Muhafazakarlar, yasaları ve ahlakı neden kolayca çiğneyebiliyor?
CEMAL TUNÇDEMİR
7 Mart 2021
Muhafazakar konferansın iki yöneticisi, kitleyi coşturan ateşli hatipten sonra, çok insani, çok hukuki, çok hayati bir uyarı için sahneye gelip mikrofonun başına geçtiklerinde, dinleyici kitlesinden görecekleri tepkinin de farkındaydılar adeta. Amerikan Muhafazakarlar Birliği’nin (ACU) başkanı Dan Schenider yutkunarak söze, “Biliyorum biraz tadımızı bozan bir rica olacak ama” diye başladı. Schenider’ın mülkiyet hakkından başlayıp, kanun nizama saygılı olmaya uzanan gevelemelerinde sadede bir türlü gelememesi üzerine yanı başındaki Muhafazakar Politika Aksiyon Konferansı (CPAC)başkan yardımcısı Carly Patrick sözü aldı:
“Konferans salonu içinde de, koltuğumuza otururken de maske takmak zorundayız. Lütfen yasağa uyalım.”
Son bir yılda yaklaşık 30 milyon Amerikalı’nın yakalandığı, yarım milyondan fazlasının yaşamını yitirdiği bir salgın hastalığa karşı en etkili tedbir konusundaki kurala saygı istemek bu kadar zor olmamalıydı. Ama, Patrick’in sesi, salondan anında yükselen yuhalamalar ve sloganlar içinde kayboldu. Amerikan muhafazakar politikanın yıl içindeki en büyük buluşması olan Muhafazakar Politika Aksiyon Konferansı 2021’in yapıldığı Florida’nın Orlando kentindeki hotelde geçen haftasonu yaşanan bu görüntü, muhafazakar beyaz kesimin, nasıl kendisini her türlü kural, kanun ve hatta anayasanın üstünde ve dokunulamaz gördüğünün günlük yansımalarından sadece biriydi. Onlara göre onların özgürlüğü, bir hotelin kendi binası içindeki kuralları belirleme özgürlüğünün üstündeydi. Otelin bulunduğu idari bölgenin(county), toplu bulunan kapalı mekanlarla ilgili yasasının da üstündeydi.
Amerikalı muhafazakarlar, uzunca bir süredir, her türlü, kanun, yasak, kural ve ahlak ilkesini sadece ülkedeki solcuların, siyahların, yerlilerin, göçmenlerin, Hispaniklerin ve New Yorkluların uyması gereken şeyler olarak görüyorlar. Bu kesimlerin, üçüncü kişilere zararı olmayan en masum en haklı itirazlarını, en barışçıl toplantı ve protestolarını bile, “düzeni ve asayişi bozmayı amaçlayan bir bozgunculuk”, “ülkenin huzur ve güven ortamına kast” olarak görüp, “Burası bir kanun devleti! Herkes kanunlara uyacak!” gibi salvolarla ezmeye, ezdirmeye çalışıyorlar. Ancak aynı beyazlar, ellerinde otomatik tüfeklerle şehir meydanlarına toplanabilir, eyaletlerin yasaklarına rağmen maskesiz mesafesiz Trump mitinglerinde binlercesi bir araya gelebilir hatta ABD Kongre binasını bile basıp talan edebilirler. Bunlar hep vatandaşlık hakları ve özgürlük…
Beyaz muhafazakar Amerikalıların bu psikolojisi, aslında Cumhuriyetçi Partili ve muhafazakar başkanlar, senatörler, milletvekilleri, eyalet valileri ve belediye başkanlarının son 20 yılda, hiçbir siyasi, hukuksal bedel ödemeden nasıl bu kadar rahat yalan konuşabildiklerini, yasaları çiğneyebildiklerini, yolsuzluk yapabildiklerini, her türlü etik ve ahlaki normu kolayca aşabildiklerini açıklayan şey.
Örneğin, Obama kabinesinin Sağlık Bakanı Kathleen Sebelius, 25 Şubat 2012 günü North Carolina eyaletine Sağlık Bakanı olarak yaptığı ziyarette katıldığı etkinliklerden sadece birinde dinleyicilerine, “Başkan Obama’yı ve eyalet valimizi yeniden seçmemiz önemli” cümlesi de sarf ettiği medyada haber olunca, anında gündemin ilk sırasına yerleşmişti. Vergi mükelleflerinin parası ile yaptığı bir ziyarette hem de ‘bakan’ unvanını kullanırken siyasi bir cümle sarf etmesine haklı olarak öfkelenen Cumhuriyetçilerin ihbarı ile konuşmayı soruşturan Özel Savcılık Ofisi (OSC), Sebelius’un, bakanların, bakan sıfatı, imkanı ve personeli ile politik açıklamalar yapmalarını yasaklayan Hatch Yasasını çiğnediği hükmüne varmıştı. Bu hüküm üzerine, Sağlık Bakanlığı, sadece o cümleden dolayı Sebelius’un söz konusu seyahatini tamamı ile ‘siyasi gezi’ kategorisine almak zorunda kaldı. Yani, seyahatin, yardımcılarının ve korumalarının tüm yolculuk ve konaklama ücretlerini Sağlık Bakanı Sebelius, kendi cebinden ödemek zorunda kaldı. Cumhuriyetçi Partili Kongre üyeleri ise, bu cezanın yeterli olmayacağını, Bakan Sebelius’un yasayı çiğnediği için derhal istifa etmesi gerektiğini savunacaktı. O günlerde Cumhuriyetçi Kongre üyeleri adına bütün bu haklı itiraz mücadelesini koordine eden uzman hukukçu ise Henry Kerner’dı.
Henry Kerner, muhafazakar çizgideki Federalist Cemiyeti’nin bir üyesiydi. Reagan’ın atadığı muhafazakar bir federal yargıcın mahkemesinde hukuk müşaviri olarak kariyerine başlamıştı. Obama döneminde, Kongre’deki Cumhuriyetçi grubunun hukuk müşaviri olarak görev yapacaktı. Bu parti görevi sırasında da, Obama’ya bağlı bir kurum olan Gelir Vergisi Dairesi’nin (IRS), muhafazakar Çay Partisi hareketi mensuplarının vergi beyannamelerini politik bir tavırla özel olarak incelediğini belgeleyen raporu hazırlayan kişiydi. Obamacare’in uygulanmasında Hatch yasasının ihlal edilip edilmediğini soruşturan isim de o oldu. Doğal olarak, Donald Trump seçimi kazandığında bütün Cumhuriyetçilerin, Hatch Yasasının uygulanmasını denetlemekle görevli Özel Savcılık Ofisinin başına düşündüğü ilk isim o oldu. Trump da muhafazakar medyadaki bu beklentiye karşı gelemedi ve Henry Kerner’ı Özel Savcılık Ofisi’nin başına atadı.
Ama, bir hukukçu olan Kerner, federal memurların, yani bakanlar, başkan danışmanları ve sözcülerinin, Hatch Yasasına uyup uymadığına, Trump döneminde de denetlemeyi sürdürmeye kalkınca duvara çarpmışa döndü. Trump’ın danışmanı Kellyanne Conway’ın Hatch Yasasını tam 13 kez açık ve somut şekilde ihlal etmesi ve OSC’nin uyarılarına aldırış etmemesi üzerine yasal prosedür gereği Haziran 2019’da Donald Trump’a “Conway’ı görevden alması gerektiği” yazısı yazınca, Trump’ın ve Cumhuriyetçilerin hedefine dönüştü. Aktif bir muhafazakar olan Kerner, bir anda, muhafazakar trollerce, “Hristiyanlığın ve Amerika’nın düşmanı küreselcilerin taşeronu’’ ilan edildi.
Muhafazakarların kontrolündeki Temsilciler Meclisinin Denetim Komitesi de Cumhuriyetçi üyelerin girişimi ile yasayı açıkça çiğneyen başdanışmanı değil, yasanın açıkça çiğnenmesine karşı işlem yapan Kerner’ı ifadeye çağırdı. Komitenin Cumhuriyetçi Partili muhafazakar üyelerinin lideri Ohio Milletvekili Jim Jordan, bu sorgulama sırasında, “Kerner ve başında olduğu kurum, muhafazakarlardan nefret ediyor. Conway’ı başarılı olduğu için hedef seçtiler” iddiasında bulunacaktı. Kerner, komitenin diğer Cumhuriyetçi üyelerinin, kendisini on yıllardır tanımalarına rağmen şahsına yaptıkları itham ve aşağılamalardan şaşkınlığa düşecekti. Sorgulama sırasında Cumhuriyetçi yol arkadaşlarına, çaresizce, sadece 4 yıl önce Obama’nın kabinesindeki Kathleen Sebelius’un yasayı sadece tek bir kez çiğnemesinden sonra ortalığı ayağa kaldırıp Sebelius’un derhal istifa etmesini talep etmelerini hatırlatacaktı.
Kerner, “Başkan Trump’a bu yazıyı yazmaktan başka çarem yoktu. Yasa böyle emrediyor. Conway’ın yasayı çiğnemesine göz yumarak demokratik sistemimizin temelini yıkıyoruz” diye konuşunca, Komite başkanı Jordan, “buna gerçekten inanıyor musun?” diye çıkışacaktı. “Evet inanıyorum” diye yanıt verecekti Kerner, “Çünkü aksi halde bu, kanunlara sadece küçük insanlar uymak zorunda demek.”
Sadece Hatch Yasası değil… Cumhuriyetçiler, işlerine gelmeyen her türlü teamül, kural, yasa ve ahlaki ilkeyi aynı pervasızlıkla çiğneyebiliyor.
Örneğin, Trump’ın eski başdanışmanı Steve Bannon’un, ‘Meksika Duvarını İnşa Ediyoruz’ kampanyası başlattıktan sonra yaşananlar. Muhafazakar seçmenler bu kampanyaya 1 milyon dolardan fazla para bağışladı. Ancak Bannon ve kampanyayı organize eden iki arkadaşının bu parayı önce bir paravan şirkete aktardıkları ardından kredi kartı borçlarını, seyahat masraflarını ödemekte kullandıkları ortaya çıktı. Bağışla toplanmış paranın tek bir cent’i bile Meksika duvarı için kullanılmamıştı.
20 yıl hapis cezası olan bu suç nedeniyle hakkında iddianame hazırlanan Bannon 24 Mayıs 2021 gününden itibaren yargılanacaktı. Ahlaklı ve ilkeli bir toplulukta Bannon, dolandırdığı insanların yüzüne bile bakamazdı. Ama muhafazakarlar, Bannon’un dolandırdığı garibanları değil, Bannon’un kendisini mağdur gördüler. Trump da, bu dolandırıcılığı ödüllendirerek başkanlığının son günü Bannon’a başkanlık affı çıkardı. Daha yargılanmadan davadan kurtardı. Geçmişte bir başkanın, kendisiyle ilintili bir isim hakkında kullanması durumunda başının fena ağrıyacağı başkanlık af yetkisini Trump, pervasızca, ve anayasal amacına aykırı olarak, kendisiyle ortak veya bağımsız suç işlemiş onlarca yakını için kullanmaktan hiç çekinmedi.
Cumhuriyetçi muhafazakar isimler, taciz, tecavüz suçlamalarından bile rahatlıkla sıyrılıp, hiçbir şey olmamış gibi ‘aile değerleri savunucusu’ kahramanlığı yapmayı sürdürebiliyor. Örneğin 2017’de Alabama eyaletinin boşalan senatörlük koltuğu için yapılan seçimde Cumhuriyetçi Partinin adayı olan Roy Moore. Aile değerlerinin adayı olarak Moore’un Alabama Senatörlüğüne aday olmasından sonra, çok sayıda kadın, henüz ergenlik çağlarında Moore’un tecavüz veya tacizlerine uğradıkları ifşa ettiler. Dahası Moore’un Alabama’daki çok sayıda AVM tarafından, çocuk yaştaki kızlara uygunsuz davranışları nedeniyle yasaklı müşteri listesine alındığı da ortaya çıktı. Moore bile, ‘’30’lu yaşlarımda, bazı gençlere böyle uygunsuz davranışlarım olmuş olabilir’’ itirafında bulundu. Ama tüm bunlara rağmen, Alabamalı muhafazakarlar, solcuların ve solcu medyanın Moore’un şahsında tüm muhafazakarları hedef aldığını iddia ederek Moore’a desteklerini çekmediler. Trump, seçime bir hafta kala açıktan Moore’u desteklediğini açıklayabildi. Üç karısını da aldatmış, son evliliği sürerken bile porno yıldızı Stormy Daniels ile yıllarca ilişki sürdürdüğü ve başkan adayı olduğu 2016’da seçime günler kala bu porno yıldızına 130 bin dolar ‘’sus parası’’ verdiği belgelenmiş Trump’ın Moore’un davranışlarından rahatsız olmaması çok da yadırgatıcı değildi. Ama, güneyli Evanjelik dindarların Moore’un yaptığını, “O güzel işler yapıyor, onun için saldırıyorlar. Günahlarıysa onunla Tanrı arasında” diyerek; daha da vahimi, genç kızlara sarkıntılığı, “İncil’de Joseph’in ergen çağındaki Mary ile evliliği” ve “Zecharia’nın ergen çağındaki Elizabeth ile evliliği”örnekleri üzerinden meşrulaştırma çabaları şok ediciydi.
Bugünlerde gündemde olan bir başka politik cinsel taciz iddiası, iki partinin tabanının ‘moral ilkelere’ duyarlılığındaki farklılığı da yeniden gösterdi. New York eyaletinin solcu valisi Andrew Cuomo’nun eski asistanı Lindsey Boylan, valinin kendisine cinsel tacizde bulunduğunu açıklayınca kıyamet koptu. Boylan’dan cesaret alan başka kadınlar da Vali Cuomo’nun kendilerini taciz ettiğini ifşa etmeye başladılar. Cuomo’ya en büyük tepki partisinden geldi. New York’un solcu milletvekillerinin tamamı aynı gün Cuomo’nun istifasını isterken, yine New York’un her ikisi de solcu iki senatörü de derhal, valinin etki ve yetkisinden bağımsız soruşturma talebinde bulundu. ABD’nin solcu başkanı Joe Biden, bu bağımsız soruşturmayı desteklediğini açıkladı. New York şehrinin solcu belediye başkanı Bill de Blasio, ‘iddialar korkunç’ dedi ve Vali Cuomo’yu istifaya çağırdı. ‘Solcu’ olarak nitelendirilen ana akım medya skandalı oldukça büyük görüyor, iddia sahibi mağdur kadınlara mikrofon uzatıyor ve soruşturuyor. Merkez solun en kudretli ailelerinden birinin çocuğu olan ve Demokrat Partinin müstakbel başkan adayı valilerden biri olarak görülen Cuomo’nun politik kariyeri büyük olasılıkla sona erdi. Muhafazakarlar tepki göstereceği için değil, bir daha solcu tabandan destek görmeyeceği için…
Peki neden böyle oluyor?
Demokrat Partili belediye başkanı, vali, bakan, Kongre üyesi ve hatta başkan, bırakın yolsuzluğu, en ufak norm/etik ihlali bile hak ettiği tepkiyi anında görüyor ve çoğunlukla bedelini ödemek zorunda kalıyor. Neden muhafazakar belediye başkanları, valiler, Kongre üyeleri ve başkanlar yasadışılıkları, yolsuzlukları, nepotizmleri, usulsüzlükleri ve hatta taciz ve tecavüzleri konusunda aynı endişe ve korkuya sahip değil? Neden Cumhuriyetçiler, ne yaparlarsa yapsınlar, tabanlarında skandal olmuyor.
Bir kişi yapıyorsa trajik, herkes yapıyorsa istatistik
Öncelikle, eski dilde ‘şiddet-i zuhur’ denen etkinin kısmi payı var. Yani bir şey ne kadar fazla oranda ve şiddette meydana geliyorsa dikkat çekiciliği de o oranda azalıyor. Obama’nın 8 yıllık başkanlığı döneminde bakan, danışman, sözcü gibi üst düzey memurların sadece dokuz kez Hatch Yasası ihlali söz konusu oldu ve her biri medyada hak ettikleri gibi önemli skandal muamelesi gördü. Ama Trump döneminde hemen her gün onlarca kez yasa ve etik kurallar ihlal edilince, medya açısından takip edilemez boyuta dönüştü. Hiçbiri, önemli skandal muamelesi göremedi.
Örneğin, Hillary Clinton, Demokrat Parti 2012 Başkanlık Kurultayının yapıldığı günlerde Dışişleri Bakanı olarak Doğu Timor seyahatindeydi. Ama kocası Bill Clinton’ın parti kurultayında yapacağı konuşmasını da izlemek istiyordu. Hatch Yasasından dolayı kurultayın canlı yayınını, devletin resmi elçilik binasında seyredemedi. Kocasının konuşmasının video kaydını, ABD büyükelçisinin evine misafir olduğunda banttan seyredecekti. Çünkü beraberindeki gazetecilerin onun en ufak ihlalini bile yazacaklarını, bu haberlerin de ona siyasi bir bedeli olacağını biliyordu. Trump’ın Dışişleri Bakanı Pompeo ise, bırakın mesai saatinde kurultay konuşması dinlemeyi, İkinci Dünya Savaşından beri parti kurultayında konuşan ilk Dışişleri Bakanı oldu. Üstelik de, sırf Evanjelik taban propaganda için vergi mükelleflerinin parasıyla Kudüs’e gidip arkasına Kudüs’ün mabetlerini fon yaptığı video bağlantı yoluyla… Hatch Yasası, Cumhuriyetçi Partinin kurultay günlerinde okadar çok çiğnendi ki, Pompeo’nun bu tarihi pervasızlığı bile skandal olmadı.
İki partinin tabanlarının farklı medya evrenleri
Bir diğer önemli neden ise New York Magazine dergisinden Jonathan Chait’in, “Neden Cumhuriyetçiler yasayı kolayca çiğneyebiliyor da ama Demokratlar yasalara mutlaka uymak zorunda” başlıklı yazısında gündeme getirdiği her iki partinin, farklı enformasyon evrenlerinde işlemeleri sorunu. Cumhuriyetçi Parti tabanı ve özellikle de bu partinin muhafazakar tabanı, Trump’ı “her hâl ü kârda” körü körüne destekleyen haber kaynakları dışında hiçbir haber kaynağına açık değil. Bazen hiç farkında bile olmadıkları, çoğunlukla ise gönüllü tercih ettikleri bir körlük yaşıyorlar. İzledikleri en ‘merkez’ haber kanalı, ABD’de aşırı sağın bütün seslerinin yankı odasına dönüşmüş Fox News. CNN’in bile “aşırı solcu”görünmesine neden olacak kadar aşırı sağda kalan Fox News haber kanalının ne moderatörleri, ne yorumcuları ne de sunucuları, herhangi bir Cumhuriyetçi veya muhafazakar politikacıyı asla sorgulamıyor. Dolayısıyla muhafazakar politikacılar, yaptıkları yolsuzlukların, yanlışların veya yasa ihlallerinin, tabanlarınca sorgulanmayacağını bilmenin kafa konforunu yaşıyor. Çoğu örnekte, takip ettikleri medyada hiç yer almadığı için bu tabanın, muhafazakar politikacıların yaptıkları hakkında hiç haberi bile olmuyor. Böylesi herhangi bir haber, artık Fox News için bile görmezden gelinemez boyuta ulaştığında ise, ya ‘din, aile ve Amerika düşmanı küreselci medyanın, partiyi ve liderine karşı karalama kampanyasının yeni bir adımı’ muamelesi görüyor veya, Demokratların çok daha korkunç suçlar işlediğini hatırlatılarak, ‘o kadar da büyütecek ne var’, ‘zamanlama manidar’, ‘yaptığı güzel işlere odaklanalım’ gibi çıkarcı bağlamlarda etkisi kaybediliyor.
Jonathan Chait, muhafazakar kesimlerin aksine solcu Demokratların ise, gazetecilik normlarını ama az ama çok sürdürmeye duyarlı ‘ana akım medya’ evrenine mahkum olduklarına dikkat çekiyor. Tabii ki bu medyanın insan kaynağının çok büyük oranda solcular veya Demokrat Partiye oy veren gazetecilerin oluşturduğu bir sır değil. Muhafazakar yaşam tarzına karşı sosyal açıdan özgürlükçü eğilimi yanlısı oldukları da bir sır değil. Tamamen objektif ve tarafsız olduklarını iddia etmek imkansız. Ama, bu medya evreninin, demokratik değerler konusunda çok daha samimi ve ilkeli olduğu da bir gerçek. Örneğin, New York Times’ın, Cumhuriyetçi medyanın üzerine pek düştüğü ‘e-mail skandalı’ boyunca Hillary Clinton’a karşı oldukça katı bir çizgide yayınlar yaptığını hatırlatıyor Chait.
İki partinin haber ve enformasyon evrenindeki bu asimetrinin etkisine dikkat çekiyor Chait. Cumhuriyetçiler, pür şekilde kutuplaşmış bir seçmen tabanına sahip olmanın keyfini sürüyor. Çünkü muhafazakar okur ve izleyiciler, ya çoğunlukla kendi temsilcilerinin yanlışlarından çoğunlukla haberdar olmuyor ya da mağduru oynayacakları bir bağlamda kısmen haberdar oluyor.
Demokratların ise böyle bir lüksü yok. Demokrat Parti seçmenleri, Fox News’de yayınlananlar dahil ülkedeki her iddia ve skandaldan haberdar oluyor ve kendi destekledikleri aday bile olsa yanlışa tepkisiz kalmıyor.
Dolayısıyla, bir Cumhuriyetçinin skandalının politikada değişime (istifa vs) yol açma etkisi olmazken, bir Demokratın adının karıştığı her hangi bir skandalın politikada depreme ve değişikliğe yol açma olasılığı çok büyük. Bu etkiden dolayı da, medya, muhafazakar politikacıların skandallarına fazla ilgi göstermezken, Demokratların skandallarına çok büyük ilgi gösteriyor.
Al Gore’un, Başkan Yardımcısı olduğu 26 yıl önce Hatch Yasasını ihlal etmesi, bugün hala onun kişiliğinin ve etik anlayışının sorgulanmasında kriter olurken, Trump yönetimi dönemince Trump, resmi unvanlı çocukları, Bakanları, Danışmanları ve Sözcülerinin her gün onlarca kez aynı yasayı ihlali hatırlanmıyor bile. Ve Trump, bütün bunlara rağmen ABD tarihinde hiçbir başkana kendisine yapıldığı gibi ‘cadı avı’ yapılmadığını iddia ederek mağduru oynayabiliyor.
‘Bu ülkenin asıl sahibi biziz’ üstenciliği
Bazı yorumculara göre ise, beyaz ve muhafazakar taban ve politikacıların kolaylıkla her türlü norm ve kuralı çiğneyebilmesinde ABD’nin görünmeyen ‘kast’ sistemi de çok önemli rol oynuyor. Pulitzer Ödülü kazanan ilk siyah kadın gazeteci olan Isabel Wilkerson’un geçtiğimiz yıl yayınlanan ‘Kast: Huzursuzluğumuzun Kökeni’ adlı kitabı bu savın önemli dayanaklarına dikkat çekiyor.
ABD’nin ırk temelli sosyal hiyerarşisinin sosyal evrimini anlatan kitabında Wilkerson, 2016 başkanlık seçiminin, inşası onlarca yıl süren bir sürecin ürünü olduğunu kaydediyor:
“Kast bağlamında, iki politik parti de en fazla çekici geldikleri kastın yükünü ve avantajlarını taşıyor. Zamanla, utanç ve çifte standart kamçısı yüklenmiş itibarsız azınlıklar Demokrat Parti’de birikirken, ayrıcalık ve keyfince hareket yüklenmiş egemen kast ise Cumhuriyetçi Parti’de yoğunlaştı. Ki bu yüzden Cumhuriyetçi Parti, ‘beyaz Amerika’nın mümessili’ olarak görülüyor artık”.
Amerika’nın kolektif bilincinde, artık, “muhafazakar beyazlar” egemen kastı temsil ediyor. Ağızlarını her açtıklarında, “Bu ülke bizim” veya “Bu ülkenin asıl sahibi biziz” demeleri bundan. Beyaz muhafazakar kesimin vatandaşlık algıları, Kızılderililer, Latin kökenliler ve siyahlarınki gibi, “Biz de bu ülkenin vatandaşıyız” şeklinde değil. Amerika’nın asıl sahipleri onlar. Hispanikler, siyahlar, Kızılderililer ve diğer azınlıklar ise sadece hoş gördükleri ve ülkelerinden yaşamalarına izin verdikleri ikinci sınıf insanlar.
Bu algı ve statü de muhafazakar beyazlara, alt kasttakilerin yapması veya söylemesi asla hoş karşılanmayacak her şeyi özgürce yapma veya konuşmada oldukça geniş bir alan açıyor. Wilkerson’a göre bu, muhafazakar Cumhuriyetçilerin, bazı solcu politikacıların hatalarını, on yıllar sonra bile hala neden acımasızca gündemde tutup onları yargılamayı sürdürebildiklerini açıklayan şey. Ama bundan daha fazla olarak, neden Amerika’nın resmi ve özel her türlü kurumsal yapısı ve insan kaynağının, solculardan, muhafazakarlardan beklediklerinden daha fazla şey bekleyip, solcuların yanlışlarını ise daha az tolere edebildiğini de açıklayan şey. Gazeteciler, medya patronları, yargıçlar, müfettişler, savcılar, lobiciler, politik stratejistler, seçmenler, polis ve diğerleri… Yani Wilkerson’a göre, ABD’nin ırk temelli sosyal hiyerarşisi, sadece bir grup muhafazakarın zihniyet sorunu değil.
Muhafazakar Cumhuriyetçiler ise, bu hak edilmemiş statü ve krediyi, iktidarlarını mutlak ve sürekli hale getirmek için çoğu zaman utanmazlıkla kullanıyor.
Bu pervasızlığın en baş döndüren örneği, Cumhuriyetçilerin Yüksek Mahkeme üyeliği koltuğu üç yıl ara ile iki kez boşaldığında sergiledikleri zıt tavırlarda sergilendi. Obama’nın başkan olduğu 2016’da, “seçime 9 ay kalmışken başkanın Yüksek Mahkeme’ye üye ataması milli iradeye büyük saygısızlık” diyerek Obama’nın seçtiği yargıcın atamasını onaylamayan Cumhuriyetçi senatörler, sadece dört yıl sonra, 2020’de seçime hem de bir hafta kala Trump’ın seçtiği ismi apar topar onayladılar. Hem de, 2016 yılında kamuoyunu ikna etmek için şerefleri üzerine, “bizim de başımıza gelse seçim yılında asla yapmayız, yaptırmayız” sözü verdikleri halde. Üstüne de, sosyal medyada, solcu kesimlere, ‘nasıl kandırdık sizi ama’ çocukluğunda sevinç paylaşımlarıyla…
Kültür eleştirmeni Lili Loofbourow, o günlerde bu baş döndüren ilkesizliğe, ‘Slate.com’da, “Bu ikiyüzlülük değil, çok daha aşağılayıcı bir şey” başlıklı yazısında şöyle tepki gösterecekti:
“Muhafazakar parti, nihilizmi (ya bizim mutlak egemenliğimiz ya da ülkenin yok oluşu) kucaklayarak, söze güveni ayaklar altına alarak, politikada iyiniyetli olmayı enayiliğe dönüştürdü”.
‘Şeref’ ve ‘utanma duygusunun’ yitirilmesi
Bazı analistlere göre ise, muhafazakarların bu kadar açıkça yalan konuşup, bu kadar açıkça yolsuzluklar yapıp, bu kadar açıkça ahlakı çiğneyip hiçbirinde siyasi bedel ödememelerinde, tabanından politikacısına kadar bütün muhafazakar evrenin, iki önemli duyguyu yani “utanma duygusu” ve “şeref”i artık hiç yaşamaması da rol oynuyor.
Yazar ve gazeteci Neal Gabler, Politico’da yayınlanan “Sağ, ahlak pusulasını nasıl şaşırdı?” başlıklı yazısında, “Tanık olduğumuz şey muhafazakarlığın yükselişi değil, utanma duygusunun yitirilişi” diye yazacaktı:
“Son 40 yıldır muhafazakarlar, toplumsal ahlakta bir dejenerasyon yaşandığından yakınıyorlar. Gerçekte yakındıkları sosyal dejenerasyon ise kast ettikleri konularda değildi. Amerika’nın gerçek sosyal dejenerasyonu, dürüstlük ve adil olmanın artık önemli olmaktan çıkmasıdır.”
Muhafazakarların, dürüst ve ilkeli olmayı önemsizleştirerek aslında sosyal yozlaşmayı kendilerinin gerçekleştirdikleri gerçeğini göremediklerinden yakınıyor Gabler…
40 yıl önce solcuların da muhafazakarların da, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da hala ‘adalet’ ve ‘sorumluluk duygusu’yla kendilerini bağlı hissettiklerini hatırlatıyor. Bu iki duyguyu yaşatacak temel şey de ‘utanma duygusuydu’ Gabler’e göre:
“Geçmişte Rush Limbaugh gibi nefret ve cehalet pazarlayıcılarının muhafazakar kesimde bu kadar popüler olamamasının nedeni utançtı. Herkes böyle bir arsızlıkla yan yana anılmaya utanıp uzak durduğu için, böyle biri, kendisini popüler etmeye yetecek kadar dinleyici insan veya mikrofon uzatan televizyon kanalı bulamazdı”.
Muhafazakarlık için, ‘mutlak iktidar olmak’, hayattaki tek değer, tek amaç haline geldi. İngiliz romancı Evelyn Waugh’un, “Politikalarını hayata geçirmek için iktidar peşinde değiller, iktidar olmak, muktedir kalmak için politika peşindeler” diye yakındığı yozlaşmayı yaşıyorlar.
Gabler de, muhafazakarlığın, utanmazlığı, kazandıran bir politika taktiği haline dönüştürmesinin sonucuna dikkat çekiyor:
“Utanmazlığa tepki göstermek, siyaseten taraf tutmak haline getirildi. Bu da geniş yığınları, politik görünmek istemedikleri için, açıkça ahlaksız açıkça adaletsiz tutumlara, yalanlara, yolsuzluklara bile sessiz kalmaya sevk ediyor. Ayrıca, bir konunun sadece politik yönünü değil, ahlaki yönünü de tartışmayı imkansız hale getiriyor.”
“Utanma duygusunun yitiren, ahlakını yitirmiştir” diye ekliyor Gabler.
Ahlakın bütün unsurları gibi ‘utanma duygusu’ da ‘şeref’le yakından irtibatlı. Houston Üniversitesi Felsefe Profesörü Tamler Sommers, 2018’de yayınlanan ‘Şeref Neden Önemli’ kitabında, modern Amerikan toplumunun, bu çok önemli duyguyu, görmezden gelmesinin maliyetine dikkat çekiyor. ‘’Şeref, ‘adil bir toplumda iyi bir yaşam’ın olmazsa olmazı’’ diye yazıyor Sommers, “Şerefe değer vermeyen toplumlar kaliteli yaşam şansını yitirir.”
Kadim zamanlarda ‘şerefsiz’ ithamı, bir insana yapılabilecek en ağır hakaretti. Günümüzde, herkesin bildiği, zaman zaman kullandığı ama kimsenin anlamı üzerinde düşünmediği önemsiz bir takılma sözcüğüne dönüştü. Bizde de örneğin, ‘şeref’ artık nerdeyse sadece iki eylemde kriter. İronik olarak ikisinde de eylem, içmek… Biri ant diğeri mey… Oysa birinde ‘şerefi üzerine’ içilmesinin yasal zorunluluk olması, diğerinde ‘şerefle’ içilmesinin dilenmesi boşuna değildir.
Çünkü, şeref, bir insanın, kendisiyle hiçbir çıkar bağı olmayan insanların, onun ahlakıyla, dürüstlüğüyle ilgili ne düşüneceğine olağanüstü duyarlı olma duygusudur. Şeref, insanın, yalan konuşmayı, yolsuzluk yapmayı, başkasının hakkına kast etmeyi, dolandırmayı, adaletsizlik yapmayı, rezil olmayı veya rezillik çıkarmayı kendine yakıştıramaması, insanlar nazarında böyle bilinen, görünen biri olma yükünü vicdanen taşıyamama hassasiyetidir. Şerefli biri, yolsuzlukla, usulsüzlükle, kahpelikle, haksızlıkla, sahtekarlıkla kazanmayı, zenginleşmeyi vicdanına yediremez. Şerefli biri, ağzından çıkan sözü kast eder. Şerefli biri, her gün her saat, o anda işine ne yarıyorsa ona göre ‘konuşma yapma’ yükünü vicdanen taşıyamaz. Şerefli biri, tutarlı olmayı, etik olmayı, ilkeli olmayı, ağzından çıkan söze güvenilen biri olmayı çok önemser.
Rönesans tarihi konusunda en yetkin isimlerden biri olan 19’ncu yüzyıl tarihçisi Jacob Burckhardt, modern çağın başladığı rönesans günlerinde İtalya’da ‘liderliğe’ bakışta yaşanan mutasyonu anlatırken, şerefi, “vicdan ile bencilliğin gizemli alaşımı” şeklinde tanımlıyor.
Burckhardt, ‘şeref’ ve ‘bilinme arzusu’nun tamamı ile farklı iki duygu olduklarına vurgu yaparak, modern zamanda, politikacılar için, ‘şöhret isteği’nin, şeref duygusunun yerini büyük ölçüde almasından yakınacaktı. İnsanlarda, propagandayla iyi bilinme algısı yaratmak bir şeref kazandırmaz. Şerefi hiçbir devlet gücü, propaganda makinesi kazandıramaz. Davranışın, karakterin kendisi kazandırır. Çünkü şeref, insanın vicdanında başlar.
Burckhardt, “şeref duygusu, bencillik ve diğer kötü karakterlerle de çok uyumlu olabilir veya şaşırtıcı illüzyonların kolayca kurbanı da olabilir.” uyarısında bulunuyor. Nitekim, Trump ve muhafazakarlar, ‘ne pahasına olursa olsun mutlak iktidar’ ve ‘herkese biz hükmedelim’ hırsını, ‘şeref’in ikamesi gibi sunuyor.
Gerçekte ise ‘ne pahasına olursa olsun mutlak iktidar’ ve “herkese biz hükmedelim” hırsının yegane gaye haline geldiği bir zihinsel iklim ile şeref asla beraber yürüyemez. Bu yüzden de şeref, her popülist liderin, diktatörün, adeta ‘aşil topuğudur’. Takipçilerini hapsettiği zihinsel ve psikolojik mahpushanenin en zayıf pencerelerinden biridir.
Çünkü, Buckhardt’ın da yazdığı gibi, “şeref, çürümüş bir karakteri bile, enkazında hala kalan asil karakter kırıntılarını etrafında toplayıp besleyerek yeniden canlandırabilecek bir çeşmedir.”
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz