Skip to content
Menu

Sarı humma kara öfke

DENİZ ARSLAN

23 Haziran 2020

Dünyanın konuştuğu ve izlediği iki konu var. Biri virüs, öteki Amerika’daki siyahların isyanı. Olmayan editörüme, bu iki konuyu birleştirip tarih potasında eritecek bir yazıya ne dersin dediğimde, gözleri yuvalarından fırlayacaktı neredeyse. Koca bir karpuz dilimini suyunu saça saça mideye indirdikten sonra, “Yürü be koçum!” diye gazı verdi. “Abi avans?” dedim, birdenbire ciddiyete büründü: “Denizciğim,” dedi, “biliyorsun bir yerden toplu para bekliyorum, o gelsin avansa boğucam hepinizi.” Sonraki yazımın konusu bu olsun madem: Yaklaşık otuz beş senedir beklediğimiz o toplu paralar neden gelmiyor?

Liberté, égalité, haydéééé

Dünyanın bir köle isyanı sonucunda kurulmuş tek ülkesi? 

Köleliği resmi olarak yasaklayan ilk ülke? 

Orta ve Güney Amerika’nın ilk bağımsız ülkesi?  

Evet, istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz, çünkü soruların hepsinin cevabı aynı: Haiti!

Şimdilerde sağda solda heykelleri yerle yeksan edilen, edilmiyorsa makyaja maruz kalan Kristof Kolomb’un 1492’nin Aralık ayında, “Ahanda Hindistan’a geldik beyler,” diyerek ayak bastığı ada ülkesi Haiti, önceleri La Navidad olarak taltif ediliyor. Kolomb günlüğünde şöyle diyor burayla ilgili: “Yanımdakilerin bu adada hakimiyet kuracağından eminim, zira buranın halkı hem baldırı çıplak, hem silahsız, hem de çok korkaklar!” (Korkak babandır!)  

Neyse, sonradan resmi olarak İspanyol sömürgesi haline gelen adaya La Española adını veriyorlar. 17. yüzyılda çarşı karışmaya başlıyor ve Fransızlar, adanın batısını ele geçirip buraya Saint-Domingue adını veriyor: Kurdukları dev şeker kamışı plantasyonlarında Afrika’dan getirdikleri kölelerin sırtından büyük paralar kazanıyorlar. 

“Fransızların bıldır yediği hurmalar ve akabindeki gelişmeler” (Wikipedia)

Fakat Haitili köleler Fransızlardan itliği, puştluğu değil; devrim yapmayı, baş kaldırmayı öğreniyorlar. Fransız devriminin dünyayı ayran bakracı gibi çalkaladığı günlerde Haiti’deki köleler de Fransız ordusunun ilk zenci generali olan Toussaint Louverture önderliğinde ayaklanıyor. Olurdu olmazdı derken, 12 yıl süren bir bağımsızlık macerasının ardından Haitili siyahlar, Napolyon’un ordusunu madara ediyor ve 1 Ocak 1804 tarihinde Haiti’nin bağımsızlığı ilan ediliyor. 

Sarı hummandan sen suçlusun

Azbuçuk tarih bilen herkesin zaten haberdar olduğu bu hikâyenin virüsle ne ilgisi var diyeceksiniz şimdi, haklısınız. O zaman önce, bir zamanlar dünyayı deportivo korunadan beter vurmuş olan sarı hummadan biraz bahsedelim. Batı Afrika kökenli olan sarı humma virüsü, belirli bir sivrisinek türü tarafından taşınıyor. Hastalığın nasıl ilerlediğini anlatmamayım, hepimizin tadı kaçar ama adı, hastalığın en acılı olan üçüncü aşamasındaki kalp ve karaciğer yetmezliğini takip eden ten sararmasından alıyor. 

Yüzyıllar içinde iyi-kötü bir bağışıklık kazanan Afrikalıları daha az etkileyen virüs, 16. yüzyılda köle taşıyan gemilerle Orta ve Kuzey Amerika’ya geldikten sonra ortalığı kasıp kavurmaya başlıyor. Sözgelimi 1793’te Philadelphia’yı vuran salgın, dört ay içinde şehir nüfusunun yüzde 10’unu götürüyor. Ama virüs asıl, sivrisineklerin yaşamasına ve üremesine uygun olan tropikal bölgelerde etkili oluyor. Mesela Haiti’de.

Sen git, kaynın gelsin

Adada, 18. yüzyılın sonunda başlayan köle isyanı bir türlü bastırılamayınca Napolyon, general olan kaynını gönderiyor Haiti’ye. General Le Clerc adındaki bu zâtın emrindeki askerlerden yaklaşık 27 bin tanesinin sarı humma yüzünden telef olduğu söyleniyor. Bağışıklığı olan siyahların virüsten daha az etkilenmiş olması savaşın da seyrini değiştiriyor.

”Temsili sarı humma”

İsyanın başarılı olması büsbütün bununla ilgili değil elbette, ama Napolyon, sarı hummanın da pay sahibi olduğu bu bozgunun akabinde, koca Louisana bölgesini de subasar tarla fiyatına Amerikalılara satıp Yeni Dünya heveslerinden vazgeçiyor. 

Böylesine temiz ideallerle kurulmuş olan Haiti’nin bugün neredeyse bir “failed state” haline gelmiş olması elbette başka yazının konusu, ama sarı humma 1937’de aşısı bulunana kadar dünyayı kırıp geçirmeye devam ediyor. 1878’te salgın yüzünden hali vakti yerinde olanların terk ettiği Memphis’in içler acısı halini New Yorklu bir gazeteci şöyle tarif ediyor:

“Şehir neredeyse bomboştu… Bununla birlikte, o korkunç vaziyetin kanıtlarını görmek için fazla zaman geçmesi gerekmedi. Gördüğüm, bir araca benzeyen ilk şey, sokak sokak gezerek ceset toplayan bir kamyondu. (…) İki blok daha gittiğimde, cenaze levazımatçısının önünde üst üste yığılı tabutları gördüm ve onların aralarından geçmek zorunda kaldık. Herkes dehşet içindeydi. Genç bir doktor bana, ‘Burada kalmak büyük cesaret işi. Bugün biriyle konuşuyorsunuz, ertesi gün adamın mezarda olduğunu söylüyorlar,’ dedi.”

“Memphis’in kaymak tabakası sarı hummadan kaçmak için Alaçatı’ya akın ediyor” (Wikipedia)

O yaz Memphis’ten ayrılamayan yaklaşık 20 bin kişinin 17 bini sarı hummaya yakalanırken, hastalığı kapmış olan 6 bin beyazın 4 binden fazlası hayatını kaybediyor.

Toplu paralar gelecek mi?

Serim ve düğümde iyiyim ama çözüm kısmına biraz daha çalışmam lazım. O yüzden bu yazıyı olmayan editörümle bağlayayım. Başta aktardığım diyaloğun devamında, “Abi,” dedim ben buna, “ben kendimi bildim bileli bir yerlerden toplu para bekliyorsun sen. Acaba gelmeyecek mi o para?” Tam ağzına bir dilim daha karpuz atacakken durdu, “Oğlum,” dedi, “divane misin? Gelmeyecek tabii. Ama gelecekmiş gibi yaşayacaksın bu dünyada. Yoksa virüsten önce gam öldürür adamı!”

DENİZ ARSLAN, öykü ve deneme yazarı. Berlin’de yaşıyor. Twitter’dan takip edebilirsiniz.