CEMAL TUNCDEMİR
13 Haziran 2021
‘’Ülkemizi gerçekten seviyorsak, yanlış yaptığını veya insanlığa karşı suç işlediğini kabul edemeyiz’’. Yaygın bakış açıları buydu. Çok azına göre ise, hem kendilerini, hem de ülkelerinin harap eden ateşi baştan görmelerini engelleyecek düzeyde kör eden yanlış bir ülke sevgisiydi bu. Tartışma on yıllar sürecekti.
On yıllardır, Cihan Harbinin sona ermesinin kutlandığı her Mayıs ayında olduğu gibi geçtiğimiz Mayıs ayında da yine bu tartışma bütün sıcaklığıyla gündeme oturdu: ‘’Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık mı?’’.
Söz konusu harp, İkinci Cihan Harbi ve tartışanlar da Almanların kendisiydi…
Anti-Hitler koalisyonun büyük ortakları olan Sovyetler, ABD, İngiltere ve Fransa, savaştan hemen sonra, 8 Mayıs gününü coşkulu şekilde kutlamaya başladı. Yıllarca önemli bir kesimleri Alman işgali altında kalan bu ülkeler için, artık Almanya’nın işgalcileri haline gelmek ‘kutlama’ nedeniydi. ‘Alman halkını Nazi rejiminden kurtarmak’ gibi bir öncelikleri yoktu. Düşmanı, yani ‘’Almanları’’ yenmekti onlar için önemli olan.
Savaş boyunca ve sonrasındaki yıllar boyunca ülkelerini, ‘düşmanlığa uğramış mağdur taraf’ gören Almanlar ise bu coşkuyu elbette ki paylaşmıyordu. 8 Mayıs’a nasıl bir tepki vereceklerini o yıllarda bilememeleri şaşırtıcı değildi. 12 yıl boyunca önce Almanya’yı ardından Avrupa’yı ‘’Almanların malı’’ yapma iddiasıyla hayatlarına çöken, ırkçı paranoyalarla, komplo teorileriyle, korku hikayeleriyle, hamasi propagandalarla halkını kör eden faşist bir rejiminin gölgesinde yaşamışlardı. Nazi rejimi, Führer’i, propagandası, askerleri, polisleri, ss’leri, rejim bekçileri, istihbarat ağıyla ekonomiden, sosyal yaşama kadar her alana çökmüştü. Nüfusun en az yarısı, bu rejimin gönüllü destekçisiydi. Doğal olarak Avrupa’daki komşularının hiçbiri, onlara güvenmiyordu.
Ama ‘Almanya’yı lider yapma’ vaadi, ‘’tarihsel olarak Almanların hakkı olan toprakları’’ (Lebensraum) geri kazanma ve bu coğrafyanın çevresini tehditlerden arındırma iddiasıyla komşu ülkelere taşıdıkları savaş da, nihayetinde geri dönüp kapılarına gelmişti. Nisan ayı boyunca Sovyet birlikleri ile Nazi güçleri arasındaki şiddetli çarpışmalar, Berlin’i tam bir enkaza çevirmişti. Bütün Alman şehirleri harabeye dönmüştü. Rus, Amerikalı, İngiliz ve Fransız askerler, daha önce Alman askerlerin kendi ülkelerinde kendi kadınlarına yaptığı gibi, tarih boyunca bütün işgalci askerlerinin işgal ettikleri ülkelerdeki kadınlara yaptığı gibi, çok sayıda Alman kadına tecavüz etmişti. Yedi milyon Alman savaşta ölmüştü. Milyonlarcası esirdi. Milyonlarcası evini terk etmek zorunda kalmıştı. Hepsinden önemlisi ise, görmezden gelerek, sessizce tanıklık yaptıkları, Holokost gibi, Alman halkına kuşaklar boyunca utanç yaşatacak korkunç bir insanlık suçu bütün açıklığıyla insanlığın gözleri önüne serilmeye başlanıyordu.
Vatanları ise, Berlin Piskoposu Joachim Meisner’ın, ‘büyük günahlar her zaman bölünme getirir’ şeklinde ifade edeceği akıbeti yaşıyordu. Lebensraum vaadinin gerçekleşmesi bir yana, ellerindeki Almanya bile, her birine bir büyük işgalci gücün yerleştiği dört parçaya bölünmüştü artık.
Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasıyla, İkinci Cihan Harbinde silahların sustuğu ve Nazizmin iktidardan gittiği o gün ile, yani 8 Mayıs 1945 günüyle ilgili Almanların ikilemi işte buydu: 8 Mayıs, Almanya için yenilgi günü mü, kurtuluş günü mü?
ABD, Fransa ve İngiltere’nin kontrolündeki üç Almanya parçasındaki Alman politik partilerinin, üç parçayı birleştirip Federal Almanya Cumhuriyetini kuracak anayasayı yapmak için, tam da galiplerin dördüncü kez zaferi kutladığı 8 Mayıs 1949 günü bir araya geldikleri toplantının açılışında, sonraki 10 yılda ülkenin ilk devlet başkanı da olacak Demokratik Özgürlük Partisi başkanı Theodor Heuss, bu ikilemi dile getirecek ilk Alman yetkiliydi:
‘’Gerçek şu ki 8 Mayıs 1945 günü, her birimiz için tarihin en trajik ve tartışmalı paradoksu olmaya devam ediyor. Neden? Çünkü, biz aynı anda hem esaretten kurtulan hem de harap edilen bir ülkeydik’’.
Federal Almanya’nın kuruluşundan beş ay sonra 7 Ekim 1949’da kurulan Demokratik Almanya Cumhuriyeti ise, 8 Mayıs için ta başından ‘kurtuluş’ nitelemesini kullanmaktan çekinmedi. Doğu Almanya rejim elitleri, ırkçı faşizme karşıtlığı ve dolayısıyla ırkçı faşizmden kurtuluş söylemlerinde samimiydi. Her şeyden önce Hitler’in Yahudilerden sonraki en büyük düşmanı komünistlerdi. Ama, kendilerinin de her geçen gün biraz daha koyulaştırdıkları otoriter devlet faşizmine ve Stalin’e eleştiriye dönüşmemesi için, Nazilerin, devlet, ideoloji veya millet adına otoriter bir baskı rejimi kurduğu konularına ise pek girmeyecektiler. Tarihin, ‘’gerçekte olduğu gibi’’ değil, ‘’resmi hikayeye uygun’’ anlatılmasında o kadar ileri gidildi ki, 1960’larda ve 70’lerde Doğu Almanya’da yetişenlerin çoğu, ‘’ülkelerinin’’, İkinci Dünya Savaşında Sovyetlerin müttefiki olarak Batı Almanya ve onun lideri Hitler’e karşı savaştığını sanıyordu artık.
Batı Almanya’nın ilk Şansölyesi Konrad Adenauer, savaşın bitmesinden 10 yıl sonra Paris’te, ‘’Fanatik liderlerinin, millet adına işlediği korkunç suçların Alman halkına maliyetinin çok ağır olduğu’’ ifadesi ile mahcup bir yüzleşme çabasında bulunacaktı. Mahcup bir tondaydı çünkü, Alman halkının büyük bölümü hala, Nazi geçmişiyle yüzleşmeye hazır değildi. Bunu ülke sevgisiyle bağdaştıramıyorlardı. İlk Sosyal Demokrat Şansölye olan Willy Brandt’ın, 1970’de Polonya’da Varşova Gettosu’nda Nazi kurbanları anıtına çelenk koyduktan sonraki saygı duruşunda aniden, yardımcılarına bile sürpriz olacak şekilde ‘günah çıkarır’ gibi diz çökmesi, bütün dünyada takdirle karşılanırken, Alman halkının yarısı, Şansölyelerine tepki göstererek bunu onaylamadığını belirtecekti. Hele de Şansölyelerinin, Almanların, kendilerinden daha aşağı gördükleri Slav bir ulus önünde diz çökmesi daha ağırlarına gitmişti.
Nazilerin 1933’te otoriter rejimlerini kurmasından birkaç ay sonra Norveç’e kaçan ve 12 yıl sonra Naziler iktidardan gidince dönebilen Brandt, kişisel olarak Nazilerin günahlarına ortak olarak görülmemesine rağmen, ülkesinin, bir daha aynı çukura düşmemesi ve Almanların uluslararası saygınlığı için ülkenin kendi karanlık gerçeğini de görmeye başlaması gerektiğinin zamanının geldiğine inanıyordu.
Almanya’da Nazi döneminde çalışmış nüfusun oranı azalıp, İkinci Dünya Savaşı sonrası doğanların oranı arttıkça, tarihe objektif bakışta da yükseliş yaşanıyordu. 1960’larda ve 70’lerin Alman gençliği, ‘gerçeğe’, ego okşayıcı ‘ulusal fantezilerden’ daha çok değer vermeye başladı.
Berlin merkezli Einstein Forum’un Amerikalı direktörü ve ahlak felsefecisi Susan Neiman’a göre, özellikle genç Almanların zihniyetindeki değişimin çarpıcı nedenlerinden biri de, 1960’ların başından itibaren Alman ekonomisinin toparlanmasıyla Avrupa’da seyahate çıkan gençlerin sayısındaki büyük artıştı. Neiman’a göre bu seyahatlerde Alman gençler, artık ‘yalnız ve zavallı milletimiz, savaşta mağdur oldu’ dışında ilk kez, komşu uluslardan, yakın tarihin diğer hikayesini duyma şansı da buldular. Alman olarak, Avrupa’da dolaşmanın ne kadar rahatsız olduğu gerçeğini yaşadılar. ‘’Almanın Almandan başka dostu yoktur’’ türünden ırkçı mazeretlere sığınmak yerine, ‘’neden Avrupa’daki bütün uluslar tarafından eleştiriliyoruz’’ anlamaya çalıştılar. Artık dünyada herkesin delilleriyle görebilir hale geldiği insanlık suçlarıyla ilgili, 1970’lere kadar oldukça popüler olan, ‘her şeyi Hitler yaptı’ iddiası ciddiye alınır olmaktan çıktı. Bu yaklaşımı eleştiren ve Berlin’de 1977’de perde açacak ‘Ben Yapmadım Hitler Yaptı’ tiyatro oyunu öyle bir ilgi görecekti sonraki 35 yıl boyunca sahnelenecekti.
Almanya’nın artık gözlerini açıp kendisiyle yüzleşmeye başladığı bu yeni sosyal iklimi resmileştirecek, çığır açıcı konuşma ise Almanya’nın teslim oluşundan 40 yıl sonra geldi.
Federal Almanya Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker, 40’ncı yıldönümü töreninde 8 Mayıs 1945 gününü, ilk kez resmen ‘’Kurtuluş Günü’’ olarak niteleyen Alman yetkili oldu. Weizsäcker, ‘’Milletimiz, nasyonal sosyalizmin bütün insanlık dışılığından ve tiranlığından kurtuldu’’ diye konuşacaktı.
‘’İkinci Dünya Savaşı bittiğinde, toplama kamplarında yaşanan korkunç soykırım belgeleriyle açığa çıktığında, çoğumuz, bu yapılanlardan hiç haberimiz yoktu iddiasına sığındık’’ özeleştirisinde bulunan Weizsäcker, Alman halkına çağrıda bulunacaktı:
‘’Bugün, 8 Mayıs günü, yapabileceğimiz en doğru şeyi yapmalıyız; sadece görmek istediğimizi görme çabasına girmeksizin, gerçeğin gözünün tam içine bakmalıyız. Hatırlama yoksa yaralarımızı sarmamız da mümkün olmaz.’’
Weizsäcker, Almanların İkinci Dünya Savaşı ve hemen sonrasında yaşadığı yıkım ve bağımsızlığını kaybetmenin nedeninin 8 Mayıs olmadığı vurgusunda da bulunacaktı:
‘’Bütün bu yaşadıklarımızın sebebi 8 Mayıs’tan çok öncesine, savaşı evimize getiren tiranlığın başlangıcına gidiyor. 8 Mayıs 1945’i, 30 Ocak 1933’ten farklı görmemeliyiz’’.
Weizsäcker, bu suçlara bulaşmamış her Almanı da sırf Alman olduğu için suçlu gören çarpık bakışı eleştirirken, sorumluluktan kaçınılmaması gerektiğini de hatırlatıyordu:
‘’Bugün nüfusumuzun çoğu İkinci Dünya Savaşı sonrası doğanlardan oluşuyor. Kimse işlemediği bir suçun suçlusu olmaz. Ama ister yaşlı ister genç ister suçlu ister masum olalım, biz bütün Almanlar, geçmişimizi de kabul etmeliyiz. Çünkü sonuçlarından hepimiz etkileniyoruz. Geçmişin gerçeklerine gözünü kapatan, bugün de gerçeği görme yeteneğini kaybeder. Gayri insaniliği hatırlamayı reddeden herkes, yeniden enfekte olmaya açıktır.’’
Şöyle devam edecekti Alman Cumhurbaşkanı:
‘’Biz eski kuşakların gençlere öncelikli borcu, rüyalarını gerçekleştirmelerini sağlamak değil, dürüstlüktür. Hatırlamanın, neden hayati olduğunu anlamaları için gençlere yardımcı olmalıyız. Tarihi gerçekleri, tek taraflı, ütopik doktrinlere sığınmadan ve üstünlük fikrine kapılmadan, hakperestçe kabul etmelerine yardımcı olmalıyız. Sıradan bir insanın bile ne kötülükler yapabilme potansiyeline sahip olduğunu kendi tarihimizden biliyoruz. Bu nedenle, bizim, eski kuşaklardan farklı ve daha iyi olduğumuzu sanma yanlışına da düşmemeliyiz. Çünkü ahlaki açıdan mükemmelliğe erişmiş olma diye bir şey yok…’’
Weizsäcker daha sonra Alman gençliğine, ‘’kendilerini, ötekilerine, Ruslara veya Amerikalılara, Yahudilere veya Türklere, solculara veya muhafazakarlara, siyahlara veya beyazlara, düşmanlık ve nefret duygusuna kaptırmamaları’’ tavsiyesinde bulunacak ve şu çağrıda bulunacaktı:
‘’Bu 8 Mayıs günü, gerçeklerle, yapabileceğimiz en iyi şekilde, yüzleşme cesareti gösterelim’’.
Kendisi de Hristiyan Demokrat Parti kökenli olan Weizsäcker’a o gün en fazla eleştiri, ‘geçmişi unutmayı’, ‘geçmişe açık gözle yeniden bakışa’ tercih eden bazı Hristiyan Demokratlardan gelecekti. Fakat sık sık kamuoyuna açık şekilde, örneğin Türk kökenlilerin de Alman milletinin parçası sayılması gibi, kendi sağcı tabanını karşısına alma pahasına gerçekleri konuşabilmesi nedeniyle, ülkesinde ve uluslararası toplumda ‘’Almanya’nın vicdanı’’ diye anılacak Weizsäcker’in bu tarihi çıkış, geçmişle yüzleşme konusunda daha dürüst ve özgüvenli bir yaklaşımın dönemeci oldu. ‘’Ulusal tarihin gerçekleriyle mütemadiyen hesaplaşıp, suçları ve yanlışları asla unutmamayı’’ ifade eden ‘vergangenheitsaufarbeitung’ konsepti, entelektüel mahfillerin dışına çıkarak ana akımlaştı. Suçların birkaç kötü niyetli insanın değil, sosyal bir iklimin ürünü olduğunu göz önünde bulunduran bu konsept, ‘’geçmiş geçmiştir, tamam bir kere andık artık kapatalım, unutalım gitsin’’ kolaycılığının, toplumu nasıl yeniden benzeri suçlara hazır hale getirebileceği tehlikesine işaret ediyor. ‘’Kovid aşısı da olduk, vaka da kalmadı. Artık virüs tehdidi konusunu unutalım gitsin’’ kolaycılığının, insanları, gelecekteki yeni tür virüs salgınlarına karşı korunaksız ve hazırlıksız bırakacağı gibi…
Elbette ki savaştan hemen sonra Nazilere ait bütün anıtlar, heykeller, semboller sokaklardan meydanlardan binalardan temizlenmişti. Ancak, ‘vergangenheitsaufarbeitung’ konseptinin de vurguladığı gibi, Nazizmi doğuran şey bu heykeller, bayraklar, semboller değildi. Onlar çok sonradan gelmişti. Nazizm onlardan çok önce bir sosyo-politik iklimin ürünü olarak doğdu. Toplumu sürekli uyanık tutacak eğitim müfredatına, anıtlara, müzelere ve gazeteciliğin, akademinin, sanatın sürekli sorgulamalarına ihtiyaç vardı.
Günümüzde anketlere göre Alman halkının yüzde 89’u, 8 Mayıs’ı ‘Kurtuluş Günü’ olarak görüyor. Weizsäcker, 2015 Ocak ayında öldüğünde Hristiyan Demokrat şansölye Angela Merkel, Weizsäcker’ın 1985 konuşmasını övgüyle bir kez daha anacaktı. Merkel aynı yıl Mart ayında Japonya ziyaretindeki bir konferansında, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Güneydoğu Asya’daki suçlarını unutmayı, konuşmaya tercih eden Japonlara, Almanya’nın deneyimlerini paylaşacak ve Weizsäcker’ın ‘geçmişinin gerçeklerine gözünü kapatan bugünkü gerçekleri de görmez hale gelir’ sözünü hatırlatarak, ‘Savaşı açık yüreklilikle konuşun’ öğüdünde bulunacaktı.
Merkel’in Japonya’da dikkat çektiği bir başka gerçek daha vardı. Merkel’e göre sadece Japonlar değil, Japon işgali yaşamış, Çin, Kore, Filipinler gibi ülkeler de artık ‘konuşmayı’, Japonları aşağılamak ve geri düşürmek için değil, ‘uzlaşma ve barış iklimine girme niyetiyle sürdürmek zorundaydı’:
‘’Almanya’nın rehabilitasyonu, eski düşmanları, Alman halkının geçmişiyle yüzleştiğini kabul ettikleri için mümkün olabildi. Komşularımızın bu cömert jestleri olmaksızın bizim bunu aşmamız mümkün olamazdı. Ama tabii ki en önemlisi, Alman toplumunun da tarihiyle yüzleşip gerçeklerini kabullenmeye hazır olmasıydı’’.
Fakat ne var ki, son yıllarda 8 Mayıs’a ‘kurtuluş günü’ olarak bakmaya itiraz edenlerin sayısı ve sesi de yeniden yükselmeye başlamış görünüyor. Almanya’da 8 Mayıs’ın ne olduğu etrafındaki tartışmanın son yıllarda yeniden yükselmesi ile ırkçı ve yabancı düşmanı ‘’Almanya için Alternatif (AfD)’’ partisinin yükselişinin doğru orantılı olması da tesadüf değil. Bu da son yıllarda 8 Mayıs anmalarını, Almanya için yeniden harareti yüksek bir güne dönüştürüyor.
Almanya’nın yaklaşık yarım yüzyıldır süren, ‘tarihe yeni gözle samimi ve gerçekçi bakma’ çabasının son yıllarda küresel medyada da kendine bu kadar geniş yer bulmasının tek nedeni, Almanya’da aşırı sağın yükselişi değil. Atlantik İttifakı’nın en batı ucunda, okyanusun diğer yakasında başlamış, ‘Amerika ırkçı bir ülke mi?’ tartışmasının merkezine de ‘’ABD’nin ırkçı geçmişiyle, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi yüzleşmesi gerektiği’’ savının yerleşmesi…
New York Times gazetesinin, ABD’ye ilk siyah kölelerin getirilmesinin 400’ncü yıldönümü olan 2019 Ağustos ayında yayınladığı ve Amerika’nın ulusal öyküsüne, köleliğin sonuçlarını ve siyahların ülkeye katkılarını da ekleyen ‘’1619 Projesi’’ adlı yazı dizisiyle tarihçiler arasında başlayan ‘tarihle yüzleşme’ tartışması, ABD Başkanı Joe Biden’ın, 2020 seçim kampanyasında ‘ABD’de sistematik ırkçılık var’ söylemi ile politik gündeme taşındı. Tartışma, Minneapolis’te George Floyd adlı siyahın, teslim olduğu bir beyaz bir polis tarafından 9 dakika boyunca boynuna dizle bastırılarak boğularak katledilmesinin 2020 yazında Amerikan şehirlerinde büyük bir protesto ve isyan dalgasına yol açmasıyla daha da alevlendi.
Dönemin ABD Başkanı Trump, ABD’nin bağımsızlık yıldönümü olan 4 Temmuz günü, ABD Başkanlarından dördünün heykelinin bulunduğu Rushmore Dağının eteğine gidip, ‘’Ya Amerika’da sistematik bir ırkçılık olduğuna inanan birisiniz veya Amerika’yı seven birisiniz. İkisi birden olamazsınız. Amerika, tarihin en merhametli ve en seçkin milletidir’’ konuşması yapacaktı. Trump daha sonra, ABD Başkanı olarak, 1619 Projesine karşı, adını ABD’nin bağımsızlığını ilan ettiği 1776 yılından alan ‘’1776 Komisyonu’’ adlı bir komisyon kurduğunu açıkladı. 1776 Komisyonu, okullarda ‘’vatanseverlik aşılayacak’’ ve ‘’Amerika yanlısı milli gençlik’’ yetiştirecek eğitim müfredatı hazırlamakla görevlendirildi. 1776 Komisyonu’nun ilan edilişindeki konuşmasında Trump, ‘’bir sapkın ağının Amerikan okullarında çocuklara, Amerika’da sistemik ırkçılık olduğuyla ilgili yalanlar öğrettiğinden’’ yakınarak tehditte bulunacaktı:
‘’Çocuklarımıza bu korkunç doktrini öğretmek, çocuk istismarıdır. Solcu radikaller, milletin yıllardır süren sessizliğini zaafiyet sanıyorlar. Yanlışlar. Ebeveynin çocuğuna sevgisinden daha büyük bir güç yok. Ve vatansever anne babalar, çocuklarının, ülkelerine karşı nefretle beslenmelerine daha fazla göz yummayacak’’.
Buna karşılık Demokrat Partinin başkan adayı Biden ise, ‘’büyük kölelik günahının’’ ikiye böldüğü Amerika’nın İç Savaşında en kanlı ve belirleyici çatışmasının yaşandığı, her iki taraftan 50 bin askerin öldüğü Gettysburg’a giderek, ‘’Bu topraklarda, Afrika’dan zincirlenmiş halde ilk insanların getirildiği 400 yıldan beri sistemli ırkçılık olduğu gerçeğiyle dürüstçe yüzleşmeliyiz artık’’ sözleriyle, ‘ulusça mükemmel değildik, mükemmel değiliz, daha iyi olma yolunda kat edecek mesafemiz var’ konuşması yapacaktı.
‘’Nefret asla yok olmaz, sadece toplumun içinde gizlenir’’ diye konuşacaktı Biden ve uyaracaktı:
‘’Nefrete oksijen verildiğinde, imkan verildiğinde hızla yayılır. Nefrete, anlaşılabilir normal bir hal muamelesi yapıldığında, derhal kapatmamız gereken, aksi taktirde çok geç olacak bir kapı açılmış olur’’.
2020 ABD Başkanlık seçimi, birçok farklı çekişmesinin yanı sıra, ‘tarihimize nasıl bakmalıyız’ ve ‘ülkemizi nasıl sevebiliriz’in de mücadelesi haline geldi. Seçim sonrasında kısmen tansiyonu düşen bu tartışmalar, ABD Başkanı Biden’ın, geçtiğimiz Nisan ayında Minneapolis mahkeme jürisinin, George Floyd’u herkesin gözü önünde öldüren beyaz polis memuru Derek Chauvin’i, hakkındaki bütün suçlardan suçlu bulması kararını alkışlarken, bu kez ABD Başkanı olarak, ‘’ABD’de sistemik ırkçılık olduğunu ve bu jüri kararının, bunu sona erdirme yolunda bir adım olduğunu’’ söylemesiyle yeniden yükseldi. ABD devlet başkanının, lideri olduğu ülkesini, ‘sistematik ırkçılığın yaşamakta olduğu bir ülke’ olarak nitelemesi çok önemli bir kırılma anıydı.
Biden’ın, ABD Kongresine ilk kez hitap ettiği 29 Nisan günü, George Floyd’u bir kez daha anması ve ‘’Hepimiz, adaletsizliğin dizinin siyah Amerika’nın boğazına çökmesine tanık olduk. Bu ülkede sistemik ırkçılık belasını söküp atma fırsatına sahibiz’’ diye konuşması Cumhuriyetçilerin tepkisini daha yükseltti. Aynı gün Biden’a cevap konuşması için Cumhuriyetçiler, tek siyah Cumhuriyetçi senatör olan Tim Scott’ı seçeceklerdi. Bütün Amerikan tarihindeki 11’nci ve partisinin tek siyah senatörü olan Scott’ın, ‘’Kulak verin bana! Amerika ırkçı bir ülke değil’’ diye konuşması ve Demokratları ‘çözülmüş bitmiş’ ırk mevzusunu politik kazanım için sürekli kaşımakla suçlaması, tartışmayı yeniden politik gündemin ilk sırasına taşıdı.
Joe Biden da, ertesi gün, Senatör Scott’ın sözlerine, ‘’Elbette ki Amerikan halkının ırkçı olduğuna inanmıyorum. Ama Amerika’nın ırkçı geçmişinin ve kölelik çağının birçok uygulamasına bugün hala takılı kalmasının çok büyük bir maliyeti var ve bununla yüzleşmemiz lazım’’ şeklinde karşılık verdi.
Tartışmanın bir tarafına göre, ABD’nin, tarihiyle yüzleşmediğinin en çarpıcı göstergelerinden biri, kölelik yanlısı Konfederasyon Ordusunun lider ve generalleri ile Amerikan yerli uluslarına karşı katliamlar gerçekleştirmiş bazı subay ve politikacıların hala heykellerle, devlet madalyalarıyla, caddelere şehirlere meydanlara kışlalara isimlerinin verilmesiyle onurlandırılmaya devam edilmesi.
Washington Post köşe yazarı Michele Noris, Haziran başında gazetesinde yazdığı makalede, ‘’ABD’ye yurt dışından gelmiş bir yabancı, şehirlerdeki heykellere, caddelerin isimlerine bakarak, İç Savaşı, Konfederasyon Ordusunun kazandığını bile sanabilir’’ diye dikkat çekiyor bu tuhaf manzaraya.
6 Ocak’ta ABD Kongresine saldırarak Kongrenin seçim süreciyle ilgili anayasal görevini yerine getirmesine fiilen engel olmaya çalışan Trump destekçilerinin en fazla taşıdığı bayrağın, Amerikan bayrağı değil, kölelik yanlısı Konfederasyon Ordusunun bayrağı olması çok önemli bir simgeydi.
Beyaz Cumhuriyetçiler, siyahların, kölelik yanlısı güneyli Konfederasyon Ordusunun generallerinin askeri kışla ve tesislere verilmiş isimlerinin değiştirilmesi talebini, hatta çoğunlukla siyahların yaşadığı yerleşim birimlerindeki caddelerden kaldırılması isteklerini bile, ‘’Amerika nefreti’’ olarak görüyor. Kölelik yanlısı Konfederasyonun liderlerinin ırkçı beyazlarca dikilmiş heykellerinin kent merkezlerinden kaldırılmasının istenmesini, ‘’Amerika’nın kültür ve tarihine düşmanlık’’, ‘’Amerikalılığa karşı hazımsızlık’’ olarak görüyorlar. Kadın ve çocuklar dahil silahsız Kızılderilileri topluca katletmiş subaylara verilen zafer ve şeref madalyalarının iptali taleplerini, ‘’ülkenin milli kahramanlarının hatırasına saldırı’’ olarak niteliyorlar.
Noris, Amerikan toplumunun nasıl henüz ‘kolektif bir hafıza’ya sahip olamadığına dikkat çekiyor. Siyahlar ve beyazlar tarihe baktıklarına birbirine zıt iki farklı öykü görüyor. Bugünlerde çok sayıda Amerikalı gazeteci ve uzman gibi Almanya’nın çabasına vurgu yapmaktan kendini alamıyor.
Susan Neiman da, ‘kolektif hafıza’ya ulaşmada Almanların görece başarısına dikkat çekiyor:
‘’Almanlar, birlik ve beraberliğe sahip müreffeh bir ülke olmak isteyen bir ülkenin, kriminal geçmişiyle ve yanlışlarıyla mutlaka yüzleşmesi gerektiğini idrak edebildiler. Bunun, oldukça zaman alan bir süreç olduğunu ama nihayetinde iyi sonuçlar vereceğini başından görebildiler. Ve bu mücadelenin sadece tarihe ait birkaç bilgiyi düzeltme değil, eğitimden sosyal ve politik kültüre birçok cephede birden verilmesi gerektiğini doğru anladılar’’.
Kendisi de hem Atlanta doğumlu bir güneyli Amerikalı olan ve Almanya’nın tarihiyle hesaplaşması sürecini araştırmak için uzun yıllar Berlin’de yaşayan Susan Neiman, her iki ülkedeki psikolojik sürece de oldukça vakıf bir isim. Neiman’ın, ‘’Almanlardan Alınacak Ders: Irk ve Kötülüğün Hatırası’’ kitabı, Almanya’da Nazi iktidarını yıkan ABD’nin, on yıllar sonra kendi ülkesinde yeniden yükselen ve demokrasiyi felç olma noktasına taşıyan beyaz ırkçılığını, -kaderin bir cilvesi olarak- ancak Almanya’nın yolundan giderek yenebileceği iddiasının başucu kitabı haline gelecekti.
Neiman, 2020 Temmuz ayında New Yorker dergisine verdiği röportajında da Almanya’nın tarihiyle hesaplaşmasının tarihi önemine dikkat çekecekti:
‘’Sanırım hepimizde az çok, ecdadımızı ve milletimizi kahraman gibi görme eğilimi var. Eğer kahramanlığa uygun bir sonuç alınamamışsa da bu kez mağduru oynamaya sığınıyoruz. Almanlar, uzun ve zahmetli bir yüzleşme sonunda mağduru oynamayı bırakıp, suçları ile yüzleşmeyi başardılar. Bu tarihte bir ilk’’.
ABD Başkanı Joe Biden, 1 Haziran 2021 günü, beyazların, siyahların yaşadığı mahallelere saldırarak ‘’etnik temizlik’’ yaptıkları Tulsa Katliamı’nın 100’ncü yıldönümü için Tulsa’da yapılan anmaya katılacak ilk ABD başkanı olacak ve burada ‘’Bazı suçlar o kadar çirkin, korkunç ve ağırdır ki, bazıları ne kadar uğraşırsa uğraşsın, toprak altına gömülüp unutturulamıyorlar’’ diye konuşarak ekleyecekti:
‘’Sadece tarihimizdeki iyi güzeli değil, kötüyü ve çirkini de bilmeliyiz. Büyük milletlerin yaptığı şeydir bu: Büyük milletler kendi karanlık tarafıyla yüzleşip hesaplaşırlar.’’
Tartışmanın bu tarafına göre, bu yüzleşme, Trump’ın iddia ettiği gibi Amerika’ya düşmanlığın değil, sağlıklı ve gerçek bir Amerika sevgisinin yansıması. Onlara göre, vatanseverliğin temelinde, ‘’kusursuz ülkelerinin üstünlüğü’’ inancı değil, ‘sevgi’ yer alıyor. Ülkenin geçmişindeki veya hala devam edegelen ayıplarına, utanç verici yanlarını eleştirmek, düzeltmeye çalışmak da bu sevginin doğal bir yansıması. Yani gerçek vatanseverliği besleyen bir yaklaşım. Hem siyah, hem hak/eşitlik mücadelesi yanlısı hem de gay olması nedeniyle maruz kaldığı devlet ve toplum tasallutundan kaçınmak için uzun yıllarını yurt dışında gönüllü sürgünde geçirmiş, Amerikan edebiyatının dev ismi James Baldwin, 1963 yılında yayınlanacak deneme kitabının başına eklenen otobiyografik notta, ‘’ülkesini, dünyadaki bütün ülkelerden daha çok sevdiğini’’ yazacak ve ekleyecekti: ‘’Tastamam bu sebeple, onu mütemadiyen eleştirmekte ısrar ediyorum’’.
İngiliz filozof G.K. Chesterton, 20’nci yüzyılın ilk çeyreğindeki ‘vatanseverlik’ tartışmalarına, ‘’İnsanları, Roma’yı kusursuz ve büyük olduğunu düşündükleri için sevmiyordu. Roma, kendisini kusursuz ve mükemmel bulmayan insanları onu sevdiği için büyüktü’’ sözüyle, vatanseverin, her halukarda ülkesini eleştirmekten kaçınan insan anlamına gelmediğini vurguluyordu.
Susan Neiman da, ‘olgun’ insanın ülkesine bakışını, ebeveynimizle ilişkimiz örneğiyle açıklıyor:
‘’Çocukluğumuzda bize her anlattıklarına inanıyoruz. Ergenlik ve ilk gençlikte ise, ebeveynimizin dünyasını tamamı ile reddedecek kadar karşı çıkıyoruz. Ancak yetişkinliğimizde anne babamızla dengeli bir ilişkiye ulaşıyoruz. Onlardan öğrendiğimiz şeylerden doğru gördüklerimizi biz de çocuklarımıza aktarıyoruz, yanlış gördüklerimizi ise reddedip devam ettirmiyoruz’’.
Almanya’nın mevcut Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier da ülke sevgisinin, bilinçli olmasına bir kez daha vurgu yapacaktı. Steinmeier, geçtiğimiz yıl, 8 Mayıs 1945’in 75’nci ‘kutlamasında’, bilge bir hahamın ‘’Hiçbir kalp, kırık bir kalp kadar sağlam değildir’’ sözüne atıfta bulunduktan sonra ekleyecekti:
‘’Almanya, tarihi, sakatlıkla malul bir ülke. Milyonlarca insanın öldürülmesi, milyonlarca insanın acı çekmesinin sorumlusu olmanın yükünü taşıyor. Geçmişten bugüne kadar kalbimizi kıran bir gerçek bu. Ben bundan dolayı hep şunu diyorum; bu ülkeyi ancak kırık bir kalple sevebilirsin’’.
Aynı konuşmasında, nefret, yabancı düşmanlığı, komplo teorileri ve korkudan beslenen paranoyaların, eski kötülüğün, yeni kılıklarla karşımıza çıkan hali olduğuna dikkat çekecek Alman Cumhurbaşkanı, bu yüzden ‘’kurtuluşu’’ sadece geçmişte bir gün değil, ‘geleceğe de taşınması gereken bir çaba’ olarak görmek gerektiğine vurgu yapacaktı. Ona göre bu çabayı ayakta tutacak şey de, ülkenin kötülükleri ve yanlışlarını unutmayıp yeni kuşaklara da öğretmekten geçiyordu.
O günlerde New York Times gazetesindeki köşesinde, Alman Cumhurbaşkanının bu ses getiren konuşmasına da atıfta bulunacak gazeteci Roger Cohen, ‘’Dünyanın tehlikeli zamanlardan geçtiğini Almanlardan daha iyi kim görebilir ki… Otoriterlik, korku, hınç ve yalanlardan beslenir. 1930’da böyle büyüdü, günümüzde böyle büyüyor’’ diye yazacak ve ekleyecekti:
‘’Ülkeni kırık kalple sevmek, körü körüne sevmekten her zaman daha iyidir’’.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz.