Kızılderililer Mississippi’yi yeniden geçerken…
CEMAL TUNÇDEMİR
13 Şubat 2021
19 Ocak 2019 günü, ABD’nin başkenti Washington DC’deki ünlü Lincoln Anıtı yakınlarında Kızılderili Uluslar Yürüyüşü sonrası dua dansı yapan bir grup Kızılderili şamanın etrafı, oradan geçmekte olan oldukça kalabalık ve oldukça beyaz genç bir grup tarafından sarıldı. O gün başkentteki bir başka gösteriye, Trump destekçilerinin düzenlediği kürtaj yasağı yanlısı iddialı ‘Hayat Yürüyüşü’ne katılmak için Kentucky’den gelmiş Convington Katolik Lisesinin tamamı beyaz dindar öğrencileriydi bu gençler.
Çoğunun kafasında, Trump’ın kırmızı renkli MAGA (Amerika’yı Yeniden İhtişamlı Yap) şapkası olan bu beyaz gençler, kızılderili davulları ile dua dansı yapan şamanlarla alay etmeye başladılar. Sinemadan, spor tribünlerinden öğrendikleri ve Kızılderili kültürü ile ilgisi olmayan çığlıklar veya ‘heyo heyo’ bağırışlarıyla kendilerince Kızılderili taklidi yaparak, bu şamanların kutsal nefeslerini bastırmaya çalıştılar. Bütün bunları da an be an videolara kaydederek sosyal medyadan paylaştılar. Derken içlerinden biri, beyazların ülkesini işgal eden bu Kızılderili ‘’yabancılara’’ karşı Trump’ın ‘yerli ve milli’ duruşunu çığlıklaştırarak, ‘’Duvar İnşa Edilsin Artık!’ diye bağırdı. Trump’ın, asıl amacı ‘’beyaz olmayanların’’ ABD’ye girişini engellemek olan göçmen politikası çerçevesinde bulduğu dahiyane çözüm olan Meksika sınırı duvarını kastediyordu bağıranlar.
Bu ırkçı tacizin mağduru olan Omaha’lı Kızılderili büyüğü Nathan Philips, sonradan, bu cahil beyaz gençlere hiçbir nefret veya öfke duymadığını sadece acıdığını dile getirecekti. Bütün bu kötülük içinde onun dikkatini, daha pozitif bir şey çekmişti. Bağırış çağırışlar ve alaylarla Kızılderili şarkısını bastırmaya çalışan gençlerin bir kısmı, Kızılderili şamanlar hiç ritimlerini bozmadan ısrarla devam ettikçe, kabalığı, saygısızlığı bırakıp onlara eşlik etmeye çalışıyordu. Bu ikilem sadece o gençlerin değil, Amerika’nın ruhundaki 400 yıllık epik çatışmanın da gündelik bir yansımasıydı sadece.
İngiliz şair, yazar D. H. Lawrence, 1920’li yıllarda kaleme aldığı Amerikan Edebiyat Klasikleri adlı çalışmasında, Amerikan bilincini, ‘’inşası süren eksik bir bilinç’’ olarak tarif ediyor. Ona göre, Amerikalıların ulusal kimlik krizi, iki paralel olmayan dilemma etrafında dönmeye devam ediyordu.
İlki, Amerikalıların, kendilerini olmadıkları şeyler üzerinden tanımlama yönündeki tuhaf gayretkeşlikleriydi. Kendine ait bir pozitif kimliği, olmadığına vurgu yaptığı negatif kimliklerle oluşturmaya çalışıyorlardı.
İkincisi, beyaz Amerikalının, bir yandan pastayı demokratik ve uygar bir özenle dilimleyip, diğer yandan bütün dilimleri sadece kendisi yeme iştahı dilemması. Ona göre bu, Amerikalıyı, hem uygar bir düzen inşa etme hem de vahşi bir özgürlük içinde olmayı aynı anda istemeye sevk ediyordu. Bu özgürlük, birisi kendilerinden olmadığında onu hemen linç etme özgürlüğündeki özgürlüktü. Nitekim kurucu irade bile, bir yandan kendi zamanının çok ilerisinde bir düzen kurarken, diğer yandan ‘’tanrı önünde bütün insanlar eşittir’’ diye başladığı metinleri, kadınları, siyahlar, yerlileri hak sahibi olmaktan mahrum bırakan maddelerle tamamlıyordu.
James Fenimor Cooper’ın, bir yandan demokratik eşitlik vaazları verip diğer yandan neden bazı Amerikalıların daha eşit olduğunu savunan romanlarının, Amerikalıların 19’ncu yüzyıl boyunca en çok okudukları romanlar olması şaşırtıcı değil bu yüzden. 20’nci yüzyıl başlarına kadar bile birçok Amerikan entelektüeli de, öz farkındalığı olmayan içgüdüsel ‘kökene dayalı biz bilinci’ ile, öğrenilebilen ve öz farkındalığı olan ‘vatandaşlık zihniyetine dayalı biz bilinci’ arasında gidip geliyordu. İkincisine göre birincisi çok büyük bir günahtı ama yine de bu günahı işlemeye de büyük şehvet duyuyorlardı.
Kendisi de New Mexico’daki bir Pueblo yerleşim alanının yakınlarında bir süre gönüllü sürgün hayatı yaşayan D. H. Lawrence, ‘Kızılderilileri’, Amerikan kimliğindeki bu müphemiyetinin merkezine yerleştiriyordu. Avrupalı göçmenlerin aksine yerlilerin bir kimlik krizi yoktu. ‘Kendi olmada kemale ermiş’ insanlardı. Bu özgür varoluşlarıyla kıtanın ruhunun sözcüleri konumundalardı. Zihni, Avrupa kökenli bir mantığa ve sosyal düzene hapsolmuş Amerikalı ise, bu tamamlanmışlığa, özgürlüğe ve sözcülüğe derin bir haset duyuyordu. Umutsuzca coğrafyanın sözcüsü konumuna yükselmek istemekteydi. Bunun yolunun ise doğal sözcüyü imha etmekten geçtiği düşüncesindeydi. İşte Lawrence’a göre beyaz Amerikalının ruhundaki 400 yıllık epik dilemma buydu; ‘’Aynı anda hem Kızılderilinin kökünü kazıma isteği hem de onu yüceltme isteği’’.
Başlıkta ve devamında pervasızca kullandığım kelimeye şerh düşeceklere peşinen hak veriyorum. ‘Kızılderili’ rencide edici ve ırkçı bir isimlendirme. (Ama yazının akışını bozmamak için yazının geri kalanında da Kızılderili’yi, ‘redskin’in değil, ‘Indian’ın karşılığı olarak kullanacağım).
‘Kızıl derili’ isimlendirmesinin rencide ediciliği bir yana bu genellemenin gerçek yaşamda bir karşılığı da yok. Çünkü, ‘Kızılderili’ diye bir ulusal veya etnik kimlik mevcut değil. Tıpkı, Avrupalı veya Asyalı diye bir ulus olmadığı gibi… Tek bir halkı anlatıyor sandığımız bu isimlendirme, Patagonya’dan Alaska’ya devasa bir kıtaya yayılmış yüzlerce farklı yerli ulusu içeriyor. Etnik kökenleri, dilleri, inançları, adetleri, yaşam tarzları, fiziksel özellikleri birbirinden çok farklı yüzlerce ulustan söz ediyoruz. Kendisine ABD’de çöl ve deve esprisi yapılan bir Türk, Avrupa’da sumo göndermesi yapılan bir Koreli, Türkiye’de Çinli diye hitap edilen bir Japon’un aklından muhatabı hakkında o anda ne geçiyorsa, Lakota adetleriyle selamladığımız bir Apaçi’nin aklından da aynı şey geçiyor: ‘’Çok cahilsin!’’.
‘Kızılderili’ genellemesi aslında, onları tanıma, tanımlama ihtiyacının bir sonucu olarak doğmadı. ‘Amerikalıları’ (Avrupa kökenli beyazları) tanımlama ihtiyacına hizmet eden bir isimlendirme olarak doğdu. Yerleşimci beyazlar için ‘biz’i tanımlıyor, ‘biz’in çerçevesini çiziyordu. Yani beyaz protestanlığa dayalı ‘uygar insan’ kimliğini vurgulama imkanı veren bir kontrast işlevi görüyordu. Üstün insanları, yani beyazları, diğer bütün ‘’vahşilerden’’ ayırıyordu.
Beyazların kıtadaki ‘’sosyal ve politik egemenlik hakkına’’ zemin teşkil eden emperyal bakışın ürünüydü. ‘’Bu toprakların gerçek sahibi biziz’’ türünden ilkel hegemonik cümleler kullandıklarında ‘biz’in sınırlarını belirginleştiriyordu. Bu yönüyle, gerçekte ‘biz beyazlar gibi normal insan olmayan’ anlamına geliyordu. Tıpkı Türkçe’deki korkunç, ‘gavur’ nitelemesi gibi. Zaten, Avrupalı yerleşimcilerin Kızılderililer için 19’ncu yüzyıl sonuna kadar yaygın şekilde kullandığı isimlerden biri de ‘gavur’du (heaten).
İronik olarak, Kızılderili uluslar ise, Avrupa kökenli beyazları, diğer yerli uluslardan farklı görmüyorlardı. Yani onlar için beyazlar ile örneğin husumet yaşadıkları, komşu oldukları veya ticaret yaptıkları bir başka yerli ulusu arasında özel bir fark yoktu. Yani, ‘beyaz adamın’ bakışından farklı olarak Amerikan yerlilerinin zihin dünyasında, ‘beyazlar – biz yerliler’ şeklindeki toptancı ikili kategori yoktu.
Yine dışlayıcı ve aşağılayıcı ‘Kızılderili’ genellemesi, bu kimliğin içine hapsedilen bütün bu ulusların çeşitliliğini, tarihlerini, kültürlerini, ruhlarını ve böylece ‘insan’ oldukları gerçeğini görünmez kılıyordu. Böylece de onlara yapılacak her türlü zalimliği, kötü muameleyi de vicdanlarda meşrulaştıran bir araca dönüşüyordu. Örneğin yerli bir ulus ile devlet arasında, bir grup öncü yerleşimci ile civarlarında yaşayan Kızılderililer arasında ve hatta tek bir beyaz ile tek bir Kızılderili arasında bile anlaşmazlık veya çatışma olduğunda, sadece o ulusu, grubu, Kızılderili şahsı değil, kıtadaki bütün Kızılderilileri hedef alan düşmanlık ve nefret besleniyordu.
Avrupa kökenli öncü yerleşimcilerin büyük çoğunluğunun zihni bu genellemeci bakışın neden olduğu paranoyanın etkisindeydi. Ormanda, ovada, işlek bir yolda veya ıssız bir dağda, beyaz gören her ‘Kızılderili’, hemen o masum beyazı öldürmek için saldırırdı onlara göre. Beyaz öncülerden oluşan konvoylar, henüz ‘uygarlaşmamış’ coğrafyalarda ilerlerken, vahşi Kızılderililerin etraftaki tepelerden onları izlediği ve her an saldırarak kendilerini öldüreceği psikolojisine teslim oluyorlardı. ‘Kızılderili korkusu’ üç asrı aşkın süre beyazların bilinçaltında yer etti. Bu da, 1800’lü yıllarda General Sheridan’ın ünlendireceği, ‘En iyi Kızılderili ölü Kızılderilidir’ sözüyle ifade edilen vahşi saldırganlığa yol veriyordu.
İşte bu psikolojik algıyla beyazlar, ‘’Kızılderili’’ gördükleri yerde hemen beklemeden saldırıp öldürmeye çalışıyordu. Beyazlar, öldürdükleri Kızılderililerin silahsız kadın ve çocuk olduklarını fark ettiklerinde bile, hala, ‘Kızılderili’ genellemesi sayesinde, ‘Laftan anlamayacak bu vahşiler yediden yetmişe ölmeyi hak ediyor’ veya ‘filan eyalette bir beyazı öldürdü bunlar, acınmayı hak etmiyorlar’, ‘Onlar Custer’ı şehit ederken iyi miydi? (Lakotalarla bir çatışmada öldürülen Amerikan yarbayı)’ gibi vicdan yıkayıcı gerekçelerle zulümlerini savunabiliyorlardı. Aralarında kadın ve çocukların da olduğu silahsız yerlilerin topluca öldürüldüğü bazı büyük katliamlar, bugün bile resmi literatürde, ‘battle (çatışma)’, şeklinde kayıtlı kalmaya devam ediyor.
‘Kızılderili Sorunu’nun, sadece vahşi batıda ‘toplumsal huzuru’ ve ’uygar düzeni’ hedef alan gruplarla ilgili değil, bir Amerikan kimlik sorunu olduğunun en çarpıcı göstergesi, Misssissippi’nin doğusundaki Kızılderili uluslara yapılanlardı.
Atlantik hattı boyunca uzanan coğrafyada beyazlar ile birlikte yaşayan ve beş büyük yerli ulus ile çok sayıda küçük gruptan oluşan bu yerliler, ‘uygarlaşmış kabileler (Civilized Tribes)’ şeklinde nitelendiriliyordu. Beyazlarla iç içe barışçıl şekilde yaşıyorlardı.
1828 yılında ‘elitlere karşı milletin adamı’ temalı söylemiyle seçimi kazanan ve ABD’nin ilk popülist başkanı olacak Andrew Jackson’ın ilk icraatı, ‘Kızılderili Tehcir Yasası’nı Kongreden geçirmek oldu ve Mississippi’nin doğusunda yaşayan çok sayıda yerli ulusun yüzbinlerce mensubu, evlerinden, tarlalarından kopartılarak, Mississippi nehrinin batısına zorla göç ettirilmeye başlandı. Binlercesinin hastalıklardan saldırılardan veya açlıktan öldüğü bu tehcir güzergahı, bugün Amerikan müfredatında ‘Gözyaşı Yolu (Trail of Tears)’ şeklinde adlandırılarak utanç ve acıyla anılıyor.
Andrew Jackson, ‘’Kızılderili Tehciri Kanunu, ülkenin, okuma yazma bilmeyen vahşi ve çapulcu bir avuç avcının elinde kalmış geniş bir toprakta, yoğun bir uygar nüfus yerleşimi imkanı verecek’’ diye savunacaktı yasayı. Oysa, o günlerde zorla göç ettirilen Cherokee’lerin yüzde 90’ı kendi dillerinde (çoğu İngilizce de okuyup yazabiliyordu) okuma yazma biliyordu ve tarımla iştigal ediyordu. Cherokee’ler arasında İngilizce okuma yazma oranı ironik olarak beyazlardan bile yüksekti. Cherokee yönetimi, ABD devlet yönetimini taklit eden başarılı bir hükümet organizasyonu kurmuştu. Bu başarılı organizasyonla, pamuk başta olmak üzere tarımsal üretimde beyazları geçmeye başlamışlardı. Güneyli pamuk tüccarı beyazlarda ise, yerlilerin zenginleşmelerine derin bir haset, mallarına derin bir yağma arzusu büyüdükçe büyüdü. Cherokee arazilerinde 1828 yılında altın da bulunması, bu ‘yağma iştahını’, dolayısıyla da tehcire desteği daha da artırdı.
Kızılderili Tehcir Yasasının uygulanmasına nezaret eden komutan General Winfield Scott, (1864 tarihli biyografisinde aktarıldığına göre), ‘vahşi, cahil, saldırganlar’ olarak nitelendirilen Cherokee’leri, ‘’Sıcakkanlı, medeni, iyi okuyan, çoğunlukla zanaatkar zengin insanlar’’ olarak tasvir ediyordu. General Scott’ın dikkatini çeken asıl konu da, bu iyi hasletlerine ve entegrasyon heveslerine rağmen, Georgia’nın beyaz halkının Cherokee’lere duyduğu ölçüsüz nefretti. Kendilerinden aşağı gördükleri Kızılderililerin kendilerinden daha müreffeh ve başarılı insanlar olmalarını hazmedememenin tetiklediği bir nefretti bu. ‘’Hasedin tetiklediği bu kör nefretleri, Kızılderililerin de insan olduğunu onlara unutturuyordu’’ diye anlatacaktı sonradan general.
1993 yılında yayınladığı kitapla Kızılderili Tehcirinin öyküsünü yazan tarihçi Anthony Wallace, ‘’Beyazlar için, sarhoş ve saldırgan, vahşi Kızılderililer değil; medeni, kentli ve hepsinden önemlisi de kendi kulvarlarında, yani pamuk üreticiliğinde kendilerini yenen Kızılderililer daha büyük tehditti’’ diye yazarak dikkat çekiyor bu hasede…
Pastanın bütün dilimlerini sadece kendisi yeme hırsı, doğal olarak çok geçmeden gözünü Mississippi Nehrinin batısına da dikecekti. Andrew Jackson’ın deyimi ile ‘Özgürlüğün Coğrafyasını Genişletme’ politikası, tarihçilerce ABD’nin ilk emperyal politikasının, bütün kıtaya yayılma isteğinin temeli olacak konseptin doğmasına yol açtı; Manifest Destiny. Yani ‘Biçilmiş Kader’. Jacksonian Demokrasinin önde gelen savunucusu gazeteci John O’Sullivan’ın, 1845 yılında Texas’ın ABD’ye ilhakını savunan yazısında ilk kez kullandığı bu ifade, Pasifik’e kadar olan bütün coğrafyayı, tanrının beyaz Hristiyan Amerikalılara biçtiği kader olarak görüyordu. Batıya göç teşvik edildi. Mississippi’nin batısında art arda eyaletler kurulmaya ve birliğe ilhak edilmeye başlandı.
Biçilmiş Kader önündeki tek sorun, Mississippi’nin Batısından Pasifik’e kadar uzanan devasa coğrafyanın ‘yerli uluslarla’ dolu olmasıydı. Çok büyük bölümü savaş istemiyordu ve federal Amerikan hükümeti ile barış içinde yaşama konusunda anlaşmalara imza attılar. İşte bu coğrafyadaki Kızılderililerle ilişkileri, sorunları ve arazileri yönetecek bir bakanlık ihtiyacı ile 1849 yılında ABD İçişleri Bakanlığı kuruldu. 1830’larda Savaş Bakanlığı bünyesinde kurulan Kızılderili İşleri Ofisi de (BIA), genişletilerek bu yeni bakanlığın en önemli dairesi haline getirildi.
Yeni bakanlığın en önemli icraatlarından biri, son 50 yılda bazı basit formları oluşturulan Rezervasyon Sistemini kurmak oldu. ‘Kızılderili Rezervasyonu’, ABD federal hükümetince resmen tanınan bir yerli ulusun egemenliğindeki toprakları ifade ediyor. Bu topraklardaki iç işleyiş ve yönetiminde, içinde yer aldıkları eyaletin yönetimi değil, Kızılderili ulusunun kendi yönetimi yetkili ve sorumlu. Doğrudan ABD İçişleri Bakanlığına bağlılar. Rezervasyon politikasının temel amacı, Kızılderili ulusları gözetim altında tutup, asimile etmek veya o kısıtlanmışlık içinde yok olup gitmelerini beklemekti.
Mississippi’nin batısında art arda Kızılderili rezervasyon bölgeleri oluşturuldu. Ancak Rezervasyon bölgelerinin çoğu, o ulusların kendi tarihsel kutsal topraklarına kurulmuyordu. Bu neden bazı yerli uluslar, federal hükümetin onlara seçtiği rezervasyon topraklarına taşınmayı reddedince 19’ncu yüzyılın ikinci yarısında Kızılderili savaşları başladı. Bunların en ünlüsü Lakota’ların bir koluyla (Sioux) 5 yıl süren süreniydi. Bu savaş sırasında 1876 yılında Little Bighorn’da ABD’nin 7’nci Süvari Alayı’nın başta komutanı Yarbay George Custer olmak üzere yarısının öldürüldüğü çatışma, ABD’nin, tarihinde Kızılderililere karşı en büyük yenilgisi olacaktı.
1880’lerden itibaren Rezervasyonlara dönük yoğun bir asimilasyon ve Hristiyanlaştırma kampanyası başlatıldı. Kızılderili çocuklar, İngilizce dışında bir dil öğrenmemeleri ve Hristiyan olarak yetiştirilmeleri amacıyla ailelerinden zorla koparılarak asimilasyon kurumları olan yatılı dini okullara nakledildi.
Mississippi’nin doğusundaki Amerikan yerlileri kamusal alanda görünmez hale gelip, Mississippi’nin batısındaki yerliler ise Rezervasyonlarda sessiz bir tükenişe bırakıldıkça, Amerikalının bilinçaltındaki üç asırlık ‘Kızılderili korkusu’ da yok olmaya başladı. 1900 yılında 20’nci yüzyıla girilirken ‘Kızılderili’ artık çoğunlukla geçmişe ait bir şeyi ifade ediyordu. Avrupalıların Kuzey Amerika’da ilk üslerini kurdukları 1607 yılında, sadece bugünkü ABD sınırları içinde kalan coğrafyada 3 milyon civarında yerli yaşıyordu. 1900 yılı nüfus verilerine göre ise ABD’de toplam 200 bin civarında Kızılderili kalmıştı. Yani 300 yılda nüfusları artmak bir yana yüzde 90 oranında azalmıştı. O yıllarda birçok yerel gazete, küçük kasaba veya şehirlerinde yaşayan ‘son Kızılderili’nin ölüm ve anma yazılarıyla doluydu. Bu da beyazlarda, Kızılderili kalmadığı, tamamen yok olup gittikleri yanlış algısını daha da pekiştirecekti.
Kızılderili’nin ‘soyu tükenen’ bir tür olduğundan herkes emin olduktan sonra Kızılderililere yönelik sempatik konuşmalar, yazılar, devlet politikalarına eleştiriler de ilk kez baş göstermeye başladı. Örneğin, Cherokee’lerin, göçe zorlanan ve tehcir yolunda eşini kaybeden lideri John Ross’un geride kalan evi, Georgia eyaletince Ulusal Tarihi Anıt ilan edilerek müzeye dönüştürülecekti sonradan. Kızılderililer konusunda en yetkin tarihçilerinden biri olan Philip Deloria’nın, ‘Playing Indian’ adlı kitabında dikkat çektiği ‘Kızılderiliyi oynamak’ aşikar bir milli spor haline geldi. Öyle ki Amerikan ordusu, en gurur duyduğu araç ve silahlarına, Apachi, Comanche, Lakota, Cheyenne Black Hawk(Kara Şahin), Tomahawk (Kızılderili baltası) gibi Kızılderili isimleri verecekti. Amerikan özel sektörü de geri kalmayacaktı. Örneğin, otomobil endüstrisi, Pontiac’tan Chrysler’ın Jeep Cherokee’sine kadar modellerle, Kızılderiliyi güçlü ve dirençli gören psikolojiye hitap edecekti.
19’ncu yüzyıl boyunca ABD toplumuna ve devletine egemen çarpık ve indirgemeci genellemecilik ise, 1930’larda başlayan ‘western’ filmleri fırtınası ile Hollywood’ta yeniden hortladı ve bu kez bütün dünyanın zihnine de yerleşti. Bu filmlerde ‘Kızılderili’, beyaz gördüğü anda ürkütücü sesler çıkararak saldıran bir yabani insan (savage) türüydü. John Ford’un 1939 tarihli ‘Stagecoach (Atlı Araba)’ filmi, bu algının adeta zirve standartçısı oldu. Kızılderililer, normal insan olmaktan çıkarılıp, canavarlaştırılırken, sadece gerçek olmayan bir Kızılderili miti değil, gerçek olmayan bir ‘kovboy’ miti de oluşturuluyordu.
Portland Üniversitesi Yerli Uluslar Araştırmaları Profesörü Theo Van Alst’ın ünlendirdiği ‘sihirli kurşun teorisi’ de bu filmle ilk kez gümüş perdede kendine yer buluyordu. Beyazların attığı her kurşun hangi pozisyon ve açıdan sıkılırsa sıkılsın mutlaka bir Kızılderili’ye denk geliyor ve nerdeyse tamamında Kızılderiliyi öldürüyordu. Ama tek bir beyaza kurşun denk gelmesi bile ancak çoğu ölecek onlarca Kızılderilinin sayısız kurşunundan sonra mümkün olabilirdi.
Ekranın ve perdenin ‘iyi Kızılderili’leri de vardı. Ama bunların nerdeyse tamamı, Hristiyan olanlar veya Hristiyanlığı en yüksek değer görenler; başı sıkıştığında bir beyaza yardım edenler; veya altına ulaşmalarını sağlamak gibi beyazların ihtiyaçlarına hizmet edenlerdi sadece. Hakkını arayan, kendini beyazla denk gören istisnasız her Kızılderili, çirkindi, vahşiydi, saldırgandı. Öyle ki, ‘iyi Kızılderililer de var’ savunucuları bile, ‘onlar da bizim gibi insan’ noktasında değildi. ‘Nobel savage (soylu vahşi)’ noktasından hareket ediyorlardı. ‘Kızılderili dostu’ gibi görünen Kurtlarla Dans filmi bile, topraklarını yerleşimcilere karşı savunan Pawnee’leri vahşi saldırganlar, Lakota’ları ise sırf bir beyaz kadını evlat edinip büyüttükleri ve teğmen John Dunbar’ı (baş karakter) misafir ettikleri için ‘iyi Kızılderililer’ olarak algılamamıza hizmet ediyordu.
Kansas Üniversitesi Film ve Medya Araştırmaları profesörü Joshua Miner ise, PBS’te katıldığı bir programda, beyazların Kızılderililerle ilgili yaptığı filmlerde (örneğin Kurtlarla Dans) öncelikli amaçlarının kafalarındakine yakın bir Kızılderili imajı yaratmak olmadığı düşüncesinde. Ona göre beyazların bu filmlerde asıl yapmaya çalıştıkları, Kızılderiliyi kontrast olarak kullanıp, kendileri hakkında zihinlerinde besledikleri beyaz adam konseptine vurgu yapmak. Abartılı, sorunlu zıt bir karakter oluşturarak, beyazlar hakkında olumlu bir imaj yaratıyorlar aslında. İnsanlığın teknik, sosyal, bilgi gelişimine kapalı, diyalog ve iletişime mesafeli, ilerlemeye, kalkınmaya direnen Kızılderili imajı, bu çabanın sonuçlarından sadece birisi.
Bir de, Kızılderilileri övüyormuş gibi yaparken tarihin derinliklerine gömen, hala var olduklarını yok sayan filmler var. En ünlüsü de hiç şüphesiz, 1992 tarihli Son Mohikan filmi. Filmdeki baş Kızılderili karakteri bile bir beyaz aktörün canlandırmasını eleştiren Profesör Van Alst’ın deyimi ile, ‘’Beyaz adamın, Kızılderiliden daha iyi Kızılderili bile olabildiğinin gösterildiği’’ Son Mohikan filmi, James Fenimore Cooper’ın 19’ncu yüzyılda yazdığı aynı adlı romanın, sayısız sinema uyarlamasından biri aslında. Beyaz Amerika’nın yüzyıldan fazla ‘tarih kitabı’ muamelesi yaptığı bu roman, büyük bilgi yanlışları ve ondan da büyük tarihsel yanılgılar da içeriyordu. Örneğin, Chingachgook, oğlu Uncas öldürülünce, kendisini ‘dünyada kalan son Mohikan’ ilan ediyor. Oysa Uncas, Connecticut’ta bugünde varlıklarını sürdüren Mohegan’ların lideriydi. Romana ve filmlere ‘Mohikan’ telaffuzuyla konu olan Mahekan ulusu ise romanın ve filmin adının aksi iddiasına rağmen yok olup gitmedi. Hala varlıklarını sürdürüyorlar. Öykünün de geçtiği ana vatanları olan New York eyaletinin Yukarı Hudson havzasında değil, 1830 Tehcir Yasası ile zorla sürüldükleri Wisconsin eyaletinde…
Kendisi de Pasifik yakası yerli uluslarından Spokane’lerin bir üyesi olan yazar Sherman Alexie’nin hikayesini yazdığı 1998 tarihli Smoke Signals (Dumanla Haberleşme) filmi, Hollywood ve televizyonun on yıllarca sürdürdüğü bu tek tip indirgemeciliğin mizahi eleştirisi olarak oldukça dikkat çekecekti. Senaryodan yapıma, yönetmeninden oyuncularına kadar tamamı Kızılderili bir ekibin ürettiği ilk büyük film ünvanına da sahip filmde, 1990’lı yıllarda, Arizona’nın Phoenix şehrinde ölen babasının küllerini getirmek için Rezervasyondan ayrılıp yola çıkan iki yerli gencin yol öyküsü anlatılıyor.
Bu iki gençten Victor Joseph, yüzünden tebessümü eksik olmayan evlatlık kardeşi Ateşyakan Thomas’a, ‘’Ahmaklar gibi sırıtmayı bırak. Bilge adam gibi dur biraz’’ diye çıkışınca diyalog şöyle gelişir:
– ‘’Biraz vakur görün. Yüzüne ciddi bir ifade takınmazsan, beyazlar sana saygı duymaz. Savaşçı havasında ol. Her zaman, bizon öldürmekten taze dönmüş adam gibi bak etrafına’’.
– ‘’İyi de bizim kabile hiç bizon avlamaz ki… Biz balıkçı bir kabileyiz’’.
– ‘’Beyazlara balıktan dönüyormuş gibi görünemezsin. Ne bu? Somonlarla Dans mı? Kurtlarla Dansı yüzlerce kez seyretmene rağmen hala nasıl Kızılderili olunması gerektiğini bilmiyorsun!’’
Kızılderililerle ilgili sayısız klişe art arda alaya alınır film boyunca. Örneğin Rezervasyon çıkışında, şehre gitmek için otostop yapan iki kafadarı almak için duran arabadaki kuzenleri iki yerli kadınla diyaloglarındaki gibi…
‘’Tamam’’ derler arabadaki kadınlar, ‘’Sizi götürürüz ama karşılığında bize ne vereceksiniz. Biz Kızılderiliyiz, biliyorsunuz. Takasçıyız. Takassız kimseye iyilik yapmayız.’’
Sonra Kızılderili kızlardan biri olan Velma, bu iki şaşkına, ‘pasaportunuz var mı?’ diye sorar.
‘’Pasaport mu?’ diye şaşırırlar.
– ‘’Evet pasaport. Rezervasyondan çıkıyorsunuz. Yani tamamen yabancı bir ülkeye gidiyorsunuz kuzen’’
– ‘’Ama, burası da Amerika.’’
– ‘’Evet, Amerika. Olabilecek en yabancı ülke. Aşılarınızı oldunuz mu?’’
Bugün ABD’da yaşayan Kızılderililerin çoğunluğunu temsil etmeseler de Montana, South Dakota, Arizona, New Mexico ve Utah gibi bazı eyaletlerdeki Kızılderililer hala büyük ölçüde, resmi ‘Kızılderili toprakları’ olan rezervasyonlarda veya rezervasyonlarının yakınlarındaki kasabalarda yaşıyor. Yaklaşık 100 yıldır, var oldukları bile unutulmuş insanlar bunlar.
Dumanla Haberleşme’nin yazarı Sherman Alexie de böylesi rezervasyonların birinde doğup büyüyen Kızılderililerden biri. Bir televizyon söyleşisinde ‘’Mono kültürün içine doğup büyüdüm’’ diye anlatıyor rezervasyonundaki sessiz durağanlığı:
‘’Annem, nenemin doğduğu evde doğup büyümüş. Rezervasyonda herkes herkesin akrabasıydı. Öğretmenlerimiz de dahil. Ben ilk kez rezervasyondan çıkıp şehre geldiğimde bir göçmendim. İlk kuşak bir göçmenim ben. Amerikan yerlisi göçmen (gülüyor)’’.
İronik olarak, ‘yok olup gidecekler’ diye doluşturuldukları rezervasyonlar, Kızılderili ulusları yok olmaktan kurtaran şey oldu. Yeniden çoğalmalarına ve kimliklerini, dillerini yaşamalarına imkan sağladı. Federal hükümet, 1880’lerde başlatılan asimilasyon politikasının başarısız olduğunu anlayınca, 1940’lardan itibaren, Federal hükümetin Kızılderili ulusları resmen tanıma ve iç hükümet olarak kabul etme kararları tek tek iptal edilmeye başlandı. Yaklaşık 30 yıl sürecek bu eliminasyon politikasının (Termination Policy) zirvesi ise 1956 yılında çıkarılan Kızılderililerin Yeniden İskanı Kanunu‘ydu. Kızılderililerin şehirlerde asimile olması amaçlı bu kanunla, Rezervasyon kapakları açıldı. Rezervasyonlardan, şehirlere taşınmalarına zemin hazırlandı.
Bu yasa, şehre büyük bir Kızılderili göçüne yol açtı ama Kızılderililer şehirde de asimile olup kaybolmadılar. Üstüne bir de renklendiler. Şehirlerde, karışık evliliklerin sonucu sarışın, kırmızı saçlı, kıvırcık veya siyahi yeni Kızılderililer oluştu. Elbette ki Hollywood’ün ünlendirdiği, iri elmacık kemikli, uzun siyah saçlı, esmer tenli görünüşe sahip olanlar hala çok ama bugün Kızılderililerin çok önemli bir kısmını görünüşünden hemen anlamak imkansız. Ve yine ABD, mühendis, öğretmen, sanatçı, doktor, akademisyen, entelektüel yepyeni bir Kızılderili kuşağıyla tanıştı. Kendisi de Chayene Kızılderilisi olan Tommy Orange’ın 2019’da Pulitzer Ödülü finalisti olan romanı ‘’There, There’’, ‘şehirli Kızılderililerin’ yaşamına ve kimlik algılarına etkileyici bir ayna tutuyor.
1960’larda yükselen Sivil Haklar reformları iklimi 1970’lerde Kızılderili aktivizminin de yükselmesine neden oldu. Eliminasyon politikasına son verilerek, Kızılderili uluslarla yapılmış anlaşmalara sadık kalınması isteğiyle gösteri yapmak için 1 Kasım 1972 günü ABD başkenti Washington DC’ye gelen 800’e yakın Kızılderili aktivist, gece hotellerde konaklama paraları olmayınca, geceyi geçirmek için çok sembolik bir mekanı seçtiler: ABD İçişleri Bakanlığı Kızılderili İşleri Dairesi. Polisin gelip binada yatanları şiddet kullanarak tahliye etmeye yeltenmesi, bu çaresiz misafirleri pasif direniş eylemcilerine dönüştürdü. Altı gün boyunca binayı terk etmeyi reddeden Kızılderililer, Amerika’ya ve tüm dünyaya, ‘’yok olup gitmiş bir tür’’ olmadıklarını, halen yaşadıklarını hatırlattılar.
Beyaz Amerikan toplumunda da artan haklara saygı ve eşitlik duyarlılığı ile yükselen Kızılderili aktivizmi sonucunda ABD hükümeti resmen pes etti. 1970’lerin ortasında eliminasyon politikasına son verilerek, Kızılderili uluslar ve rezervasyonların federal tanınma kararları yeniden iade edildi. 1978 yılında, yüz yıllık asimilasyon politikasına resmen son verildi ve son kalan yatılı okullar da kapatıldı. Bazı Kızılderili ulusların Hayalet Dansı, Güneş Dansı gibi şaman dansları üzerinde 19’ncu yüzyıldan beri devam eden yasaklar kaldırıldı.
‘’Rezervasyonları biz yapmadık. ABD ordusu ve devlet yaptı buraları’’ diye anlatıyor Alexie bir televizyon röportajında: ‘’Toplanıp ölmemiz istenen, bir şekilde yok olup gitmemiz beklenen yerler olarak tasarlandı. Bir içgüdüyle tahmin ediyorum Kızılderililer, rezervasyonları, kutsadı. Kutsal topraklara dönüştürdü.’’
‘’Sen kutsal topraklar olduğunu düşünüyor musun?’’ sorusuna yanıtı ise ‘’Hayır’’:
‘’Zaten rezervasyonlar, birkaç istisna dışında kabilelerin kutsal toprak olarak gördükleri alanlara da kurulmadı. Bence Spokane şehri, ki gerçekte kutsal toprak üzerine kuruldu, yakınındaki, doğup büyüdüğüm Spokane Rezervasyonundan daha kutsal’’.
Günümüz ABD’sinde yaşayan 5,5 milyon Kızılderilinin yüzde 75’ine yakını, Rezervasyon’ların dışında yaşıyor. Yüzde 57’si ise metropol şehirlerde yaşıyor. Bencileyin ‘western’ sevenler için büyüyü bozmak keyifli değil ama çok büyük oranda ‘kentli’ insanlar Kızılderililer.
Aslında, Komançi’ler gibi büyük bazı göçebe uluslar olsa da Kızılderili ulusların büyük bölümü, geçmişte de, en azından Hollyywood’un gösterdiği türden göçebeler hiç değildi. Çadır (tipi) geleneksel Kızılderililerin hepsinin evi değildi. Sadece göçebe bazı kabilelerin eviydi. Avrupalılar geldiğinde bile Kızılderili ulusların yarısından fazlası kerpiç veya çamurdan (pueblo veya adobe) veya ahşap malzemeden inşa edilen (wigwam veya plank) evlerde yaşıyordu. Atı bile beyazlar kıtaya getirdi ve Kızılderililer 17’nci yüzyılda Avrupalılarda gördüler ilk kez. Sadece ‘regalia (bazı Kızılderili uluslarında renkli ayin kostümleri) giydiklerinde veya kuş tüylerinden yapılma başlıklarını giydiklerinde medyada görünür olmalarına aldanmamak lazım. Sürekli filmlerdeki gibi giyinmiyorlar.
Yine büyüyü bozmak istemem ama gerçek şu ki Kızılderililer, ne geçmişte ne de bugün, sürekli, gözlerini kısıp, ufuktaki boşluğa bakarak, öğesi eksik mastarı bol cümlelerle, ‘Toprak Ana’, ‘Ulu Manitu’, ‘Beyaz Adam doğayı katletti’, ‘töre’ konuşmaları yapan insanlar değiller. Günlük yaşamlarında, aile ilişkileri, spor, eğlence ve mizah anlayışında, biz Kızılderili olmayanlarınkinden bir yoksunlukları tarihte de yoktu, bugün de yok.
Sadece, teknik imkanları, kültürleri ve dilleri Avrupalılarınkinden farklı olan normal insanlardı. Bugün de öyleler. Hepimiz gibi Tweet atıyorlar (bazısı troll oluyor), Game of Thrones izliyorlar (çoğu özgür kuzeylilere karşı Kara Şövalyeleri tutuyorlar), zevk sahibi olanları Led Zeppelin dinliyorlar. Hatta onlar da western filmleri heyecanla seyrediyor. Gerçi Sherman Alexie, ‘’televizyonlardaki Kızılderililerden daha aptalca tek şey, televizyondaki Kızılderilileri evinde hayranlıkla seyreden Kızılderili’’ diye iğneliyor ama olsun.
Alexie, beyaz bazı gençlerin, ‘Kızılderili’ dendiğinde kafasında oluşan imajla, ‘’Part-Time Kızılderili Bir Adamın Kesinlikle Gerçek Günlüğü’’ kitabında da şöyle eğleniyor:
‘’Beyaz adam biz Kızılderilileri sadece yeryüzünün koruyucusu veya savaşçıysak seviyor. Ormanda davul çalarak Kızılderili olmaya çalışan New Age gençler görüyorum. Hey, Kızılderililer bile bunu bırakalı yüz yıl oluyor. Şimdi hepsi salondaki kanepede uzanmış ellerinde kumanda TV seyrediyorlar.’’
Alexie’nin ‘Reservation Blues’ romanında ise Seattle’dan hayran oldukları Kızılderililerle bir hafta sonu geçirmek için rezervasyona gelen iki gençten kız olanı, ‘’Siz bizim sahip olmadığımız şeylere sahipsiniz. Doğa ile barışık yaşıyorsunuz. Çok bilgesiniz’’ diye konuşunca, biz Kızılderili, ‘’Bir Powwow barında hiç bulunmamışsın belli ki… Gel de sana barışı ve bilgeliği göstereyim’’ karşılığı verir.
Alexie’nin tepkisi, tıpkı diğer birçok Kızılderili yazar ve sanatçı gibi, yüzlerce ulusun, birkaç kurgusal film, roman karakterine indirgenmelerine ve sırtlarına ‘Dünyanın bekçiliği’ misyonunun yüklenmesine… Kızılderililerin de zaaflarıyla, korkularıyla, ihanetleriyle, nefretleriyle, aşklarıyla, karakterleriyle birbirlerinden farklı, diğer insanlar aynı sıradan insanlar olduğuna dikkat çekmeye çalışıyorlar.
Haskell Kızılderili Uluslar Üniversitesinden İletişim Fakültesi Dekanı Rhonda LeWado da, ‘’bizi ekrandan tanıdığınız şekilde tek tipleştirdiğiniz zaman biz sizin için halen var olmaya devam eden insanlar olmaktan çıkıyoruz bir folklorik, mitolojik karaktere dönüşüyoruz. Kovboyculuk oynamak için kostüm giyinmek gibi’’ diyor ve ekliyor:
‘’Hala var olduğumuzdan haberdar olanlar ise bizi rezervasyonda yaşayıp sadece içki içen, hiçbir iş yapmayan, vergi vermeyen, beleşçi insanlar gibi görüyorlar. Oysa, çok büyük çoğunluğumuz çalışıyor. Öğretmenlik, doktorluk, gazetecilik, film yapımcılığı, mühendislik yapıyor. Bizim Kızılderili olduğumuzu öğrendiklerinde, ‘Aaa! sen hiç Kızılderiliye benzemiyorsun!’ diyerek kafalarında sorunlu bir imaj taşıdıklarını sergiliyorlar.’’
Bu arada, ‘Kızılderili çocuklar kovboyculuk oynuyor mu?’ sorusunu, Kızılderili komedyen Larry Omaha’nın, ‘’çocukken biz kovboyculuk oynamıyorduk, Kızıldericilik oynuyorduk ama onda bile hep biz kaybediyorduk’’ şakasına havale ediyorum.
Bipolar olduğu için sürekli ilaç kullanmak zorunda olan Sherman Alexie, ‘’aşırı uçlar arasında yaşıyorum’’ diyor. Ona göre, Kızılderililer de bir yönüyle aynı dertten muzdarip. ‘’Kabileci bir yaşama mahkum olmak, kolonize edilmek sizi otomatik olarak bipolar yapar. Bütün Amerikan Kızılderili uluslarının yaşamlarının bipolar aşamada olduğunu düşünüyorum. Bir kabilenin üyesi olmak, sizi, kabilenin ortalaması gibi olmaya, ortak değerleri savunmaya zorlayan bir güç. Daha az kendiniz olmanız, daha fazla kabilenizin bir üyesi olmanız, politik veya kültürel savların askeri olmanız bekleniyor.’’
Kızılderili komedyen Vaughn Eaglebaer de bu ‘yük’ten yakındığı bir gösterisinde üniversitede almak zorunda kaldığı ‘Kızılderili Çalışmaları’ dersini hatırlatıyor: ‘’Bu dersi alan öğrenciler içindeki tek Kızılderili bendim. Dersi geçemeyen tek öğrenci de bendim. Yanımda oturan Uzakdoğu kızdan kopya çekmeliydim’’.
‘’Rezervasyon Kızılderilileri ile ilgili en büyük yanılgılardan biri de bizim tamamızın otomatik olarak özgürlükçü olduğumuz düşüncesi’’ diyor Alexie bir başka söyleşisinde:
‘’Solcular Kızılderilileri çok seviyor. Adeta tapıyorlar. Elbette ki biz büyük çoğunlukla Demokrat Partiye oy veriyoruz. Ama aslında rezervasyonlar oldukça tutucu vatanlar. Rezervasyonlarda Cumhuriyetçi gibi yaşıyoruz. Rezervasyonlarda kilise-devlet ayrılığı yok. Savaş bir erdem, herkes silahlı. Pasifizm küçümseniyor. Hep dediğim gibi, bu bipolar bir varoluşun yansımaları. Demokratların bizim yaşam kalitemizin artmasına daha fazla katkıda bulunacağını bilmek ama hala Cumhuriyetçiler gibi yaşamaya devam etmek. Bu yönüyle, büyük şehirlerde, olağanüstü derecede kozmopolit, seküler bir hayat yaşayıp, taşra kasabası tutuculuğunun propagandasını yapan Cumhuriyetçi politikacı ve yorumcular gibiyiz’’.
Kentlerde doğup büyüyen Kızılderili kuşakları, 1980’lerden itibaren kendilerini bambaşka tartışmaların içinde buldular.
Örneğin, ‘’Kızılderililere’’ ne isim verileceği sorunu. Bizim Türkçe’de kullanageldiğimiz ve olumlu bir anlam yüklediğimiz ‘Kızılderili’, ‘savage’dan (vahşi) sonra en ırkçı isimlendirme olan ‘Redskin’in karşılığı aslında. Bu aşağılayıcı terimi kullanan son oluşum olan Washington Redskins futbol takımı da, Trump’ın aksi yöndeki tüm baskısına rağmen geçtiğimiz yaz adını değiştirerek bu ismi bıraktı. Hindistan’a geldiğini sanan Kolomb’un ünlendirdiği ‘Indian (Hintli)’ en uzun süreli ve halen en yaygın isimlendirme. 1970’lerde ‘Amerikan Yerlisi’ anlamında ‘American Native’ isimlendirmesi yaygınlaştı. Ancak, komedyenlerin, ‘’nasıl oluyor da binlerce yıllık insanlar 400 yıllık bir şeyin yerlisi oluyor’’ takılmaları bu isimlendirmenin, ‘natives (yerliler)’ şeklinde kısalmasına yol açtı. Bir de Kanadalıların ünlendirdiği, ‘Kıtanın Kadim Ulusları’ anlamında ‘First Nations’ isimlendirmesi var.
Ancak Kızılderili ulusları, grupları, hareketleri, web siteleri bu isimlendirmeleri rastgele kullanmayı sürdürüyor. ‘Redskin’ gibi aşağılama içerenler olmadığı sürece nasıl isimlendirildikleri onlar için çok farketmiyor. Bu, Kızılderililerden daha çok politik doğrucu beyazların sorun ettiği bir konu. Kanadalı Kızılderili komedyen Howie Miller, Kanada’da konuk olduğu radyo programında sunucunun ilk sorusunun, ‘Size nasıl hitap etmemi istersiniz? Kızılderili mi? Yerli mi? Kadim Uluslardan mı?’ olmasına, şu uyandırıcı yanıtı verecekti: ‘Howie. Bana Howie diye hitap etmenizi istiyorum.’
Miller, bir başka gösterisinde de, ‘’beyazların bize bu isim bulma çabasından bıktım usandım. Neden hepimize toptan ‘beyaz deri özürlü’ deyip rahatlamıyorsunuz’’ şakası yapacaktı.
Sherman Alexie de, bir defasında, her yerde ‘Kızılderili yazar’ olarak takdim edilmesine isyan edecek ve neden beyaz yazarlar gibi sadece yazar olarak takdim edilmediğini sorgulayacaktı.
Kentli Kızılderililerin bir başka sorunu ise, beyazların kendileri hakkındaki büyük cehaleti. Bir tartışma sırasında kendisine ’’Bu b.ktan iddialarını artık duymak istemiyorum. Ülkeyi beğenmiyorsan, defol git geldiğin yere orada yaşa’’ diyen beyaz Amerikalıya, ‘’gelip senin evinin bahçesine çadır kuracağım öyleyse’’ yanıtı veren Kızılderili komedyen Charlie Hill’in iğnelediği türden cehalet.
Bu cehalet, son 140 yılda en anti-Kızılderili Amerikan başkan olan Trump’ın yükselişi ile zirveye çıktı. Trump, onlarca yıldır geri adım atılmış Eliminasyon Politikasını yeniden başlattı. Bazı Kızılderili ulusları tanıma kararlarını iptal etti. Kutsal Kızılderili topraklarını, kendi destekçisi maden ve petrol firmalarına açtı. Kızılderili katliamcısı bazı 19’ncu yüzyıl subaylarını ve politikacılarını onurlandırdı.
Sherman Alexie de, Spokane şehrinde beraber okul okuduğu beyaz arkadaşlarının büyük çoğunluğunun 2016’da Donald Trump’a oy verdiğine şaşkınlıkla tanık olacaktı. Bir okuyucusunun gönderdiği, ‘’Bütün bu Trumpçı zırvalarla nasıl baş edeceğiz?’’ sorusuna yanıt yazarken bile, maruz kaldığı ironiye gülmekten kendini alamayacaktı:
‘’Ben bir Spokane Kızılderilisiyim. Beraber büyüğüm ve yaşadığım beyazlar, bugün, göçmenlerin ülkelerini ellerinden çaldığına inanıyor. Hahahahahaha.”
Kızılderililer, Rezervasyondan kentlere taşındıklarında bir şeyi daha fark edecekti. ‘Rezervasyon’ sadece topraklarını sınırlandıran bir şey değildi. Bakış açılarını da kısıtlayan bir şeydi. ‘Anladık ki asıl Rezervasyon kafamızın içindeymiş’ diyor bir Kızılderili yorumcu. Kızılderililer, vatandaş olarak güçlerini kavradıkça, demokratik oyuna çok ama çok belirleyici bir aktör olarak döndüler. Son 30 yılda seçimlere katılma, oy kullanma oranı hızla yükseldi.
Aslında son 10 yılda bu büyük değişimin sinyalleri gelmeye başlamıştı. Örneğin, Demokratların son yarım yüzyılda kolay kolay hiçbir seçim kazanamadıkları North Dakota eyaletinde, 2012 senatörlük seçimini Demokrat aday Heidi Heitkamp eyalette yaşayan Sioux, Chippewa, Mandan, Hidatsa ve Arikara uluslarının oylarıyla kazanmıştı. Yine benzeri bir eyalet olan komşu Montana’nın senatörlük seçimini de 2018’de yine aynı şekilde Demokrat aday Jon Tester, eyalet sakini Crow ve Blackfoot uluslarının oylarıyla kazanacaktı. Aynı yıl tarihte ilk kez iki Kızılderili kadın ABD Kongresine milletvekili olarak seçilecekti.
Ve nihayet, 2020 başkanlık seçiminde Joe Biden’a başkanlığı getiren üç kritik eyalette, Arizona, Georgia ve Wisconsin’da sonucu Kızılderili oyları belirledi.
ABD’nin en büyük yerli ulusu olan Navajo’ların Arizona içinde kalan kesiminde (daha küçük bir ulus olan Hopiler de aynı seçim bölgesinde oy kullandı) kullanılan 55 bin oyun yüzde 80’inden fazlasını Biden kazandı. Biden bu seçim bölgesinde Hillary Clinton’ın 2016’daki oyundan 13500 daha fazla oy elde etti. Arizona eyaletini 24 yıl sonra kazanan ilk Demokrat aday olan Biden’ın eyaleti Trump’a karşı sadece 10500 oy farkıyla kazandığı göz önüne alındığında sadece tek bir Kızılderili seçim bölgesinin rolü daha net görülüyor.
Bir diğer kritik eyalet olan Wisconsin’da da Biden’a zafer getiren çok az farklı başarıda Kızılderili seçmen etkisi çok belirleyici. Örneğin Menominee ulusunun yaşam alanı olan Menominee County’de oyların yüzde 82’si Biden’a gitti. Bu, Hillary Clinton’ın aynı bölgede 2016’da kazandığından çok fazlaydı. Her ikisi de kayda değer oranda Kızılderili barındıran Ashland ve Bayfield, kıpkırmızıya boyanmış kuzey Wisconsin’in ortasında iki mavi ada gibi kaldılar.
Ve seçimin birkaç bin oy farkıyla kazanıldığı Georgia’da, hem 4 Kasım 2020 Başkanlık seçiminde hem de 5 Ocak 2021 senatörlük seçimlerinde Demokratlar sadece birkaç bin oy farkıyla kazandı. Bu iki seçimde de sonucu, bugüne kadar görülmemiş oranda sandığa gitmeye karar veren ve herkesin eyalette yaşadığını bile unuttuğu Kızılderililerin on binlerce oyu belirleyici oldu.
100 yıldır tek bir kez bile Kızılderililer kime oy verecek diye bakmayan Amerikan kamuoyu, şimdi gün aşırı, Kızılderili oyların doğrultusunu konuşan politik stratejistlere kulak kesiliyor.
Şu yanılgıya düşmemek lazım. Kızılderili uluslar yekpare bir oy bloğu değil. Aksine ABD’nin sosyal grupları içindeki en çoğulcu yelpazeye sahip. Ocak ayında yeni dönemine başlayan mevcut Amerikan Kongresinde tarihte rekor sayıda, 6 Kızılderili milletvekili var ve bunların dördü Demokrat Partide, ikisi de Cumhuriyetçi Partide. Ama, Trump’ın beyaz ırkçısı ve anti-Kızılderili politikaları, bu seçimde Kızılderili ulusların çoğunun çok yüksek oranda Demokrat Parti lehine oy kullanmalarına yol açtı.
Kendisi de Chippewa ulusu üyesi olan Macalester Üniversitesi tarih profesörü Katrina Philips, gelinen aşamayı, “Hiçbir yönetimin bizi artık asla görmezden gelip unutamayacağı bir nokta” şeklinde nitelendiriyor.
Bunun en çarpıcı işareti ise seçimi kazanan yeni ABD yönetimi, bakan adaylarını açıklamaya başladığında görüldü. Tarihte ilk kez ABD Başkanı, bir Kızılderiliyi, 2018’de ABD Kongresine seçilen ilk kadın Kızılderili milletvekili olarak tarihe geçen Deb Haaland’ı, ABD Senatosuna, bakan adayı olarak bildirdi.
Joe Biden’ın, Pueblo Ulusu üyesi olan Deb Haaland’ı seçtiği bakanlık da bakan adayının kendisi kadar büyük sürprizdi: ABD İçişleri Bakanlığı. Yani 19’ncu yüzyılda Kızılderilileri kontrol için kurulmuş bakanlık. Yani, 50 yıl önce Kızılderililerin binasının içine bile giremedikleri Kızılderili İşleri Dairesinin bağlı olduğu bakanlık. Yani, ABD’de federal hükümetin resmen tanıdığı 574 Kızılderili ulusunun ve 326 Kızılderili Rezervasyonunun bağlı olduğu bakanlık. Yani, 2 milyon kilometrekareden daha büyük olan bütün federal arazileri yönetmekten sorumlu olan bakanlık.
Senato’nun bu ay içinde beklenen onayından sonra, Haaland, federal hükümet ile Kızılderili uluslar arasında 19’ncu yüzyılda imzalanmış anlaşmaları, yüz yıldır sistematik olarak ihlal eden bu bakanlığın başına geçtiğinde, ABD de, Kızılderililer ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açmış olacak. Nitekim bakan adayı Haaland da, Biden’ın onu içişleri bakan adayı olarak seçtiğini açıkladığı basın toplantısında bu görevlendirmenin tarihi anlamına dikkat çekecekti:
‘’Bu bakanlığın ilk bakanının, bakan olduğunda, amacının ‘Kızılderilileri ya uygarlaştırma ya da elimine etme’ olduğunu açıkladığı hatırlanırsa, şimdi ne kadar tarihi bir an yaşadığımız daha iyi anlaşılır. Ben, bu korkunç ideolojinin iflas ettiğinin deliliyim’’.
Kızılderililer, öte yakasına sürüldükleri Mississippi’nin doğusuna yeniden geçiyor. Bu kez, öğretmen, doktor, mühendis, astronot, ordu generali, millletvekili, bakan ve belki de çok uzak olmayan bir gelecekte ABD başkanı olarak… Tabii ki ‘ülkelerini geri almak’’ gibi arkaik nasyonalist amaçlarla değil. Birliğin, şerefli ve eşit üyeleri olmak istiyorlar. ‘Yerli’ isimlendirmesini sırf bu nedenle sempatik bulmayan birçok Kızılderili de var. Bunlardan biri de Sherman Alexie. ‘’Bu topraklarda doğmuş büyümüş herkes bu toprakların yerlisidir’’ diye konuşuyor. Sadece düne ait acı bir öykü olarak kalmaktan yoruldular. Amerika’nın bugünün ve geleceğinin de parçası olmaya kararlılar.
Nitekim Haaland da bugünlerde herkese, tek özelliğinin, bir Kızılderili olmak olmadığını anlatmaya çalışıyor. Daha üniversiteden mezun olduktan dört gün sonra doğan kızı Somah’ı tek başına büyütmek zorunda kalan bir kadın. Yani ABD’nin milyonlarca yalnız annesinden biri. Evinde salça yapıp satarak çocuğuna büyüttü yıllarca. Yıllarca gıda yardımı kuponlarıyla market alışverişini yapabildi. Buna rağmen, mevcut üniversite diplomasının üstüne, 40’lı yaşlarında hukuk eğitimi de alarak avukat oldu. 2019 Ocak ayında ABD başkentine millletvekili olarak taşındığında yüksek öğrenim kredisi borçlarını hala bitirebilmiş değildi. Yani, her ırk ve kökenden birçok Amerikalının yaşadığı zorluklarla dolu bir öykünün de sahibi. ‘’Herkesin hakkı için hiddetli bir bakan olacağım’’ diye konuşması bundan.
D. H. Lawrence, ABD’nin kurucu babalarından Benjamin Franklin’in, kolonilerdeki beyaz Amerikalılar için, ‘’eski dünyadan kopmanın’’ uzun bir süreç olacağının farkında olduğunu yazıyor 1920’li yıllardaki kitabında:
‘’Benjamin, bilinçaltının derinliklerinde İngiltere’den de Avrupa’dan da nefret ediyordu. Avrupalı olmanın bütün külliyatından nefret ediyordu. Amerikalı olmak istiyordu. Ancak ulusal fıtratınızı ve zihniyet modunuzu, ayakkabı değiştirir gibi aniden değiştiremezsiniz. Tamamlanmanız için uzun yıllar hatta bazen yüzyıllara gerek var. Bu çok uzun ve çoğunlukla yarı-gizli işleyen bir süreçtir’’.
Kızılderili hakları aktivisti olan Dab Haaland’ı bakanlık koltuğuna taşıyan süreç, tek başına, Kızılderili direncinin bir eseri değil. Her sosyal katmanından beyaz Amerikalının 200 yılı aşkın süredir içinden geçtiği yarı-gizli, ‘’kimliğini tamamlama’’ sürecinin de bir meyvesi. Daha 1830’larda Cherokee’ler zorunlu göçe tabi tutulduğunda açıktan bu devlet politikasına karşı çıkanlar sadece bazı Hristiyan beyaz gruplar olmuştu. Yüzyılın ortasından itibaren beyazların önemli bir kesimi, Kızılderililerin kendi ana dillerini, kültürlerini koruma çabalarına da destek verdi. Eşit vatandaşlık haklarına kavuşmaları için mücadelelerine katkı yaptı. ABD’nin 46’ncı başkanı Joe Biden ile ‘Kızılderilinin kökünü kazımak isteyen 7’nci başkan Andrew Jackson arasında sadece 192 yıl yok, dev bir ‘biz’ algısı farkı da var. Tıpkı, Oval Ofis’te çalışma masasının yanına Andrew Jackson portresi asan Donald Trump ile, Oval Ofis’teki ilk gününde bu portreyi kaldırıp yerine Benjamin Franklin portresi asan Joe Biden’ın, ‘biz Amerikalılar’ derken ne kastettikleri arasındaki fark gibi…
Toplumsal birliğin, herkesin inanç, dil, kültür olarak birbirine benzediği statik bir yapı değil, aksine çoğulcu, canlı ve her daim biraz daha gelişmeye muhtaç dinamik bir yapı olduğu gerçeğini, Amerika acılarla dolu bir tarih için de yavaş da olsa öğreniyor. Benjamin’in idealize ettiği türden ‘’Amerikalı asimilasyonuna’’ en fazla direnen kesimin, herkesten daha vatansever (patriot), herkesten daha dindar (Christian), herkesten daha Amerikan milliyetçisi(nationalist) olduğuna körü körüne inanan Hristiyan beyaz bir kitle olması da ilginç. İronik olarak, bu beyaz kitle, ‘’Amerikalı’’ olmamakta direten en büyük sosyal grup haline gelmiş durumda. Kızılderili şamanı aşağılayan Kentuckyli lise öğrencileri de, ‘’kabileci kafayı’’ aslında kendilerinin temsil ettiğini fark edemeyecek kadar kendinden bihaber…
’’Beyazlar biz Kızılderilileri kabileci ve etnik grupçu görüyor’’ diye yakınıyor Sherman Alexie bir söyleşisinde:
‘’Beyaz Amerikalıların bir kesimi aslında kendilerinin ne kadar etnik grupçu olduklarının farkında bile değiller. New Yorklu Cumhuriyetçi bir arkadaşıma bir gün Cumhuriyetçi Partinin yüzde 80 kadrosunun ‘beyaz Hristiyan erkeklerden’ oluşması sence bir tesadüf mü diye sormuştum. Evet bunun tamamen bir tesadüf olduğuna inanıyordu. Bir kabilenin, etnik grubun üyesi olduğunun farkında bile değildi.’’
Kızılderililer, Mississippi’nin batısına yeniden geçerken heybelerinde artık sadece eski acı hikayeler yok, beyazların hastalıklarına da şifa olacak yepyeni bir Amerika hikayesi de var.
‘’Seni ne hayatta tuttu, nasıl bunca acı içinde hala hayat dolu olabiliyorsun’’ sorusuna, ‘hikayecilik sayesinde’ yanıtı verecekti bir defasında Alexie:
‘’Hikayeler yazıyorum… Hikayeler, kimsenin ölmediği, herkesi sonsuza kadar yaşatabileceğiniz yerler’’.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz