahlar da buna itiraz ederlerse veya dava ederlerse sıranın kendilerine geleceğini bildikleri için çoğunlukla sessiz kalıyorlardı. Ama Emmett’in annesi buna sessiz kalmadı. Oğlunun parçalanmış bedenini, cenaze törenini, açık tabutla yaparak kamuoyuna gösterdi. Bu açık tabut fotoğrafı, yaklaşık 15 yıl boyunca ABD’yi sürecek Sivil Haklar Hareketinin tetikleyicisi oldu. Nitekim, Emmett’in öldürülmesinden sadece bir kaç ay sonra 1 Aralık 1955 günü, komşu Alabama eyaletinin Montgomery kentinde, otobüse binen bir siyah terzi kadın, ayakta kalan beyaz yolcuya yerini, o günkü ırkçı yasalar gereği, vermesi için uyarıldığında, ayağa kalkmayarak, yeni bir direniş başlatacaktı. Rosa Parks, sonradan, o gün otobüste onu itaatsizliğe motive eden şeylerden en önemlisinin, 14 yaşındaki Emmett’in parçalanmış yüzü olduğunu anlatacaktı.
Emmett’in katilleri, 14 yaşındaki çocuğu evden kendilerinin aldıklarını itiraf etmelerine rağmen, beyazlardan oluşan mahkeme jürisince, alıkoyma suçundan dolayı bile suçlu bulunmadılar. Beraat etmenin sağladığı hukuksal güvenlikle 1956’da çocuğu kendilerinin öldürdüğünü de açıkça övünerek itiraf edecektiler. Tamamı beyazlardan oluşan jüri de, katiller de, kendilerini ‘kötü insanlar’ olarak görmüyordu. Toplum değerlerine saygılı düzgün vatandaşlardı, hepsi bu.
14 yaşındaki Emmett’in sarkıntılık yaptığı iddia edilen ve bugün 86 yaşında olan Carolyn Bryant, 60 küsur yıl sonra, iki yıl önce, Emmett’in kendisine hiçbir sözlü ve fiziki sarkıntılıkta bulunmadığını, bütün bunları kendisinin uydurduğunu itiraf etti.
Amerikan kamuoyu, bir siyah ve bir beyaz, bir siyah ve bir polisin karşı karşıya geldiği her trajik olayda, peşin olarak siyahı suçlu gördü, görüyor. Masumiyet karinesinin yerini, siyahlar söz konusu olduğunda, ‘aksini ispatlayıncaya kadar suçludur’ yaklaşımı alıyor.
Irkçı beyaz grupların ellerinde uzun namlulu makinalı tüfeklerle devlet binalarını basıp, tutuklanma tehdidi bile görmeden çıkabildiği günümüzde, polis, sırf şüphelendiği için durduğu bir siyahı, elini yanlışlıkla yukarı kaldırsa bile, kurşun yağmuruna tutabiliyor. Ve bugün bile bir çok beyaz, bu tür durumlarda, hemen, ‘polis ne yapsın’, ‘bunların hepsi böyle’ diye kabullenebiliyor. Irkların ‘değişmez’ karakterleri olduğu saplantısı, bilinçaltında yaşamaya devam ediyor.
Booker Washington adlı siyahi öğretmenin Beyaz Saray’da ağırlanması fırtınasından 4 yıl önce, ABD hükümetince, ülkeye dönük göç dalgasının sonuçlarını araştıracak bir komisyon kurulmuştu. İrlandalı ve İtalyan Katolik göçü, bazı çevrelerce ülkenin milli ve sosyal yapısını bozan ciddi bir tehdit olarak sunulmaya başlanmıştı. Komisyon, bu göçmen dalgasını, Atlantik’te göçmen taşıyan gemilerdeki şartlardan gelen göçmenlerin istihdam ve entegrasyon sorunlarına kadar her açıdan araştırmaya başladı. Bu çerçevede komisyon, Columbia Üniversitesinde hocalık yapan ve Amerikan kamuoyunda henüz pek tanınmayan antropolog Franz Boas’tan da, New York’taki göçmen popülasyonunun fiziksel karakteristiği hakkında bir rapor istemişti.
O güne kadar Batı dünyasında, akademik ve bilimsel dünyada, ırk ve ulusların hiyerarşik bir gelişmişlik yapısına sahip olduğu konusunda‘’bilimsel’’ bir konsensus vardı. Yani, bazı ırk ve toplumlar, evrimsel gelişmenin üst basamaklarındaydı, bazı ırk ve toplumlar ise doğaları gereği hala ilkeldi. Irk, insanın değişmez ve karakteri üzerinde son derece belirleyici bir özelliğiydi. Beyaz uygarlığı yani Batı toplumu, kültürel evrimle oluşmuş bu hiyerarşinin en üst noktasıydı. Yani bir Beyaz Batılı, yaptıkları ve yapacakları ile değil, ‘atasından miras aldığı soy ile’ otomatik olarak diğer ırklardan üstündü. Ve yine, sizin, deri renginizin tonundan, kafatasınızın yapısına ve uyluk kemiğinizin uzunluğuna kadar kişisel bedeninizin yapısı, bu doğal küresel hiyerarşi piramidinin hangi basamağında yer aldığınızın göstergesiydi. Atalarımızdan ‘’ırkımızla’’ tevarüs ettiğiniz bu biyolojik gerçekliğimiz, eğitimle, yasayla, sosyal etkileşimle değişmesi imkansız bazı karakteristik özellikler sergilemeniz anlamına geliyordu.
O günler Amerikasında hangi müzeye, hangi biyoloji dersine, hangi üniversitenin insani coğrafya programlarına giderseniz gidin bu gerici düşünceler, ‘bilimsel gerçek’ diye önünüze seriliyordu. Sadece ırk konusunda değil, cinsiyet konusunda da aynı yaklaşım etkiliydi. Kadınlar, biyolojik olarak liderliğe elverişli değildi. Dolayısıyla, onları politik hayatın içine taşıma çabası, yani seçme ve seçilme hakkı tanımak, ahlaki ve toplumsal düzeni bozma çabasından, dejenerasyondan başka bir şey değildi.
Antropoloji profesörü Boas ise farklı bir düşüncedeydi. New York’a yerleşmeden önce Eskimo kabileleri arasında bir süre yaşamış ve gözlemlerde bulunmuştu. Nihayetinde, beyaz Avrupalıların bu yerli halklar üzerinde, ‘ırklarından’ kaynaklı hiçbir üstünlükleri olmadığı sonucuna varmıştı. Charles King’in 2019’da yayınlanan ‘’Gods of Upper Air’’ kitabında aktardığına göre, Kongre komisyonunun istediği rapor, Boas ve ekibi için bir fırsat oldu: ‘’New York’un dört bir yanındaki etnik mahallelere dağılıp 18 bin kişinin, gözrengi ölçer, pergel gibi cihazlarla fiziksel görünümlerini tespit ettiler’’.
Bütün ölçümler, toplanan veriler çok çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkardı. Yakın zaman önce gelmiş göçmenlerin, Amerikalı çocuklarla aynı ortamlarda büyüyen, aynı yemeklerle beslenen çocukları, fiziksel ve davranış olarak, ailerinin etnik topluluklarının karakteristik görünümlerinden çok, Amerikalı komşularına benziyordu. Yani karakter, hatta fizyoloji bile, ırktan kaynaklanmıyordu, içinde büyünülen sosyal çevreye daha çok bağımlıydı. Batı dünyasında egemen sınıflandırmanın öngördüğü gibi bir ‘ırkı’, bizatihi üstün veya aşağı yapan hiçbir bilimsel temel yoktu.
Boas’ın, ‘’İnsan türünün şu veya bu şekildeki bütün sınıflandırmaları, nihayetinde yapaydır’’ sonucuna vardığı raporu, o günkü politik iklimde büyük tepki çekti. Araştırmaya sağlanan bütün finansal destek geri çekildi. Ancak Boas’ın, ‘’Göçmen Çocuklarının Bedensel Formlarındaki Değişimler’’ başlıklı raporu bir tohuma dönüştü ve kendisinden sonraki bütün bir antropoloji kuşağının ilham kaynağı oldu. 2003 yılında üç antropolog yazdıklaır bir yazıda, Boas’ın raporunu, 20’nci yüzyılın bilimsel ırkçılığın rüzgarını yok eden en önemli çalışma’’ olarak niteleyecekti.
Fakat Boas ve öğrencilerinin, insanlığa, uygarlıkta yeni bir aşamaya geçme fırsatı açacak yaklaşımı, 1930’larda yükselen milliyetçilik ve yerlicilik (nativism) rüzgarında yeniden unutulmaya terk edilecekti. Her ırk, ulus ve etnik kimlikten yığınlar, kendilerinin, diğer ırk, ulus ve etnik kimliklerden daha özel, daha necip, daha seçilmiş olduğu vehmine kapılmayı sürdürdü.
20’nci yüzyılın ortası, Afrika kökenli Amerikalılar içinse, kendilerini, haysiyetlerini ve özgüvenlerini yeniden keşfettikleri bir dönem olacaktı.
Siyahi romancı John Oliver Killens, 7 Haziran 1964’te New York Times’ta yayınlanan ‘Siyahi zihnin izahı’ başlıklı yazısında, ‘’Benim Georgia’daki çocukluğumda biz siyahların duyabileceği en sevindirici iltifat, siyaha hiç benzemediğimiz, beyaz bir kalbimiz olduğu iltifatıydı’’ diye yazıyor.
Siyahlar, kıtadaki yüzlerce yıllık varlıklarına rağmen, tek bir kuruş ücret almadan yüzyıllarca tarlalarda çalışarak ülkeyi beslemelerine rağmen, yine de ‘yabancı’ görülmeye devam ediliyorlardı. Bugün bile, Donald Trump ve beyaz ırkçısı kitlesinin, doğma büyüme Amerikalı Barack Obama’yı ‘Kenyalı yabancı’, 20 yıl önce ABD’ye göç etmiş, İngilizceyi aksanlı konuşan Melania Trump’ı ise ‘öz be öz Amerikalı’ olarak görmelerine neden olan psikoloji…
John Oliver Killens, efsane siyahi boksör Floyd Patterson ile İsveçli boksör Ingemar Johansson arasında 1950’li yıllardaki ilk dünya ağır sıklet boks maçını, Hollywood’ta bir sinemada, tamamını beyazların oluşturduğu bir kalabalık ile seyrettiği gece yaşadığı hayal kırıklığını aktarıyor. Beyazlar, kendi ülkelerinin boksörünü değil, sırf beyaz olduğu için yabancı boksörü tutuyorlardı.
‘’Maç boyunca oturduğum yerden, ‘’Kır zencinin belini’’ türünden bağırışları dinlemek zorunda kaldım. Ben ve Floyd bize düşman bir ülkedeyiz ve Johansson ise kendi ülkesinde kendi seyircisinin önünde gibi hissettim’’.
ABD’de, ‘siyah zihin’ ve ‘beyaz zihin’ diye iki ayrı zihin yapısı olduğunun bir an önce farkedilmesi gerektiğine dikkat çeken Killens, beyaz zihnin, ‘’iyi huylu sadık köle’’ beklentisini hala sürdürdüğü eleştirisi yapacaktı yazısında:
‘’Sadık köle bir mit. Bir oksimoron. Efendinin, kölelerinin onu ölesiye sevdiğine kendisini inandırma ihtiyacının farkındayız. Beyaz Amerika siyah kölelerin ağzından şu şiiri (Stephen Foster’ın 1852 tarihli şiiri) yazabildi;
‘’İki gözüm iki çeşme ağlıyorum
Hastalanan sahibim için’’
Ancak, ninem bana biraz farklı anlattı. ‘Evet ihtiyar sahibimiz hastalandığında iki gözümüz iki çeşme ağlıyorduk o günlerde. Ama Allah aşkına bunlar sevinç gözyaşlarıydı. Çünkü sahibimizin toğrağa yaklaştığını anlıyorduk’’.
Killens, beyaz zihne, özgür siyahları, ‘sempatiyi haketmeyen tehdit potansiyelli yarı insanlar’ gibi empoze eden propagandanın kölelik yanlılarınca başlatıldığına dikkat çekiyor. Bu anlayışa göre köleler, köle olmayı hakettikleri için köle yapılıyordu. 20’nci yüzyılda, hatta günümüzde bile, siyahlara bakış bu temel üzerine kurulu. Amerikan halkının önemli bir kısmı, siyahları sadece ‘zordan’ anlayabilecek, az gelişmiş bir insan türü olarak görüyor. Onlara yönelik ayrımcılığı, ağır polis baskısını anlayışla karşılıyor.
‘Amerikan zencisinin’ bir Anglo-Sakson icadı olduğunu yazıyor Killens. Maliyeti ya hiç olmayan ya da çok yüksek olmayan amele beklentisi üzerine kurulu ekonomik bir icattı başlangıçta. Ama 20’nci yüzyılda, psikolojik, felsefi, sosyal boyutları da oluşacaktı bu icadın. Killens, ‘siyah Amerikalı’ lafında neden ısrar ettiklerine şu açıklamayı getiriyor yazısında:
‘’Sizler sadece Amerikalısınız ama biz siyah Amerikalıyız. Amerikalı olmaktan fazlasıyız evet ama sadece deri rengimizden dolayı değil. Deri rengimizi sömürdüğünüz için. Meraklısı olduğu için farklı değiliz. Amerika bizi, sırf rengimizden dolayı toplumun geri kalanından özel olarak ayırıp istismar ettiği için farklıyız.’’
Siyahlık yapılan bir şey değil, olunan bir şey. Bu yüzden de siyahların, siyah olmayı bırakıp, beyazlaşmaları beklentisi, köleliğin başka formlarda devamı arzusundan başka bir şey değil. Gettodan çıksanız bile bazı şeylerin değişmemesi bundan. Getto yerine Silver Spring’de beyaz mahallesinde doğup büyüyen siyahi komedyen Dave Chappelle bu durumu şu şekilde hicvediyor:
‘’Ben varoş sokağı zencisi değilim. Ama arkadaşlarımdan hep sakladım bunu. Varoşlardaki sosyal konutlarda büyümüş gibi yaptım. Oysa ailemin durumu iyiydi. O kadar iyiydi ki zengin mahallesi fakiri olabilmiştik. Ama arkadaşlarım zenci mahallesi sosyal konutlarındaki hayattan bahsettiklerinde kıskanıyordum. Çünkü orada hepsi fakirdi. Bir eşitlik vardı. Ama eğer Silver Spring’te fakirseniz, bir tek sizin başınıza gelmiş gibi derin bir ayrımcılık hissediyorsunuz.’’
Köleliğin kaldırılmasından 155 yıl sonra hala ne kadar eğitimli, ne kadar ‘beyazlaşmış’ olursanız olsun farketmez, siyahsanız, istediğiniz mahallede bir beyaz gibi kolayca ev alamıyor, bir iş başvurusunda renginizle hemen geriye düşüyor, polisin size şüpheli muamelesi yapmasından kurtulamıyorsunuz.
Kızılderili katliamları, tehciri, atom bombası, Vietnam Savaşı, Ku Klux Klan, milyarlarca dolarlık yasal kılıflı Wall Street banka soygunları, trilyonlarca dolarlık vergi kaçırmalar ve daha bir çok kara tablonun mimarları beyazlar olduğu halde kimse ‘beyazlığı’, otomatik olarak katliamcı veya hırsızlığa eğilimli bir karakter olarak algılamıyor. Ama, getto şartlarında büyümüş birkaç siyah gencin hırsızlığı, marihuana satıcılığı veya bireysel şiddetini herkes ırktan kaynaklanan davranış yansımaları olarak okuyabiliyor. Siyah insanın gelişmemiş bir tür olduğu zihni bir kez daha kendini pekiştiriyor.
Amerika’nın asıl sorunu, ‘siyah zihnin’ reaksiyonerliği değil, ‘beyaz zihnin’ kendisi hakkındaki aşırı doz farkındasızlığı… Çok büyük bir bölümü, ırkçılığın, ‘olunan’ bir şey değil, ‘yapılan’ bir şey olduğunu göremiyor. En liberal ve solcuları da dahil çoğu, ekonomik ve sosyal hayatta yapılan ırkçılığı sorun görmüyor. Korkunç bir polis şiddeti videosunda birkaç gün hatırlayıp, sonra yeniden ‘normaline’ dönebiliyor. Çoğu zaman ırkçı uygulamaların parçası olmayı bile sorun etmiyor. ‘Başkan bile olabiliyorlar, daha ne istiyorlar’ kolaycılığında başlarını beyaz kumlarına gömüyorlar. Killens’ın da vurguladığı gibi, siyahlara eşitsizliğe duyarsızlıkla, sadece siyahları değil kendilerini de bir tür köleliğe mahkum ediyorlar. Daha özgür, daha müreffeh, daha huzurlu bir yaşam fırsatını yakalama fırsatını tepiyorlar.
‘’Biz siyahlar her şeye rağmen Amerika’yı sevdiğimiz için ülkemizi bu kadar sertçe eleştiriyoruz. Beyazların çoğunun ise hiç böyle bir derdi bile yok’’ diye yazıyor Killens ve ekliyor:
‘’İronik olarak, siyahlar, Amerikanın, gerçek bir eşitlik, gerçek bir demokrasi ve gerçek bir özgürlük için yeni beyaz umudu haline gelmiş durumda.’’
Hiç şüphe yok ki, Trumpian rüzgara kapılmış beyaz ahmaklığı ile uçurum arasındaki ciddi bir engel, siyahlar…
Ve onların haklı öfkesi…
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz