“İfade özgürlüğü, yok edilmeden, yasayla düzenlenebilir bir şey değil”
CEMAL TUNÇDEMİR
5 Haziran 2022
New Jersey eyaletinin Newark kenti 27 Temmuz 1798 günü sıra dışı bir hareketlilik yaşıyordu. Yaz tatilini geçirmek için başkent Philadelphia’dan, memleketleri olan Massachusetts eyaletine yolan çıkan ABD’nin ikinci Başkanı John Adams ve karısı Abigail yol üstündeki Newark’ta mola verecek ve bir gece geçirecekti. ABD’nin ikinci başkanı Newark’a vardığında atlı birlikler, milisler ve halk, başkanı törenlerle karşılamak için hazırdı.
Başkan Adams arabasından indiğinde çanlar çalmaya başladı ve selamlama topları art arda patlamaya başladı. O sırada tören alanına yakın bir tavernada birasını yudumlamakta olan çöp mavnası sürücüsü Luther Baldwin adlı işçi, etraftaki birkaç kişinin duyabileceği şekilde, “Umarım toplardan biri Adams’ın g.tüne isabet edip patlar” diye söylendi.
Olgun bir cumhuriyette bu çakırkeyf sataşmadan sadece o mekânda bulunanlar haberdar olur ve en fazla birkaç kahkaha sonrası unutulup giderdi. Fakat tavernanın işletmecisinin devlete ihbar edip “devlete hakaret” ve “devlet başkanına fiziki saldırı isteği” suçuyla işçiyi tutuklatmasıyla 224 yıl sonra hâlâ Adams’ın nasıl karşılandığını değil, mabadında patlaması istenen top mermisi şakasını konuşuyoruz. Genç Amerikan cumhuriyetinin, kendisini, kader ortağı Fransız devrimi gibi daha yolun başında bir tiranlığa dönüştürme potansiyeline sahip “özgürlüğü ve cumhuriyeti koruma” iddialı yasası, tam adıyla, “Göçmenler ve Vatana İhanet Yasası” sayesinde…
Aslında, Adams’ın Newark’a gelmesinden sadece bir ay önce imzaladığı bu yasa, ABD’nin İngiliz Krallığından bağımsızlık kazanmasından beri Cumhuriyet yolunda ilk varoluşsal sınavı değildi.
4 Temmuz 1776 bağımsızlık ilanı ile başlayan Amerikan bağımsızlık savaşı, 7 yıl sonra 3 Kasım 1783 günü İngiliz Krallığı ile Paris’te imzalanan barış antlaşmasıyla sona ermişti. Gerçi Paris antlaşması imzalandığında savaş çoktan durmuştu. İngilizlerle son büyük askeri çatışma 1781 yılında yaşanmıştı. Bağımsızlık kazanan 13 koloni, o tarihten beri Kontinental Kongre’nin önderliğinde anayasası olmayan gevşek bir konfederal yapı olarak yoluna devam ediyordu. Yeni ülkenin cumhuriyete giden yolda ilk büyük sınavı, eyaletlerden vergi toplama yetkisi olmadığı için bütçesi olmayan Kongre’nin maaşlarını ödeyemediği Kontinental Kongre Ordusuydu.
11 Mart 1782 günü ordunun Newburgh’daki karargâhında dağıtılan bir muhtıra metninde açıkça, Kongre adım atmazsa askeri diktatörlük kuracakları iması yer alıyordu. Washington’un ordudaki en büyük rakibi olan General Horatio Gates‘ın liderliğindeki bu cuntanın dört gün sonraki toplantısına habersizce aniden gelen George Washington, silah arkadaşlarına, insan soyunun antik çağlardan günümüze insana yakışır bir yönetim arayışını anlattıktan sonra, yazılan muhtıranın hedeflediği yönetim tarzının, insanlığın ulaştığı uygarlık düzeyine aykırı bir eğilimi yansıttığını ifade edecek, ordudan Kontinental Kongre’ye sadık kalmalarını ve zaman tanımalarını isteyecekti. Bağımsızlık Savaşının bu saygın komutanının dramatik konuşması cuntanın o gün tamamen dağılmasına yol açacak ve ABD’nin kaderini değiştirecekti.
Washington hiçbir insani kusuru, zaafı veya yanlış düşüncesi olmayan bir lider değildi. Başkomutanlığı döneminde dahi Amerikan gazeteciliğinin veya kendisi gibi düşünmeyen politikacıların sık sık eleştirilerine maruz kalıyordu. Ama, yıllarca birçok kez fırsat ayağına geldiği ve hiç kan dökmeden kolayca elde edebileceği halde ülkeyi bir kral veya diktatör gibi yönetme isteğine sahip biri olmadığında, onu anlatan taraflı tarafsız bütün biyografiler müttefik. Nitekim, Newburgh cuntasından sadece iki ay sonra, kendisine mektup yazarak, Avrupa’daki anayasal monarşiler gibi bir anayasal monarşi tesisi ile ülkenin kralı olmasını teklif eden Albay Lewis Nicola‘ya yazdığı mektup bu karakterin çok çarpıcı bir göstergesiydi:
“Büyük bir hayret ve şaşkınlıkla okudum mektubunuzu. Bağımsızlık savaşı boyunca yaşadığım hiçbir meşakkat, bana, mektubunuzda belirttiğiniz saltanat eğiliminin ordu içinde de taraftarları olduğunu öğrenmek kadar acı vermedi. Bu iğrenç bakışı esefle kınıyorum. Ülkeme yapılabilecek en büyük kötülüğün bana teklif edilmesi cesareti verecek ne tür davranışım olduğunu düşünmekten başka bir şey yapamıyorum. Ülkenize ve bana bir parça saygınız ve sevginiz varsa, bir daha ne benimle ne de başkasıyla bu minvalde bir düşünceyi konuşmayınız.”
Nihayet birkaç yıl sonra, bir cumhuriyet inşa etme ve vergi toplama yetkisi olan bir ortak kongre inşa etme yolunda en ciddi adım atıldı. 1787 yazı boyunca 12 koloniden gelen 55 delegenin aylarca süren tartışmalardan sonra hazırlanan ABD Anayasası eyaletlerin onayına sunuldu. Aydınlanma çağının en güçlü politik belgesiydi bu.
Bu 55 adamın en ortak noktası hepsinin de mutlak Cumhuriyetçi olmasıydı. Çünkü çoğu doğrudan demokrasinin çoğunluk diktası ve çete rejimiyle sonuçlanacağı endişesine sahip olmaya yetecek kadar yüksek eğitime sahipti.
Bağımsızlık savaşının başladığı 1776’da ABD’de sadece 9 üniversite vardı. George Washington ve Benjamin Franklin hariç ABD’nin bütün kurucu babaları bir üniversite mezunuydu. O günlerde bu üniversitelere kabul almanın tek şartı Cicero ve Virgil gibi Roma cumhuriyetçilerlerini Latince aslından okuyup anlayabilmekti. Örneğin, tarihin en değerli politik metinlerinden olan Federalist Makaleler’in yazarlarından biri olan John Jay, King’s College’a (bugünkü Columbia Üniversitesi) kabul alabilmek için sınava girdiğinde, Cicero’nun üç oratoryosunu çevirmesi istenmişti. Sonraki yüzyıl boyunca ABD başkanlarının çoğunu mezun edecek New Jersey Üniversitesinin (bugünkü Princeton) kurucusu John Witherspoon, okulu, adeta, “devlet adamları için Cicero eğitim kampına” dönüştürecekti.
Antik Roma Cumhuriyetinin devlet adamı Cicero, popülist liderlerin yönetimi şahsileştirerek cumhuriyeti yıkabileceğini en erken gören düşünürlerden biri. Örneğin Roma Cumhuriyetini yıkmak isteyen Senatör Catilina‘ya, konuşmalarıyla Senato’yu harekete geçirerek engel olmuştu. Bu çıkışlarıyla Senato üzerinde elde ettiği gücü kendisini diktatör yapmakta kullanabileceği halde bunu yapmayarak cumhuriyete bağlı kalması nedeniyle Romalılar Cicero’yu, ‘Vatanın Babası’ diye anacaktı. Nitekim Cicero, daha sonraSezar‘ın yönetime katılması davetini de Sezar yönetiminin Cumhuriyeti yıkma potansiyeli taşıdığını gördüğü için reddedince Sezar’ın hasmı haline gelecek ve Roma’dan kaçmak zorunda kalacaktı. Cicero’nun öngördüğü gibi kendisini diktatöre dönüştüren Sezar’ın öldürülmesinden sonra da Cumhuriyetin yeniden tesisi için mücadele vermesi nedeniyle de bu kez yeni diktatör Mark Anthony onu ‘vatan haini’ ilan edecek ve öldürtecekti. Cicero’nun öldürülmesi Roma Cumhuriyetinin de sonu olacaktı.
Amerikan anayasa yapıcılarının, daha antik çağda halkın güvenlik, hamaset, kabilecilik gibi iptidai eğilimlerini manipüle ederek popüler olacak liderlerin Cumhuriyetin kurum ve değerlerini yıkıp devleti bir şahıs devletine dönüştürebileceğini öngörebilen Cicero’ya bu aşinalığı, parti görünümü altında veya güçlü liderlikle bir cumhuriyeti yıkabilecek demokratik çeteleşme tehditlerine farkındalıklarını olabildiğince yükseltiyordu. Devlet başkanlığını değil, Kongre’yi devletin merkezine yerleştiren ve tarihte ilk kez kuvvetler ayrılığına dayanan bir düzen kuran anayasa işte bu farkındalığın ürünüydü. Yine aynı endişe ile doğrudan halk oyu ile oluşan tek kurum Temsilciler Meclisi oldu. Senato’dan başkana, yargıçlardan bakanlara diğer bütün üst düzey devlet erkanının, iki aşamalı ve karşılıklı denetimli seçimlerle belirlendiği bir düzen kuruldu.
20. yüzyılın en önemli iletişim teorisyenlerinden biri olan Neil Postman, ABD’nin, ülkenin kuruluşunun ve sisteminin yazı yoluyla tartışılıp belirlendiği tarihteki ilk ülke olduğuna dikkatimizi çekiyor. Örneğin, Amerikan kamuoyunun, 4 Temmuz 1776’da bağımsızlığın, özgürlük tarihinin en çarpıcı metinlerinden biriyle ilan edildiğinde bu fikri çok çabuk benimsemesinde en önemli paylardan biri, Thomas Paine‘in o ilandan sadece 6 ay önce yayınlanan ve içeriğinden nerdeyse haberdar olmayan Amerikalının kalmadığı ‘Sağduyu’ kitabına aitti.
Philadelphia Anayasa Kurultayının 1787 Eylül ayında Anayasa’yı kabul etmesinden sonra 13 koloninin onay oyuna sunulduğu iki yıllık süreçte de teklif edilen Anayasayı tartışacak, halka izah edecek, açıklayacak, benimsetecek ve daha da geliştirecek benzersiz bir yayın faaliyeti başlayacaktı. Amerikan devriminin sağlıklı bir cumhuriyet taraftarlığına evrilmesinde ve halkın Anayasa’ya değer atfetmesinde çok önemli rol oynayacak Federalist Makaleler de bunlar arasındaydı.
Kurucu babalardan Alexander Hamilton, James Madison ve John Jay’ın ‘Publius’ ortak mahlasıyla kaleme aldıkları ve 1787 Ekim ayı ile 1788 Nisan ayı arasında başta New York gazeteleri olmak üzere çeşitli gazetelerde yayınlanan 85 yazıdan oluşan Federalist Makaleler, sadece doğmakta olan Amerikan cumhuriyeti için değil, sonradan kurulacak bütün cumhuriyetler ve hatta politik bilim için de yol gösterici bir kaynağa dönüşecekti. Federalist Makalelerin birincisinde vurguladıkları gibi, medyadaki özgür fikri tartışma, halkı, tefekküre ve kendi tercihiyle iyi bir hükümet kurmaya yönlendirip, kazara aniden kurulmuş politikal bir düzene baskıyla sonsuza kadar katlanmak zorunda kalmasını engelleme çabasıydı.
Federalist Makaleler, Madison’un 10’ncu makalede ‘çoğunluğun diktatörlüğüne’ karşı bariyerler oluşturulmasının öneminden, Hamilton’un 78’nci makalede ‘yargısal denetimi’ gündeme getirmesine kadar yeni cumhuriyetin şekillenmesinde çok temel bir rol oynayacaktı.
Nihayet, Haziran 1788’de 13 eyaletten 9’uncusunun da onaylaması ile Anayasa’nın öngördüğü üçte iki çoğunluk sağlanacak ve Amerikan Cumhuriyeti resmen anayasal bir devlet haline gelecekti.
Bütün bu tartışma süreci ise, sonradan ABD’nin fiili iki partili siyaset sisteminin tohumlarını ekecek bir fırkalaşmaya da yol açmıştı.
John Adams, Hamilton gibi isimlerin yer aldığı Federalist fırka, yeni anayasal düzenden ve güçlü bir merkezi federal devlet kurulmasından memnundu. Sonradan ‘Anti Federalistler’ diye anılacak ve Madison ve Jefferson gibi isimleri barındıran demokratik cumhuriyetçi fırka ise yeni Anayasa ile bireyin haklarını tehdit edebilecek güçte bir merkezi hükümet oluştuğuna dikkat çekerek, bu istismar potansiyeline karşı da acil bariyerlerle anayasanın tahkim edilmesi gerektiğini tartışmaya başlayacaktılar. Fransız Devriminden sonra başlayan İngiliz- Fransız savaşında Federalistlerin İngiliz yanlısı bir eğilim içinde olmaları ve Cumhuriyetçilerin Fransa ve devrim yanlısı olmaları ayrışmayı güçlendirdi. Federalistlerin kendilerini, tıpkı 1776 bağımsızlık savaşındaki Kraliyet yanlıları gibi ‘devlet ve düzen taraftarları’ ve diğer fırkayı da ‘bozguncular’ olarak isimlendirmesi kutuplaşmayı daha da derinleştiriyordu.
Ancak antifederalist fırkanın yürüttüğü kampanya başarılı oldu ve Fransız Devriminin, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesini ilanından sadece bir ay sonra, 1789 Eylül ayında James Madison’un kaleme aldığı ve devlete karşı vatandaşın haklarını garanti altına alan 12 maddeden 10’u Kongre’de kabul edilerek eyaletlerin onayına sunuldu. 1791 Aralık ayında yeterli sayıda eyaletin onaylaması ile, sonradan ABD Haklar Bildirgesi adıyla anılacak 10 ek madde Anayasa’nın parçası haline geldi.
ABD Anayasasının birinci ek maddesi (First Amendment), ifade, inanç, basın ve devleti protesto özgürlüğünü mutlak garanti altına almak için Kongre’ye ve devletin gücüne net bir sınır çiziyordu:
“Kongre, herhangi bir dini inancı destekleyici veya yasaklayıcı, ifade ve basın özgürlüğünü, insanların barışçıl bir şekilde toplanmasını, protestosunu veya devletten şikayetçi olmalarını kısıtlayıcı kanunlar yapamaz.”
Anayasanın yürürlüğe girip sistemin cumhuriyet olmasından sonra yapılan ilk başkanlık seçiminde oybirliği ile Washington ülkenin ilk başkanı seçilmişti, ve tıpkı başkomutan olduğu dönemdeki gibi başkan olarak da bütün selefleri için örnek bir devlet adamlığı sergileyecekti. Üstelik bağımsızlıktan sonra adeta patlama yaşamış Amerikan gazeteciliğinin zaman zaman çok ağırlaşacak saldırılarına rağmen.
Yeni federal yasaların özgür gazeteciliği teşvik etmek için posta maliyetini oldukça kısmasıyla 1776’da 50 olan gazete sayısı Washington’un ikinci başkanlık döneminde 200’ü aşmıştı. O günlerde yayınlanan bütün gazeteler bir politik fraksiyonun sözcülüğünü yapıyordu ve ülkedeki bütün fırkaların ortak paydalarından biri olan Washington bile bu son derece politize gazetecilikten payını fazlasıyla alıyordu. Washington’ın yönetim tarzından, Hazine Bakanı Hamilton’un ekonomi programına kadar her konu ağır bir eleştiri, sorgulama ve sıklıkla itham altındaydı.
Buna rağmen Başkan Washington, gazeteleri kısıtlayacak hiçbir adım atmadı. Askeri darbeyi engellediği ünlü Newburgh Hitabında sarf ettiği, “İfade ve basın özgürlüğü olmazsa, sessiz, ahmak itaatkâr bir yığına dönüşmemiz kaçınılmaz olur. Mezbaha sırasındaki koyunlardan bir farkımız kalmaz.” sözlerine bağlılığını hep sürdürdü.
Washington ikinci kez dört yıllığına başkan seçildikten sonraki dönemde bir başka gerçeği daha görmüş oldu. Halk ne kadar severse sevsin ne kadar başarılı olursa olsun, sağlıklı bir demokraside bir iktidarın yıpranmaması ve popülerliğini yitirmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla gerçek bir demokrasi ile bir liderin ölünceye kadar iktidarda kalması iki zıt yoldur. İktidara gelmiş bir politikacının demokrasi konusunda içtenliğinin en açık ve kesin göstergesi de yakın bir gelecekte seçimi kaybedip sıradan bir vatandaş veya muhalif olarak yaşamını sürdüreceği gerçeğine ne kadar hazır olduğudur. İktidarını geçici görmeyen her yönetici ve her fırka, kişisel ailevi veya sosyal çevreleri için her türlü yolsuzluğu pervasızca yapabilir, anayasayı, yasaları kolayca çiğneyebilirler. Kendisinin gelecekte muhalif bir lider olarak veya sıradan bir vatandaş olarak yaşama olasılığını yok eden her politikacı, ne pahasına olursa olsun şahsi iktidarını sürdürmeye çalışacak bir toplum ve ülke düşmanıdır. Cumhuriyete ve demokrasiye en büyük tehdittir.
Bağımsızlık savaşının büyük komutanı, ülkenin en önemli kurucusu ve halkın sevgilisi Washington her gün dozu daha da artan muhalefetin onda uyandırdığı bu düşünce ile bırakmanın vaktinin geldiğine karar verdi. Yeniden aday olmayacağını açıklayarak, ABD başkanlarının en fazla iki dönem başkanlık yapması teamülünü başlattı. 1940’ların sonuna kadar hiçbir yasal ve anayasal zorunluluk olmamasına rağmen tüm ABD başkanları bu teamüle uyacaktı. Modern cumhuriyetlerin devlet başkanlarının görev sürelerine sınır getirmeleri de Washington’un başlattığı bu teamülün bir eseri olacaktı.
Bugünden bakınca önemsiz bir detay gibi görünebiliyor ama 1700’lerin sonunda bir devlet yöneticisinin fiili veya yasal mücbir sebep yokken iktidarını hiçbir akrabalık bağı olmayan bir başka kişiye devredip sivil bir düz bir vatandaş olarak köyüne dönmesi baş döndürücü düzeyde radikal bir adımdı. Modern demokrasi tarihinin ilk barışçıl iktidar devrinden hemen sonra Washington, yeni başkan seçilen John Adams‘ın bir adım arkasından yürüyecek ve ona ‘Sayın Başkan’ diye hitap edecekti.
Washington gibi ağır ve birleştirici bir ismin emekli olarak ahir ömrünü sivil vatandaş olarak geçireceği çiftliğine dönmesiyle Amerikan tarihinin ilk fiili parti mücadelesi de başladı. 1796 seçiminde federalistlerin önde gelenlerinden John Adams ABD başkanı seçilirken, Kongre’de de federalistlerin ağırlığı oluşmuştu. Bununla beraber başkan yardımcılığını ise Cumhuriyetçi fırkanın lider ismi Thomas Jefferson kazanmıştı. Yani, cumhuriyetin içinde artık gruplaşmış fiili bir muhalefet hareketi de vardı. Bunun da daha önce bir örneği yoktu. Amerikan cumhuriyetinin yönetimi, iktidara gelme potansiyeline sahip bir muhalif gruplaşmaya nasıl karşılık verecekti? Fransız devrimi, Jakoben grubun içinden bile gelse her türlü eleştiri, itiraz ve protestoyu, devrim ve cumhuriyet karşıtlığı olarak görüp zalim şekilde bastırarak, kendi sonunu getirmişti. Giyotininden hala kan damlayan bu trajik deneyimin ışığında Genç Amerikan cumhuriyeti ikinci büyük varoluşsal sınavına yürümeye başladı.
İroni olarak o günlerde hem Federalistler hem de Cumhuriyetçiler, Fransız devriminin yaşamakta olduğu fiyaskoya atıfla politikalarını savunuyordu. Bir elit hareketi olan Federalistler, Cumhuriyetçileri, çeteci, eğitimsiz, değerlere saygısı olmayan çapulcu bir güruh olarak görüyordu. Cumhuriyetçilerin Fransız devriminin radikal bozgunculuğunu Amerika’ya transfer edeceği iddiasındaydılar. Fransız devrimi sonrası başlayan İngiliz – Fransız savaşında İngiliz yanlısı bir eğilime sahiptiler. Onlara göre hadsiz yazılar yazan gazetecilere, hadsiz konuşmalar yapan politikacılara hadleri bildirilmeliydi. Amerikan toplumunu o günlerde galeyana getiren iki gelişme bu amaçlarını gerçekleştirmek için Federalistlere oldukça uygun bir psikolojik ortam sundu.
ABD’nin bağımsızlık savaşı boyunca Fransa’dan aldığı yardımları geri ödemeyeceğini açıklamasından sonra bozulan ABD Fransız ilişkileri, Haiti merkezli olarak Karayip denizindeki karşılıklı restleşmeyle iyice gerilmişti. 1798 başlarında Fransız gemilerinin Amerikan gemilerine saldırıp yağmalaması veya el koyması ile örtülü bir savaş başladı. Bu da Federalist gazete ve sözcülerine, Fransız devriminden yana olan Cumhuriyetçi fırka mensuplarını, ‘dış güç işbirlikçisi’ gibi sunma, yaftalama fırsatı veriyordu.
Toplumu infiale sürükleyen ikinci gelişme ise, artık kontrol edilemez boyuta gelmiş İrlandalı göçüydü. Tamamına yakını Protestan Amerikan toplumu, özellikle de New York, Boston, Phalidelphia gibi büyük şehirlerde yoğunlaşan bu görgüsüz, eğitimsiz ve yoksul Katolik göçünün, toplumun yapısını, demografiyi geri döndürülemez şekilde bozduğu, suç ve çetecilikte patlamaya neden olduğu düşüncesindeydi. Yeni göçmenlerin neredeyse tamamının Cumhuriyetçilerin seçmeni olması da öfkeyi daha da büyütüyordu.
İşte, Federalistlerin çoğunluğundaki Kongre’nin 1798 Haziran ayında geçirdiği, Newark’taki tavernada yapılan sarhoş şakasını bile ‘devlete ve devlet görevlisine hakaret suçu’ olarak gören ‘Yabancılar ve Vatan Hainliği Yasası’, sözde bu iki tehdide karşı çıkarılmıştı.
Yasa ile Amerikan tarihinin ilk resmi göçmen düzenlemesi uygulamaya konuyordu. Amerikan göçmen mevzuatı, doğuştan vatandaşın yanı sıra sonradan kazanılmış vatandaşlığı ifade eden ‘naturalization’ kavramıyla tanışıyordu. Sonradan vatandaş olanların çok büyük bölümünün Cumhuriyetçilere oy vermesi nedeniyle vatandaşlık kazanma şartları ağırlaştırılıyordu. Toplumda büyük destek gören bu göçmen yasasının asıl amacı ise, cumhuriyetçi muhalefeti ezmeyi amaçlayan “Devlete Muhalefet ve Kışkırtma Suçları” başlıklı geçici maddelerinde saklıydı. Devlet, devlet başkanı, bakanlar ve devlet görevlileri aleyhine ister meyhanede ister gazetelerde her türlü eleştiri, aleyhte söz ve hakaret, ‘vatan hainliği’ kapsamında suç haline getiriliyordu. Resmi açıklamaları kabul etmeyen her iddia ve söylem, dış güçlerin fitne ve propagandasının aracı olmak şeklinde damgalanıyordu.
John Adams, aslında ifade özgürlüğüne inanan aydın bir karakterdi. Ta gençlik yıllarındaki gazeteciliğinden beri baskılarla, kısıtlamalarla, yasaklarla mücadele eden bir isimdi. Kimsenin karşı olmadığı çağda köleliğe net şekilde karşı çıkanlardan biriydi. Sonradan ABD’nin 6. Başkanı olacak oğlu ile beraber, ABD’nin ilk 12 başkanı arasında hayatında hiç köle sahibi olmamış tek isim de oydu.
Dahası, halkın sadece oy değil, protesto ve hatta gerektiğinde isyan gibi araçlarla iktidar üzerindeki denetim gücünün, ülkenin bekası açısından yaşamsal önemde olduğuna inanan biriydi. Karısı ve başdanışmanı (ki bazı tarihçilere göre ülkenin kurucuları arasında yer alıyor) Abigail Adams’a yazdığı bir mektupta, 13 kolonide bağımsızlığın kazanılmasından beri geçen 11 yılda sadece tek bir halk isyanı olmasının pek de hayra alamet olmadığını savunarak şöyle soracaktı:
“Halkın, devlet baskısına karşı direnme ruhunu canlı tuttuğunu devlet yöneticilerine zaman zaman hatırlatmadığı hangi ülke özgürlüklerini koruyabilir ki?”
Bununla beraber başkan olduktan sonra eleştirilmeye tahammülü azaldı. Selefi Washington gibi muhalefeti hazmedip kabullenmek yerine bastırmaya çalıştı. Ve bütün kariyerinin en yanlış kararını vererek, Federalistlerin Kongre’den geçirdiği yasayı, hem de dramatik bir ironi olarak, 14 Temmuz 1798 günü, yani Fransız devriminin Bastille Kalesi Baskının dokuzuncu yıldönümü gününde imzalayarak yürürlüğe soktu.
Başkanı, Bakanları, Federal hükümeti, devlet görevlilerini eleştiren herkes 2000 dolara kadar para cezası ve 2 yıla kadar hapis cezası ile yargılanmaya başlandı. Kongre’nin ‘ifade özgürlüğünü yasaklayacak yasa yapamayacağı’ hükmünü içeren birinci ek maddenin anayasaya girmesinin üzerinden daha 7 yıl geçmemişken, çok sayıda gazeteci, politikacı ve sıradan vatandaş, ‘devlet başkanına hakaret’, ‘devleti aşağılama’, ‘devlet görevlisine hakaret’, ‘devlete itiraz’, devleti protesto’ gibi demokrasi ve cumhuriyet ilkeleri ile asla bağdaşmayacak suçlamalarla gözaltına alınıp yargılanmaya başlandı. Yargılanıp mahkum edilenler arasında, Adams yönetiminin politikalarını eleştiren makale kaleme alan bir Kongre üyesi bile oldu. Federalistler de tıpkı Robespierre gibi, ifade, protesto ve eleştiri özgürlüğünü askıya alan bu yasanın, ‘özgürlüğü korumak’ için gerekli olduğunu savunuyordu. En vahimi ise, yasanın içerdiği bir madde ile bu yasayı eleştirmek de yasanın öngördüğü devlete karşı gelmek suçu kapsamına alınmıştı.
‘Fransız ajanlarını’ bulup, ülkeden atma iddiasıyla topluma sunulan yasanın yürürlükte kaldığı sürede tek bir Fransız ajanı bile yakalanmadı, yargılanmadı. Tarih boyunca ‘vatana hainliğine’ karşı çıkarılmış bütün benzeri yasalar gibi, sadece muhalefeti, ‘iç düşmanlar’, ‘dış güç taşeronları’, ‘vatan hainleri’ olarak damgalayıp bastırmaya çalışmaktan başka işlevi olmadı. Yasanın gazetecilere getirdiği, ‘skandal, yalan, hakaret ve iftira içeren haber yazma suçu’ ise tarih boyunca benzeri bütün yasalar gibi, her türlü eleştiriyi ve toplumun öğrenmesi istenilmeyen doğruları bastırma aracından başka bir şey değildi. Resmi açıklama dışında her açıklamayı yalan haber olarak gören ve ispatlama yükünü iddiayı yazana yıkan bir anlayışın, gazeteleri ve vatandaşları devletteki hiçbir çarpıklık hakkında hiçbir şey yazamaz konuşamaz hale getireceği açıktı.
Fransız devriminin radikal evresini en büyük tehdit olarak gören Adams, Fransız devriminin radikal evresi olan Terör Rejiminin yasalarının aynısını uyguluyordu. Bu her yönden acı bir ironiydi. Dahası, imzaladığı yasa, Amerika’nın bağımsızlığından önce 1760’larda mevcut olsaydı, Adams, o yıllarda Boston Gazette’de, koloni valisi aleyhine yazdıklarının hiçbirini yazamazdı. Hapsi boylardı. Bir Cumhuriyet olan ABD’nin başkanı olarak ise vatan hainliği yasası nedeniyle 7 ay hapis yatan gazeteci James Callender’ın hapsedilmesine neden olduğu yazısında kaydettiği gibi, “dudaklarının birbirinden ayrılıp da birilerini tehdit etmeden asla kapanmadığı” bir vakaya dönüşmüştü. Yargıçların henüz politikacılardan seçildiği dönem Amerikasındaki Federalist yargıçlar da bu siyasi ahlaksızlığa hukuktan tamamen kopmuş iptidai bir siyasi tarafgirlikle destek çıkınca ‘cumhuriyet’ ağır bir varoluşsal sınavla yüz yüze gelmişti.
Fakat, cumhuriyetin kendisiyle beraber Adams’ın tarihe bırakacağı saygın hatırasının yok olmasını iki şey frenledi. İlki, bu yasa ile Federalistler, yandaş yargıçlarla doldurdukları mahkemelerde kazanırken, Amerikan kamuoyunda hızla kaybeden taraf oldu. Ne Fransız savaşı ne de İrlandalı Katolik göçmen paranoyası, Amerikalılara, kraliyet valilerinin keyfi yönetim dönemlerini hatırlatan bu yasadan ürkmesini engelleyemedi. Sıradan kendi halinde sarhoşları bile şakalarından dolayı devlete karşı gelmekle suçlayan hiçbir düzenin hayırla sonuçlanmayacağını seçmenler erkenden fark etti.
Federalist koalisyon, gidişatın vehametle sonuçlanacağını görüp itiraz eden önemli isimleriyle dağılmaya başladı. Jefferson yanlısı Cumhuriyetçi fırka ise aleyhinde açılan haksız davalarla gerçek bir partiye dönüşüyordu. Adams, iktidarını mutlaklaştırmak için çıkardığı anti-özgürlükçü yasanın ters tepmesiyle Amerikan tarihinin ilk tek dönemlik başkanı oldu. İki fırkanın başkanlık için mücadele ettiği ilk başkanlık seçimi olan 1800 seçimini kaybetti. Bazı Federalistlerin de desteği ile Jefferson kazandı. Adams hiç hazzetmese de sonucu kabullendi. Amerikan tarihinin en kirli, gergin ve şaibeli seçim kampanyalarından birine sahip olan 1800 seçimi ile, siyasi iktidar tarihte ilk kez, bir fırkadan, diğer fırkaya da barışçıl şekilde geçiyordu. Kongre’de çoğunluk kazanan Cumhuriyetçiler, Jefferson’un başkanlığa başlayacağı günün öncesinde 3 Mart 1801’de süresi dolan Vatan Hainliği ve Yabancılar Yasasının süresini uzatmayarak yasayı yürürlükten tarihin ibret raflarına kaldırdı.
Jefferson da başkan olarak göreve başladığı ilk gün, bu yasadan dolayı mahkûm olmuş herkesi başkanlık affıyla affeden, onlardan devlet adına özür dileyen ve sicil kayıtlarını temizleyen kararı imzalayacaktı. Affedilenler arasında, Adams’ın mabadına top mermisi isabet etmesini dileyen Luther Baldwin adlı Newarklı işçi de vardı.
18. yüzyıl Fransası hakkında en yetkin isimlerden biri olan Lynn Hunt, ‘İnsan Haklarının Doğuşu’ adlı kitabında, insan hakları konseptinin üç vazgeçilemez lazımı olduğunu belirtiyor: Kaynağı politik değil doğal olmalı (insan olarak doğmakla kazanılan); eşit olmalı (din, köken, cinsiyet, ırk vs ne olursa olsun herkes için aynı olmalı); evrensel olmalı (her yerde geçerli olmalı). Hunt’a göre hakkın bu şekilde anlaşılması aydınlanma döneminde oldu.
1689 İngiliz İnsan Hakları Bildirgesi, İngiliz vatandaşların (mülk sahibi erkekler), Magna Carta’dan beri sahip olduklarıyla ilgiliydi ve hakların doğallığı, eşitliği, evrenselliği konusunda hiçbir şey içermiyordu. 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ise Hunt’ın tarifine uygunluk açısından ilk insan hakları bildirgesiydi. Ve elbette 1789 yılında ilan edilen Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi de… Her iki bildirgenin de yazımındaki ortak imza ise Thomas Jefferson’du. İlkini tek başına kaleme almıştı. İkincisinin taslağını LaFayette ile birlikte hazırlamıştı.
Jefferson, halkın devleti protesto ve hatta gerekiyorsa isyan hakkı sahibi olduğunda selefi John Adams ile hemfikirdi. Nitekim Jefferson, başkanlık seçimi kampanyasında Devlete Muhalefet ve Kışkırtma Suçları Yasasından mahkum herkese af çıkaracağını ilan ederken gerekçesini şöyle açıklayacaktı:
“Bir ülkede arada bir halk isyanının gerekli olduğunu düşünüyorum. Atmosferin varlığını sürdürmesi için fırtınalar ne kadar gerekli ise ülkenin politik düzeninin bekası için de halk isyanları aynı ölçüde gereklidir.“
Jefferson kendisinden sonra ABD’nin dördüncü başkanı olacak James Madison‘a 1787’de yazdığı mektupta da “Toplumda devletin zorlayıcı gücüne karşı direniş ruhu o kadar önemli bir ruh ki keşke her zaman canlı tutulabilse. Bu ruh çoklukla isabetsiz kullanılabilir ama bunların hiçbiri, olmaması kadar da ülkeye büyük zarar vermez. Ben arada bir halk isyanlarını yararlı görüyorum. Atmosferdeki fırtınalar gibi…” diye yazmıştı.
Yine bir defasında, “Eğer, hükümeti olmayan ama gazeteleri olan bir ülke mi, gazeteleri olmayan ama hükümeti olan bir ülke mi tercihiyle karşı karşıya bırakılsak, bir an bile tereddüt etmeden birincisini seçerim” diye konuşacaktı.
İşte bu Thomas Jefferson bile, ABD’nin üçüncü başkanı olduktan sonra, kölesinden çocuk sahibi olması gibi birçok kişisel skandalı gazetelere yansıyınca, gazeteleri ağır şekilde eleştirmekten kendini alamayacaktı.
İfade özgürlüğünün tarihi boyunca sık sık tanık olduğumuz üzere, ifade özgürlüğünün, onu savunan insanların iktidara gelmesiyle garantiye kavuşacak bir şey olmadığının bir başka çarpıcı örneği olacaktı. Nitekim tarih, muhalefetteyken her türlü özgürlüğü savunup, muktedir olunca aynı özgürlükleri yok etmek için her türlü ideolojik, milli ve manevi gerekçeyi üretebilen iktidarlarla ve politikacılarla dolu.
Yine Amerikan deneyimi, ifade özgürlüğünün, sadece anayasaya yazılarak korunacak bir şey olmadığı gerçeğini gösteren ilk tecrübe olacaktı. Nitekim bugün bile anayasasında özgürlük ve hakları garanti etmeyen tek bir devlet bile yok. Örneğin Kuzey Kore Anayasası’nın hâlâ yürürlükteki 67’nci maddesi:
“Vatandaşların, ifade özgürlüğü, basın, toplanma, protesto ve örgütlenme hakları garanti altındadır. Devlet, demokratik partilerin ve sivil hareketlerin özgürlük içinde hareket etmelerini garanti edecek şartları sağlamakla yükümlüdür.”
Peki John Adams, Thomas Jefferson gibi son derece aydın devlet başkanları ve hatta ABD Anayasası’nın birinci ek maddesi bile ifade özgürlüğü için bir koruma sağlayamadıysa ne sağladı?
BaronMontesquieu başından beri haklıydı. Kuvvetler ayrılığının olmadığı hiçbir ülkede, ifade özgürlüğü asla söz konusu olamazdı.
Aslında Amerikan Anayasası, tarihte kuvvetler ayrılığı esasına dayanan ilk anayasaydı. Ancak ülkenin kuruluş yıllarında yargıçlar politikacılar arasından atandığı ve bu kişilerin çoğu da egemen fırka olan Federalistlerden olduğu için kuvvetler ayrılığını işletecek bir kuvvet dengesi henüz oluşmamıştı. Üçüncü Başkan Thomas Jefferson döneminde Yüksek Mahkeme etrafında gerçekleşen iki önemli kriz, ABD’yi gerçek bir ‘kuvvetler ayrılığı’ ülkesi haline getirerek Amerikan Devrimini, Fransız Devriminin sürüklendiği uçuruma düşmekten koruyacaktı.
İlki, ABD Yüksek Mahkemesinin 1803 yılında “Marbury v. Madison” adlı davada aldığı karardı. Bugün bile Amerikan tarihinin en önemli Yüksek Mahkeme kararı olarak kabul ediliyor. Adams, başkanlığı kaybetmesinden sonra görevi devretmesine iki gün kala bölge mahkemeleri yargıçlıklarına Federalist yargıçlar atamıştı. Bunların çoğu aynı gün Senato’da onaylandığı için atama tamamlanmıştı. Birkaçının ise atama işlemi görev devir teslim gününe denk geldiği için henüz Senato’da onay işlemi yapılmamıştı. Yeni seçilen Başkan Jefferson, sonradan dördüncü başkan olacak Devlet Sekreteri James Madison’a, yasadaki bir ifadeyi de baz alarak bu boş kalan üyeliklerin boş kalmaya devam ettiği ve buraya yeni yargıç atamaları yapacakları talimatı vermişti (Devlet Sekreteri bakanlığı, görev alanı olarak sonraki yüzyılda dışişleri bakanlığına evrilecekti).
Yargıç ataması yapılmayan William Marbury adlı Federalist iş adamının, işlemini yürütmeyi reddeden Devlet Sekreteri James Madison aleyhine açtığı dava sonucunda Yüksek Mahkeme 1803 yılında, Marbury’i haklı bulan kararını verecekti. Ancak bundan çok daha önemli olarak Yüksek Mahkeme, atama işleminin askıda tutulmasına neden olan kanunun da ABD Anayasasına aykırı olduğuna hükmederek bu yasayı da iptal edecekti. Mahkemenin, Kongre’nin çıkardığı bir yasayı Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptal etmesi ile Montesquieu’nun yaklaşık yarım yüzyıl önce Fransa’da teorisini yaptığı Kuvvetler Ayrılığı İlkesi ilk kez bir ülkede uygulanıyordu. Yüksek Mahkeme bu kararı ile, devletin fonksiyonunda yargıyı da yürütme ve yasama ile aynı güce kavuşturarak ABD’nin yönetim sistemini, yürütmenin ve Kongre’nin de yargısal denetim altında olduğu ‘denge denetleme sistemine’ dönüştürüyordu.
İkinci kriz ise “Marbury v. Madison” içtihadından sadece iki yıl sonra meydana gelecekti. Artık yürürlükten kalkan ‘Yabancılar ve Vatan Hainliği Yasası’nın tetiklediği bir krizdi. Federalist yargıçların ağırlık kazandığı ABD yargısı, bu yasanın uygulandığı sürede çoğunlukla Adams’ın istediği yönde hareket ederek politik bir karakter sergilemişti. Jefferson, başkan olduktan sonra Yüksek Mahkeme’de Federalist etkisini kırmak için harekete geçmişti. İlk hedef, ABD’nin kurucu babalarından biri olan Yüksek Mahkeme üyesi Samuel Chase‘di. O dönemde Yüksek Mahkeme üyeleri yerel mahkemelerde de yargıçlık yapıyordu. Keskin bir Federalist olan Chase’in yerel mahkeme yargıçlığındaki bütün kararları ise açıkça partizan karakterdeydi. Özelikle de Yabancılar ve Vatan Hainliği Yasasının uygulandığı dönemde birçok Demokratik Cumhuriyetçi ismi ve gazeteciyi, yargıçtan çok adeta hasım bir savcı gibi yargılayarak mahkum etmesiyle tepkinin odağındaydı.
Demokratik Cumhuriyetçilerin çoğunluk kazandığı Temsilciler Meclisi, Yüksek Mahkeme üyesi Samuel Chase’in ‘azil yargılamasına sevk edilmesini (impeachment) kabul etti. Chase bugün bile Temsilciler Meclisinde hakkında ‘impeachment’ kararı alınan tek Yüksek Mahkeme üyesi kalmaya devam ediyor. Herkes, Temsilciler Meclisinin bu kararının yine Demokratik Cumhuriyetçi çoğunluğa sahip Senato’da da onaylanacağı ve Chase’in azledileceğini bekliyordu. Fakat, Cumhuriyetçi Jeffersonian senatörler arasında gündem olan bir başka endişe, Federalist yargıç Chase’e duydukları nefretin önüne geçti. Temsilciler Meclisinde Chase’in azledilmesine gerekçe gösterilen dokuz maddenin tamamı da yargıç olarak verdiği kararların niteliğiyle ilgiliydi. Hiçbiri somut bir suç, kriminal ve kişilik sorunuyla ilgili değildi. Cumhuriyetçi senatörler, bir yargı üyesinin, hiçbir somut suç bağı ve isnadı içermeden sadece verdiği kararlar nedeniyle azledilmesi halinde Kongre’de çoğunluk elde eden her partinin kararlarını onaylamadığı her yargıcı azletmesi geleneği başlatacağından endişe ettiler. Bunun da ondan sonra bütün yargıçları, kariyerleri ve akıbetleri hakkında endişenin etkisinde kararlar almaya zorlayacağı açıktı. Yargıçların her türlü siyasi baskıdan azade hüküm veremediği bir devletin ise cumhuriyet olarak kalması imkansızdı. Senatörlere göre bir yargıcın berbat bir kararını düzeltmenin yolu yine yargı mekanizması içinde olmalıydı.
Senato’nun üçte iki çoğunluğuna sahip olmalarına rağmen Cumhuriyetçi senatörlerin, nefret ettikleri Chase’i, hakkındaki 9 suçlamanın tamamından beraat ettirmesiyle Chase, öleceği 1811 yılına kadar Yüksek Mahkeme üyesi kalmaya devam etti. Bu aklanma, Amerikan hukuk tarihinde yargıç bağımsızlığının en önemli dönemeci olarak kabul ediliyor. Zira bu örnek sonrasındaki 220 yıllık süreçte sadece Yüksek Mahkeme’de değil, federal bölge mahkemelerinde bile tek bir yargıç kararları nedeniyle görevinden alınmadı. 220 yıl boyunca Kongre tarafından görevden azledilen 15 federal bölge yargıcının ise tamamının azil nedenleri, cinsel taciz, rüşvet, mental rahatsızlık, görevi suistimal gibi, gördükleri davalardan bağımsız, kriminal veya sağlık gibi kişisel somut gerekçelere dayanıyordu.
Yüksek Mahkemenin ve yargının cumhuriyetin çok erken bir döneminde kazandıkları bu bağımsızlık ve kuvvetler ayrılığı düzeni, Amerikan Cumhuriyetinin, birçok sosyal çalkantıya, politik krize, derin kutuplaşmaya ve hatta tarihin en kanlı iç savaşlarından birine rağmen iki asrı aşkın, darbesiz ve diktatörsüz sürmesinde çok yaşamsal bir rol oynayacaktı.
Özellikle de hem kitle iletişiminin hem de devletlerin bu iletişimi kontrol güçlerinin oldukça geliştiği 20’nci yüzyılda, ifade özgürlüğünün garanti altında kalmasında en önemli faktör de kuvvetler ayrılığı olacaktı. Yüksek Mahkeme, 20’nci yüzyıl boyunca oluşturduğu birçok içtihatla, Anayasanın Birinci Ek Maddesini sürekli tahkim ederek, Beyaz Saray ve Kongre’nin devlet gücünü suistimal alanını daraltıp, vatandaşa ve medyaya devletin her işini sorgulamada oldukça önemli bir imkan yarattı.
Örneğin, 1927 yılında Komünist İşçi Partisinin Californiya teşkilatını kurduğu için yargılanan Charlotte Whitney’nin davası önlerine geldiğinde Yüksek Mahkeme Üyesi Louis D. Brandeis, “Kurucu babalarımız özgürlüğün mutluluğun sırrı olduğuna, cesaretin ise özgürlüğün sırrı olduğuna inanıyorlardı” diye yazacaktı: “Özgürlüğümüzü kazanan bu insanlar korkak değildiler. Politik tartışmalardan korkmuyorlardı. Özgürlük pahasına kazanılmış bir asayiş düzeni ile övünme yanılgısına düşmediler.”
Amerikan yargı tarihinin en önemli içtihat metinlerinden biri olarak kabul edilen oy yazısında, “Atalarımız, cadılardan korktukları için kadınları yaktılar” diye hatırlatan Brandeis, korkunun, ifade, toplanma ve protesto özgürlüğünü engellemek için meşru bir gerekçe olmak bir yana toplumu akıldışılığa sevk eden bir güç olduğunu ifade ederken, “özgür konuşma, insanları, irrasyonel korkularının esiri olmaktan da kurtaracak şeydir” tespitinde bulunuyordu.
Yüksek Mahkeme üyesi Brandeis’in öncülük ettiği 1927 içtihadı ile ABD Yüksek Mahkemesi, ifade özgürlüğünü kısıtlamaya, ‘açık ve yakın tehlike’ kriteri getiriyordu. Ancak bu kriterin de ifade özgürlüğünü korumak bir yana, yok edilmesine hizmet edeceği, McCharty cadı avı döneminde, İkinci Dünya Savaşı ve Vietnam Savaşı karşıtlığına karşı baskılarda ortaya çıkacaktı.
1969 yılında ABD Yüksek Mahkemesi, 1927 içtihadını ve dolayısıyla ‘açık ve yakın tehlike’ kriterini kaldıran yeni bir içtihat ortaya koyacaktı. 1960’lı yılların sonunda, Irkçı Ku Klux Klan örgütünün bir mitinginde, siyahlara, Yahudilere, Amerikan hükümetine, Kongre’ye karşı direniş çağrısı içeren bir nefret konuşması yapan Ohio eyaletinde Ku Klux Klan lideri Clarence Brandenburg’un ‘şiddet çağrısı’ nedeniyle 10 yıl hapse mahkum olduğu yargılamayı bozan Yüksek Mahkeme, devletin, hemen ve doğrudan sebebiyet bağı kurmuyorsa şiddet içeren konuşmaları yasaklamasını da anayasanın ifade özgürlüğü ilkesinin ihlali olarak görüyordu. Böylece, ‘açık ve yakın tehlike’ kriteri yerine, bir konuşmanın şiddet çağrısı olarak ceza alabilmesi için, bir somut şiddet eyleminin konuşmayı hemen takiben ve doğrudan konuşmadan kaynaklandığının ispatını ifade eden ‘Brandenburg kriteri’ getiriyordu. Böylece, iktidar sahiplerinin, şiddetle mücadele bahanesiyle, ifade özgürlüğünü devletçe ihlal edilebilir bir özgürlüğe dönüştürme tehlikesine karşı da bariyer kuruyordu.
Yine, 1931 tarihinde beyaz ırkçısı ve Nazi yanlısı bir Amerikalının, eyalette hemen herkesi rahatsız eden paranoya, yalan ve iftiralarla dolu gazetesinin eyalet mahkemesince yayınının durdurulması kararını bozan Near v. Minnesota davası içtihadında Yüksek Mahkeme Başkanı Charles Hughes, “neyi yayınlamanın doğru olacağına resmi makamların veya mahkemelerin karar vermesinin, bir topluma, ifade ve basın özgürlüğünün yalanlara, iftiralara alet olmasından çok daha büyük bir tehdit oluşturduğunu” vurgulayacaktı. İlkesiz, müfteri ve paranoyak bu ırkçı gazetecinin davayı Yüksek Mahkeme’ye taşımak için bütün avukatlık masraflarını, görüşlerini hiç paylaşmayan Chicago Tribune gazetesinin patronu Robert ‘Albay’ McCormickkarşılaşmıştı. McCormick, “Near’in gazetesi ile ilgili yayın yasağı kararını görür görmez, bunun, hemen her gazeteyi bir yolsuz yargıcın keyfine bağlı hale getireceğini gördüm” diyerek o günlerde sol ve özgürlükçü çevrelerde rahatsızlık yaratan çabasını savunmuştu. Doğru olanı yaptığı 30 yıl sonra daha iyi takdir edilecekti.
1971 yılında Yüksek Mahkeme, Amerikan hükümetinin Vietnam Savaşı hakkında 10 yıldır yaptığı bütün resmi açıklamaların aslında yalan olduğunu ispatlayan Pentagon Belgelerini yayınlayan New York Times ve Washington Post gazetelerinin yayınının ülke güvenliği gerekçesiyle durdurulmasını Anayasa’ya aykırı bularak iptal ederek savaş belgelerinin yayınlanmasının önünü açmıştı. Bu belgeler, Vietnam Savaşına halk desteğini sona erdirmiş ve ABD bu savaştan çekilmek zorunda kalmıştı. Yüksek Mahkeme’nin işte bu 1971 kararı, 1931 yılında ırkçı bir manyağın gazetesine özgürlük tanıyan içtihadına dayanıyordu. Sadece sevdiğimiz, benimsediğimiz, görüşlerini paylaştığımız gazeteler ve gazeteciler özgürleştiğinde hukuk ve özgürlük tesis edilmiş olmuyor. Nefret ettiğimiz fikirler, gazeteciler ve gazeteler de özgürleştiğinde hukuk ve özgürlük tesis edilmiş oluyor.
Yine 1967 yılında, New York Times gazetesinin Alabama’nın beyaz ırkçısı olan Montgomery Emniyet Müdürü ile ilgili bilgi yanlışları içeren bir haberinden dolayı eyalet mahkemesinde ‘yayın yoluyla hakaret’ suçuyla mahkum olması sonrası önüne gelen davada, Yüksek Mahkeme, devlet başkanı, bakanlar, bürokratlar ve politikacıların, kamuoyu önünde kendilerini eleştiren, iddialarda bulunan kişi veya gazetecilere hakaret davası açabilmeleri için, konuşmayı yapan ya da haberi yazanın, bunu yapmadan önce konuştuğu veya yazdığı şeyin yalan olduğunu bildiğini ispat şartı getiriyordu. İspat yükünü, hakkında iddia yazılan devlet görevlilerine yıkarak, kamusal kişiliklerin yayın yoluyla hakaret davası açmasını adeta imkansıza yakın hale getiren bu içtihatla, gazeteciler, devlet yetkilileri ve politikalarında her iddiayı bir söylentiyse bile özgürce yazabilme imkanına kavuştular. Yaklaşık 200 yıl boyunca devlet gücünün suistimal eden yetkililerin en önemli aracı olan, ‘haberin doğruluğunun ispatının iddiacılara yüklenmesi, aksi taktirde iftira veya hakaret davası mahkumu olmaları’ imkanı yok edildi. Mahkeme kararında, gazeteler yoluyla yolsuzluğunun, usulsüzlüğünün veya hatalarının halka deşifre olacağı korkusunun bir cumhuriyetin ve demokrasinin olmazsa olmazlarından biri olduğuna dikkat çekiyordu.
Yine Yüksek Mahkeme, ifadeyi, sadece yazı ve konuşmayla sınırlandırmayarak özgürlüğü ‘sembolik konuşma’yı da kapsayacak kadar genişletti. Örneğin, 1989 tarihinde toplumun ve Kongre’nin çok büyük çoğunluğunu karşısına alma pahasına, Amerikan bayrağı yakmanın, eğer yangın tehlikesi ve çevreye tehdit oluşturmayacak bir ortamda yapılırsa, ‘ifade özgürlüğü’ olduğu hükmüne varacaktı. Kararda, bayrak yakmanın toplumda oluşturduğu infialin farkında olduklarını ifade eden Yüksek Mahkeme üyeleri, bununla beraber, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasında “toplumun rencide olmasının” veya “çok büyük bir çoğunlukça tasvip görmemenin” birer kriter olamayacağını vurguladılar. Anayasal ifade özgürlüğünün, ancak, toplumun büyük bölümünü rencide edebilecek ifadeleri de kapsadığında var olabileceğine hükmettiler. Bu çarpıcı özgürlük içtihadının herkesi şaşırtan en çarpıcı oyu ise mahkemenin 2020 yılında ölen en muhafazakâr milliyetçi üyesi Antonin Scalia’ya aitti. Scalia yıllar sonra, “Çok acı duyarak bu oyu verdim. Eğer bana kalsa o bayrağı yakan sandaletli ahmağı bir dakika dışarıda tutmaz, hapsederdim. Fakat, ben kral değilim. Anayasamız ifade özgürlüğünün devlet tarafından ihlal edilemeyeceğini öngörüyor. Özellikle de devlete karşıt ifadeleri koruyan bir anayasal ilke bu.” şeklinde konuşacaktı. Yüksek Mahkeme, bu içtihattan hemen sonra ABD Kongresinin çıkardığı ‘Bayrağa Saygı Kanunu’nu da yine aynı gerekçeyle, Kongrenin, ifade özgürlüğünü kısıtlayacak yasa yapamayacağı gerekçesiyle iptal edecekti.
ABD’nin muhafazakâr yüzü, ABD’nin tamamlanmış mükemmel ve dünyada özgün bir yapı olduğuna inanırken, değişimci yüzü, ABD’nin, geçmişteki ve bugünkü yanlışlarıyla yüzleşen, kendisini geliştiren, daha iyi olma mücadelesi veren bir yapı olması gerektiğine inanıyor. Bu aslında bütün toplumlar için geçerli bir sosyal çekişmedir. Eşyanın da kanunu budur. Newton fiziğinde hareketin üçüncü kanunu, etkiye eşit oranda tepki kanunu olarak da adlandırılıyor. Bir cisim bir başka cisme kuvvet uyguladığında bu kuvvete eşit ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Yaşamın ve uygarlığın gelişen dinamik yapısında değişim talebinin yükseldiği her yerde, buna karşı muhafazakârlık ve statükoculuk da yükselir. Geleceğe umutla bakan değişimci ve yenilikçi yüz ile, geleceğe korkuyla bakan statükocu ve muhafazakar yüzün dengesinde, toplumlara kendini geliştirme uygarlaşma şansı veren nüans ise terazinin ağırlık dengesinin her zaman özgürlükten yana kalmasıdır. Bu özgürlüğün üçüncü kanunudur. Zira, özgürlük, toplumları, dozunu aştığında ilaç olmaktan çıkıp zehre dönüşen statükoculuğun ve muhafazakarlığın uçurumuna düşmekten koruyacak, değişimi ise savrulma olmaktan çıkarıp, sağlıklı yönde tutabilecek yegâne güçtür.
Genel olarak bütün özgürlüğün temeli ise ifade özgürlüğüdür. ABD Yüksek Mahkemesi bir içtihadında ifade özgürlüğünü, ‘matrix‘ olarak nitelendirmişti. Yani rahim veya beşik. Yani diğer bütün özgürlükleri bağrında taşıyan özgürlük… Mahkeme bu nitelemesiyle Aydınlanmanın ifade özgürlüğüne bakışını paylaştığını gösteriyordu.
Aydınlanma Çağı, belli bir dünya görüşünün, belli bir fikrin veya belli bir ideolojinin çağı değil, gerçeği özgürce arayışın çağıydı. Kant’ın deyişimi ile insanlığın ergenlikten çıkıp olgunlaşmaya geçiş çağıydı. Nitekim, Aydınlanmanın etrafında toplanacağı tek bir fikir, ideoloji ve mesaj yoktu. Avrupa’nın nerdeyse her dilinde, durmadan sorgulayan, arayan yeni yazıların, yeni fikirlerin yazıldığı, her düşünürün her düşünüre itiraz metinleri kaleme aldığı tam bir kakofoni çağıydı.
Birbiriyle fikren tamamen uyuşan iki aydınlanma düşünürü bulmak neredeyse imkansızdır. Fikri münazaralar bir yana Rousseau ve Voltaire arasında olduğu gibi düşünsel ayrılığı şahsi nefrete dönüştürenleri de çoktu. Hepsinin tek bir ortak noktası vardı; İfade özgürlüğü olmadan hiçbir özgürlük olamazdı.
Aydınlanmanın Batı dünyasına kazandırdığı bütün bilimsel, düşünsel, sosyal ve teknik bereket de işte bu özgürlük anlayışından kaynaklanıyordu. Çünkü, yaşam da gerçekler de tek bir insanın, tek bir görüşün, tek bir bakış açısının kavrayamayacağı kadar geniş, kompleks ve dinamiktir.
ABD’nin tamamı Aydınlanma öğrencisi olan Kurucu Babaları da ifade özgürlüğünün, diğer bütün özgürlüklerin koruyucusu olduğuna inanıyordu.
Benjamin Franklin, daha koloni çağında ‘Sessiz İyiliksever’ anlamına gelen bir müstear adıyla yazdığı bir yazıda, “Bir ülkeye kastetmek isteyen işe, mutlaka ifade özgürlüğünü bastırarak başlar. Çünkü ifade özgürlüğü olmayan bir ülkede, bilgelik ve kamusal özgürlükten de eser kalmaz. Kimse hakkını arayamaz olur” görüşlerini paylaşacaktı.
Amerika’nın hala İngiliz kolonisi olduğu 1734 yılında John Peter Zenger adlı matbaacı New York Kraliyet Valisine hakaret içeren bir yazıyı bastığı gerekçesiyle yargılandığında avukatlığını yapan Andrew Hamilton da bu gerçeği, mahkemede şu şekilde dile getirecekti:
“Genel olarak özgürlüğün yitirilişi, her zaman, ifade özgürlüğü üzerinde kısıtlamalar kurulmasıyla başlar. Özgürlüğün esas dalı olan ifade özgürlüğü bu sebepten, özgürlüğün tamamının en iyi zırhıdır. Antik Çağdan günümüze özgür konuşma, yazma ve yayınlama özgürlüğünü kaybedince çok kısa sürede genel bütün özgürlüğünü kaybetmemiş tek bir toplum bile yok.”
Tarihteki en ahmakça eğilimlerden biri de, cari resmi doğrulara, milli iddialara, millete egemen kanaatlere veya inançlara aykırı düşüncelerin, kitapların, filmlerin, sanatın, müziklerin ülkenin ilerlemesinin, huzurun, asayişin, birlik ve beraberliğinin önünde engel olduğu görüşüdür. Yasakların halkın güvenliğini sağladığı iddiasıdır. Oysa, söz konusu düşüncenin, ne kadar kabul edilemez olduğunun önemi yok. Devletin yasak imkanına sahip olması, bir topluma, her zaman, yasakladığı içerikten çok daha büyük zarar verir.
Yüksek Mahkeme üyesi Brandeis, 1927 tarihli ünlü içtihat yazısında, bir demokraside düzenin sağlanmasının veya berbat düşünceleri engellemenin, korku salınarak veya cezayla elde edilmesinin imkansızlığına vurgu yapacaktı. Ona göre, cezalar, toplumda düşünmeyi, umudu ve hayal gücünü kuruturdu. Sürekli bir korku iklimi oluşurdu. Korku baskıyı, baskı da nefreti besleyen bir şeydi. Nefret yaşayan bir toplumda ise ne güven ne de düzen olurdu. Dünyanın en güvensiz ülkelerinin dünyanın en baskıcı ülkeleri olması da yargıç Brandeis’in bakışını doğruluyor.
Baskıcı toplumların tamamının, ‘doğru’ ile ‘gerçek’ kavramları arasındaki farkı önemsemeyen toplumlar olması tesadüf değil. Doğru, tarafgirlik ile ilgili bir arayışın, gerçek ise, yaşamı, dünyayı, insanları daha iyi anlama uygarlaşma olanağı yaratacak içten ve özgür bir arayışın ifadesidir. Pompalanmış irrasyonel korkularının cenderesinde, en gerçeğe aykırı şeyleri bile “halkımız için, ülkemiz için doğrusu bu” mazeretiyle kabul edebilir bir kötürüm zihnin etkisindeyken karanlıktan çıkmak olanaksızdır. Hakikate her türlü saygıyı yok eden bu epistemolojik yozlaşma, baskıcı toplumları, din, vatan veya herhangi bir sosyal iddiayı kendisine maske yapan şarlatan ve yolsuz otoriterlerin, rejimlerin, kadroların köleliği ve baskısı altında bir yaşam döngüsüne mahkum eder.
20. yüzyıl Almanyasına tanıklık yapan günlükleriyle ünlü Alman yazar Victor Klemperer bir günlüğünde, Nazilerin, ‘sözcükleri’, Alman kültürünü zehirleyip yok eden küçük arsenik tabletlerine benzettiklerini aktarıyor. Aykırı düşünmeyi başlı başına tehdit gören bu paranoyak dar kafalılığa kendilerini kaptıran Almanlar kısa sürede Nazi’lerin söylemleri dışında her söylemi düşmanlık olarak algılayacak ve Nazilerin otoriter rejimi inşası sonradan Almanları bile şaşırtacak hızda kolaylaşacaktı. Stefan Zweig, ‘Dünün Dünyası’nda, sıradan Almanların Nazi iktidarında özgürlüklerinin aniden yok olmasına nasıl şaşırdıklarına dikkatimizi çekiyor. Oysa, ırkçı Nazi propagandasına kanıp gerçekleri dile getirmeyi, ülkeye düşmanlık olarak algılayarak kendileri açmıştı.
20. yüzyıl Amerikalı tarihçilerden Henry Steele Commager, McCharty Amerikasının irrasyonel korkularla toplumu özgürlük karşıtı haline getirmeye çalıştığı günlerde, “Özgürlük, ülke güvenliğe, refaha ve aydınlanmaya kavuştuğunda sahip olunacak bir lüks değil. Tam aksine bütün bunların mukaddemesidir. Özgürlük olmadan bir toplum ne güvenlik ne refah ne de aydınlanma yaşar” diye yazacaktı.
Commager’e göre, yarısı köle yarısı özgür bir toplumda kardeşlik ve huzur olacağını düşünmek ne kadar aptalcaysa, halkının bir bölümünün özgürce düşünemediği, özgürce kendi yaşam tarzını yaşayamadığı, kendisini özgürce ifade edemeyip, özgürce sorgulayamadığı bir toplumun da nihayetinde kimsenin özgür olmayı veya korkusuzca sorgulamayı önemsemediği bir sürü toplumuna dönüşmesi de kaçınılmazdı.
İfade özgürlüğü, birkaç yazarın, birkaç marjinalin, birkaç gazetecinin, birkaç şarkıcının büyüttüğü entelektüel bir sorunsal değil. Ortalama 70 yıl süren bir ömürde vatandaş olarak haysiyetli, müreffeh ve kaliteli bir yaşama sahip olmanın ilk ve en önemli şartıdır. Ne gerekçeyle olursa olsun bu özgürlüğün her ihlali, vatandaşın, sadece vatandaşlık gücünü değil, sofrasındaki ekmeğini de kaybetmeye başladığı noktadır.
Bir topluluktaki en ahmak ikinci kişinin, yangın çıkararak ormandaki kuru ağaçları ayıklayacağını savunan idareci olduğu anlatılır. Onu ahmaklıkta geçebilecek tek kişi ise, bu akıldışılığa hak verip, ‘ama kurunun yanında yaş da yanmasın’ beklentisinde bulunan yönetilendir. “Sadece muzır ve ülkeye düşmanlık içeren düşünce ve ifadeleri, yayınları engelliyoruz, ifade özgürlüğüne saygımız sonsuz” iddiasına da inanmaya hazır çocuksu bir zihindir bu.
Özgürlük tarihi, herhangi bir yasal düzenleme ile ifade özgürlüğünün aynı anda yaşaması imkânsız iki şey olduğunun sayısız örneğiyle dolu. Thomas Jefferson, daha 1700’lerin sonunda bu gerçeği şu uyarısıyla dile getirecekti:
“Bütün özgürlüklerin varlığı, ifade özgürlüğüne bağlıdır ve ifade özgürlüğünün de kısıtlanması, yok edilmeden asla mümkün değildir.“
NOT: İfade özgürlüğünün tarihine Atina Demokrasisinden başladığım yolculuğu, Fransız Devriminden sonra Amerikan Devriminin bu özgürlük etrafındaki deneyimi ile şimdilik noktalıyorum. Yedi yazılık bu dizinin, çoğunuzun zaten bildiği bu önemli tarihsel süreç ve deneyimleri yeniden hatırlamaya, konuşmaya bir parça katkısı olduysa ne mutlu. Okuma sabrınız için teşekkür ediyorum.