Skip to content
Menu

Doğa hakları devrimi dünyaya yayılırken

CEMAL TUNÇDEMİR

 

New York Eyalet Temyiz Mahkemesinin bir ‘hukuksuz tutuklama’ davasının 18 Mayıs 2022 günü tarafları dinleyeceği duruşması kâğıt üzerinde teknik bir hak ve uyuşmazlık davası gibiydi.  

Davacılar, davaya konu mağdur bireyin, bağımsız bir kişi olmasına rağmen yıllardır hukuksuz şekilde hapiste tutulduğunu savunuyordu. Avukatları, mahkemeden tutuklu bireyin, Anglo Sakson hukukunun tanıdığı en eski kişi haklarından biri olan ‘habeas corpus’ hakkının, yani mahkeme önünde kendisini savunma imkânı verilmeden hukuksuz olarak tutuklanmama hakkının ihlal edildiğini tanımasını istiyordu. 

 

Kâğıt üstünde normal bir hak mücadelesi gibi görünen bu ‘hukuksuz tutuklama’ davasını son derece sıra dışı hale getiren ise davacı mağdur bireyin, Bronx Hayvanat Bahçesinde kapalı bir hayat yaşayan ‘Happy’ adında 57 yaşında bir fil olmasıydı.  

 

Happy (Mutlu), maalesef, adına yakışır bir biyografiye sahip değil. 2006 yılında, aynada kendisini tanıyan ilk fil olarak ünlenen Happy, son 15 yıldır yalnız bir fil olarak izole bir yaşama mahkûm. Günün belli saatlerinde çıkarıldığı küçük bahçe dışında bedeninin iki katı büyüklüğünde penceresiz beton kapalı alanda tutulan Happy’nin bu yaşam koşulları fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamasına engel ve bundan dolayı yıllardır ağır bir depresyon yaşıyor. Bu da hayvan hak ve özgürlüğü savunucularının son 10 yıldır onun özgürlüğü için mücadele vermesine neden oluyor. 

 

Happy adına davayı açan Gayri-insanların Hakları Projesi (NhRP) avukatları, Happy’nin, kiminle olmak istediğine ne yemek istediğine ne zaman yemek istediğine, nereye gideceğine karar verme kapasitesi ve tercihlerine sahip akıllı bir fil olarak, haklara konu olma açısından bir “kişi” olduğunu ve haksız yere hapsedildiğini savunarak, ABD’de fillerin özgürce yaşadığı iki doğal koruma alanından birine salıverilmesi gerektiğini savunuyor. Davacılar arasında, Happy’nin kompleks psikolojik kapasitesinin onu, özgürlük hakkına sahip hale getirdiğini savunan, çok sayıda filozof ve hukukçu tarafından hazırlanmış bilirkişi raporu da var.  

 

Davalı Bronx Hayvanat Bahçesinin avukatı ise, “Happy, hukuksuz yere tutuklu bir kişi olarak görülemez, çünkü bir kişi değil. Muhteşem bir yaratık olmaya yakışır şekilde iyi bir bakım gören bir fil” savunması yapıyor. Onlara göre, moral görevlerini yerine getirebilme kapasitesi, bireyleri hak sahibi yapan şey. Filler böyle bir kapasiteye sahip olamadığı için de hak sahibi olamazlar. Davacılar ise bu bakış açısının, çocukları veya zihinsel engelli insanları da hak sahibi olmaktan çıkaran temelsiz bir savunma olarak görüyor. 

 

Hukukçu düşünür Steven Wise liderliğinde 2007 yılında kurulan Nonhuman Rights Project (NhRP), goriller ve şempanzeler gibi büyük maymunlar ile, fil, yunus ve balinaların öz farkındalığı olan otonom hayvanlar olduğunun bilimsel olarak da ispatlandığına dikkat çekerek, hukuk karşısında, artık mülkiyet konusu eşya değil, ‘kişi’ olarak tanınmaları ve kişi haklarından yararlanmaları gerektiğini savunan kâr amacı gütmeyen bir organizasyon. Kişi statüsü kazanmalarıyla, bu hayvanların, bedensel özgürlük (hapsedilmemeleri) ve bedensel bütünlük (bilimsel araştırmalarda kobay olarak kullanılamamaları ve alınıp-satılamamaları) hakları koruma altına alınmış olacak. 

 

NhRP’ın hukuk mücadelesinin çıkış noktası ise, geleneksel “hayvanlara iyi muamele mevzuatı” değil.  Hukuksal hareket noktaları, 18’nci yüzyılda görülmüş Somerset v. Stewart başlıklı dava. 1772 yılında Londra’da görülen bu davada Krallık Başyargıcı Lord Mansfield, James Somerset adlı kölenin, yargılanmadan hapsedilmeme hakkına (habeas corpus) sahip olduğuna karar vermişti.  Köle Somerset’in özgürlüğünü sağlayacak bu kararla, Anglo Sakson hukukunda ilk kez köleler ‘mülk’ değil, ‘kişi’ olarak görülmüştü. 

 

Elbette ki, Somerset davasından farklı olarak Wise ve arkadaşları, Happy gibi hayvanları, doğal olarak ‘kişi’ görülmesi için değil, hukuksal anlamda kişi olarak görülmesi için mücadele veriyor. Wise bu nüansa, “Bu hayvanlara insan hakları tanınmasını istemiyoruz. Bunlara, ister yakalanmış halde olsunlar isterse doğada olsunlar, bilim insanlarının onlara atfettiği farkındalık düzeyleriyle orantılı hukuksal haklarının tanınmasını talep ediyoruz. Böylece, şempanzeler şempanze haklarına, filler fil haklarına, balinalar da balina haklarına sahip olacak.” şeklinde açıklama getiriyor.   

 

Arılar, ağaçlar, kelebekler hemşerilerimiz!  

 

Happy davası bir ilk değil. 2006 yılında Brezilya’da Suíça adlı şempanze adına dava açıldığında Yargıç Edmundo da Cruz verdiği ara kararda, şempanzenin davaya ehil olduğuna hükmedince, Suíça tarihte, bir mahkemenin kişi olduğunu kabul ettiği ilk insan dışı canlı olmuştu. 

 

2013 yılında Hindistan, yunuslar ve balinaları, ‘insan dışı kişi’ olarak niteleyerek yakalanmasını ve kapalı havuzlara kapatılmasını yasaklayacaktı. 2015 yılında Arjantin mahkemesi, 31 yaşındaki Sandra adlı orangutanın, hukuksal anlamda ‘hayvan’ olmadığına ve ‘insan dışı kişi’ olduğuna hükmederek özgürleşmesinin yolunu açtı. 2016 yılında başka bir Arjantin mahkemesi de Cecilia adlı şempanze adına açılan davada, “Cecilia bir ‘şey’ değil, hak sahibi bir canlı birey. Medeni Kanun ile koruma altına alınmış insan haklarından söz etmiyoruz. Türünün kendi haklarından yani doğal gelişme hakkı ve kendi habitatında yaşama hakkından bahsediyoruz” şeklinde konuşarak özgür bir koruma alanına tahliyesine karar verdi. 

 

ABD’de birçok eyalet, boşanma yasalarını değiştirerek, boşanma durumunda evcil hayvanların kimde kalacağını da ancak hâkimin karar vereceği bir velayet konusu haline getiriyor. Yargıçlar, tıpkı çocuklarda olduğu gibi, ev hayvanının velayetini vereceği eşi seçmeden önce, eşin, hayvana hak ettiği saygıyı, korumayı ve bakımı sağlayıp sağlamayacaklarına bakıyor. 

 

Yine 2020 Mayıs ayında, Pakistan’da İslamabad Yüksek Mahkemesi, Kaavan adlı filin ‘kişi’ olduğuna hükmederek, hukuksuz şekilde hapsedildiği hayvanat bahçesinden özgürce yaşayacağı koruma alanına transferine karar verdi. Başyargıç Athar Minallah kararı açıklarken, hayvanlara bu yeni bakışın ve onlarla ilişkimizde yeni kültürün okullarda öğrencilere öğretilmesi gerektiğini savunacaktı. 

 

Kosta Rika’nın başkenti San José’nin Curridabat ilçe belediyesi, 2020 yılında dünyada bir ilke imza atarak, şehirde yaşıyan arı, yarasa, kelebek gibi bütün polen taşıyıcıları ile ağaçları ve yerli doğal bitkileri de ‘ilçe sakini kişi’ ilan etti. Bu sadece sembolik bir jest değildi. Şehirleşme ve imar planları artık sadece insanların değil, kentin ‘bütün sakinleri’nin de yaşam kalitesi gözetilerek yapılmak zorundaydı. Belediye başkanı Edgar Mora, “Her sokağı ve caddeyi bio-koridor olarak, her mahalleyi ekosistem olarak göreceğiz” diye konuşuyor ve ekliyor, “Kent planlaması, doğaya uyum göstermeli, doğa kent planlamasına değil”. 

 

Dünyanın farklı noktalarında art arda gelen bu mahkeme kararları ve hukuksal düzenlemeler bir yönüyle modern dünyamızın hayvanlara bakışının son 400 yılda geldiği noktayı yansıtan bir süreç. 

René Descartes, 1630’lu yıllarda hayvanları, ruhu, aklı ve özgür iradesi olmayan makineler gibi nitelemişti. Bu bakış açısı sonraki yüzyılda Voltaire ve Jeremy Bentham gibi düşünürlerce ağır şekilde eleştirilecekti. Bentham’ın eleştirileri, ırkçılık ile aynı olumsuz anlamdaki ‘türcülük’ deyiminin doğmasına neden olacaktı. 

Bununla beraber, hayvanları eşya gibi gören Dekartçı bakışın yok olmasında en ölümcül darbe Darwin’in, türün, sabit bir nitelik değil bir süreç olduğunu gösteren teorisiyle gelecekti. İnsanların özel bir statüsü ve farklı bir kaynağı yoktu. İnsan da hayvan ailesinin bir üyesiydi. Teorik ve bilimsel olarak hayvanlar hakkında bilgimiz arttıkça, insanlık olarak kendimizi biraz daha onların da lehine değiştirdiğimiz bir sürece girdik. Filozof Tom Regan’ın, hayvan hakları mücadelesinin, hayvanların koşullarını iyileştirme veya bir şefkat sorunu değil, bir adalet sorunu olduğu görüşüne yaklaşan bir sürece…

 

New York Eyalet Yüksek Mahkemesi, 14 Haziran 2022 günü Happy hakkında kararını açıkladığında sonuç, NhRP’nin umduğu gibi değildi. Mahkeme 2’ye karşı 5 oyla, Happy’nin kişi olmadığına, yargısız tutuklanmama hakkının, insan dışı hayvanlara uygulanamayacağına hükmetti. 

Ancak, NhRP, mahkeme heyetindeki muhalif iki oyun büyük zihniyet değişiminin habercisi olarak umut verdiğine dikkat çekecekti. Muhalif oylardan birini kaleme alan yargıç Jenny Rivera, “Happy’nin tutukluluğu adalete de insanlığa da aykırı. Uygar toplum idealine bir hakaret. Tutuklu kaldığı her gün, biz insanlar da küçüleceğiz” diyecekti. Yargıç Rowan Wilson ise, “Çoğunluk, hayır hayvanlar hak sahibi olamaz dediğinde, bu karar, sadece o hayvanlar için değil, onlardan daha fazla, bu yanıtın, insanlığın şefkat, anlama ve empati kapasitesini inkâr edip aşağılamasıyla da endişe verici” diye yazıyordu. 

 

Ancak Happy davası, genel olarak insanın doğadaki hiyerarşik üstünlüğü varsayımı üzerine kurulmuş, modern etik, hukuk ve politik sistemlerinde 1970’li yıllardan beri yaşanmakta olan sessiz bir hukuk devriminin sadece küçük bir parçası.    

 

“Ağaçların dava açma hakkı olmalı mı?”

 

1971 Eylül ayında Güney California Üniversitesinin 33 yaşındaki genç profesörü Christopher Stone, eşya hukuku dersinde sahiplik haklarının tarih içindeki evrimini anlatırken öğrencilerinin sıkıldığını ve çoğunun dersten koptuğunu fark etti. Öğrencilerin dikkatini yeniden kazanmak için anlattığı konunun da etkisiyle o anda aklına gelen “Hukuk, insan olmayan doğa objelerine de örneğin kayalara ve hatta ağaçlara da hak tesis edecek kadar evrilirse ne olur?” sorusunu ortaya attı. Soru öğrencilerin hepsinin ilgisini tetiklemeye yetmişti. Ama aynı zamanda o güne kadar bu konuyu hiç düşünmeyen Stone’un da…

 

Sonraki günlerde ABD kamuoyunu meşgul etmeye başlayacak bir dava, Profesör Stone’un konuya ilgisini daha da pekiştirdi. Sierra Club adlı bir çevreci derneğin, Walt Disney’in Yosemite milli parkında kuracağı kayak tesisine ulaşım için Sequoia Ulusal Ormanı içinde bağlantı yolu açmasına izin veren ABD İçişleri Bakanı aleyhine açtığı bir davaydı. Temyiz mahkemesi, orman ile dernek arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gerekçesiyle, derneğin orman adına böyle bir dava açamayacağına hükmetmişti. Sierra Club, pes etmeyerek davayı ABD Yüksek Mahkemesine taşırken, Stone’un üzerinde düşündüğü soru da her zamankinden daha fazla bir yanıta muhtaç hale gelmişti. Sierra Club açamayacaksa, hiç insan yaşamayan Sequoia Ormanı adına kim dava açabilirdi? Geleneksel bakışta da ve mevcut hukuk mevzuatında da bu soruya yanıt yoktu.   

 

İşte Stone, 1972 yılında Güney California Hukuk Dergisinde ‘Doğal Objelerin Yasal Haklarına Doğru’ alt başlığına sahip ‘Ağaçların Dava Açma Hakkı Olmalı mı?’ başlıklı makalesi ile bu soruya bir yanıt veriyordu. 

Çok ciddi olarak, ormanlara, okyanuslara, nehirlere, çevrede ‘doğal obje’ diye anılan diğerlerine ve elbette doğanın bütününe yasal kişi hakları tanımayı öneriyorum” diye yazıyordu Stone. 

 

Duyan herkesin başlangıçta yadırgayacağı bir öneride bulunduğunun farkındaydı. Ama bugün çoğumuzun tanıdığı bütün haklar ilk kez savunulduğunda yadırganmıyor muydu zaten? Örneğin, Roma Hukukunda çocuk, kişi değil, babanın mülküydü. O çağda çocukların da hak sahibi olması gerektiği teklifine yeltenmek, aklıselime aykırı, kaos yaratıcı, aile yapısını bozucu bir çaba olarak görülürdü. Tıpkı kölelerin ve kadınların da kişi olduğu ilk savunulduğu zamanlarda olduğu gibi. 

Şöyle yazacaktı Stone:  

“Hak sahibi olanlar, hak sahibi olmayan şeyleri, haklarını kazanıncaya kadar, kendi kullanımlarına ait bir şey olmaktan başka bir şey olarak göremiyorlar. Bu nedenle de tarih boyunca her yeni varlığın hak mücadelesi, başladığı zaman düşünülemez, gerçekleşemez bir şey gibi görülüyor.”

 

Ne var ki akademik bir dergide yayınlanan bu uzun makaleyi pek okuyan olmamıştı. Stone’un makalesinin yayınlanmasını takip eden aylarda ABD Yüksek Mahkemesi de Temyiz Mahkemesi kararını 3’e karşı 4 oyla doğru bularak, Sierra Club’ın doğa adına dava açamayacağına hükmedecekti. Fakat Yüksek Mahkeme üyesi William Douglas’ın bu karara artık çok ünlenmiş karşı oy yazısında, Stone’ın makalesine atıflarda bulunması, o güne kadar dikkat çekmemiş makaleyi, bir anda hukuk dünyasının ve medyanın gündemine taşıyacaktı.

 

Şerh yazısında, “Doğanın ekolojik dengesini korumak hepimizin ortak endişesi. Bu da doğa objelerine kendi korumalarını sağlamak için dava açma statüsü tanımamızı gerektirir” diye yazan Yargıç Douglas ekleyecekti: 

“Hukuksal süreçlerin işleyebilmesi için gemilerin, şirketlerin, devletlerin ‘yasal kişi’ kurgusuna saygı gösterebiliyorsak, aynı saygıyı, vadilerin, yaylaların, nehirlerin, göllerin ve hatta modern teknolojinin yıkıcı baskısı altına girmiş havanın hukuksal haklarını tanımaya da gösterebiliriz.” 

 

Kamuoyunun, yargıcın bu görüşlerine ve Stone’un makalesine ilk tepkisi aşağılama ve alay etme şeklinde oldu. Medyada, Stone’un, ‘çalıya çırpıya hak tanımak isteyen bir hukuk profesörü’, ‘müşfik bir maskara’ gibi alaycı ifadelerle anıldığı bile oldu. Hukukçuların çoğu için bile bu gülünç bir fikirdi. Amerika Barolar Birliği dergisinde, şu dörtlük yayınlanacaktı: 

“Varsın gelmesin öyle zamanlar. 

Çünkü Stone’un dediği olduğunda,

Bize tazminat davası açabildiğinde göller ve dağlar,

Gölgelenemeyeceğiz ki artık altlarında,

Hemen bize dava açmaya koştuklarında ağaçlar.”

 

Disney davayı kazanmasına rağmen, çevrecilerin aleyhte kampanyalarının turizm gelirini düşüreceğini görünce projeden vazgeçti. Stone’un makalesi gündemden düştü ve unutuldu. Stone bile, yarım yüzyıl sonra bütün küreye yayılacak bir devrimi tetiklediğinin farkında olmaksızın başka konulara yoğunlaştı. 

 

Ta ki 2005 yılında Pennsylvania eyaletinin Tamaqua kentinde, iki çocuğun ölümüne 10 kadar kişinin hastalanmasına, zehirli atıkların döküldüğü kuyuların neden olduğunun ortaya çıkmasına kadar… 

Babası da mağdurlardan biri olan Belediye meclisi üyesi Cathy Morelli, doğada bu tür denetimsiz kuyuların açılmasını engellemek için o günlerde yerel ölçekte çevre koruma mücadelelerine hukuk desteği sağlayan bir dernekten yardım istedi. Derneğin o günkü başkanı Avukat Thomas Linzey, buluşmadan sadece birkaç gün önce Stone’un artık unutulmuş makalesine tesadüfen denk gelmiş ve çok etkilenmişti. Stone’un perspektifine uygun bir hukuk mücadelesi başlatmayı teklif etti.  

 

Linzey’nin danışmanlığında, doğal toplulukların varlığı ve gelişimini engelleyecek müdahaleler yapmayı yasaklayan bir belediye anayasası hazırlandı ve meclisin onayına sunuldu. Tasarıda, doğal canlı toplulukları, ‘kişi’ olarak nitelendiriliyordu. Politik analistler, büyük çoğunluğu muhafazakâr bir şehir için yasalaşması imkânsız bir öneri gibi gördüler. 2006’da yapılan oylama hepsi için sürpriz oldu. Doğa ve çevre konusunun politik kutuplaşmayı kıran bir gücü olduğu ilk kez ortaya çıktı. Tamaqua Belediyesi, tarihte, doğayı ‘kişi’ olarak kabul eden ilk resmi idare oldu. Stone’un fikri ilk kez teoriden uygulamaya geçiyordu.

 

2006’da Pennsylvania eyaletinin Tamaqua kentindeki tarihi başarıdan yaklaşık bir yıl sonra Avukat Linzey’nin telefonu çaldı. Hiç düşünemeyeceği bir yerden aranıyordu. Ekvador hükümeti, ülkenin yeni anayasasını yapacak bir anayasa meclisi oluşturmuştu. Bu anayasa meclisi, Tamaqua anayasasından haberdar bir üyesinin teklifi ile Linzey’i Ekvador’a davet ediyordu.  Daveti kabul eden Linzey, Ekvador’a gidip anayasanın yazılması çalışmalarına katıldı. 

 

Doğayı hak sahibi kişi kabul eden ilk anayasa

 

2008 yılında kabul edilen Ekvador Anayasası, bütün doğayı, ‘Paçamama’ adıyla, hak ve yetki sahibi bir şahıs olarak ilan eden ilk anayasa oldu. ‘Paçamama’, ülkenin en büyük yerli dili olan Keçua dilinde, ‘Toprak Ana’ anlamına geliyor. 

 

Ekvador Su Kaynakları Kamu Enstitüsünün hukuk direktörlüğünü de yürüten Avukat Marianella Jaramillo, son 10 yıldır, 2008 Anayasası çerçevesinde açılan doğa hakları davalarını yakından takip eden bir isim. Bu yazıyı hazırlarken ilettiğim sorularımı cevaplarken, Ekvador Anayasasının iki açıdan tarihi olduğuna dikkat çekiyor. 

 

Öncelikle Ekvador, anayasanın bugün küresel üne kavuşmuş 71 ve 72’nci maddeleri ile, doğayı kişi kabul eden, doğaya kendini yenileme, varlığını koruma ve evrimini sürdürme gibi anayasal pozitif haklar tanıyan ilk ülke oluyordu. 

İkinci olarak ise, doğanın bu haklarını koruma ve kullanmasında olabilecek en geniş olanağı da yaratıyordu. Davaya konu doğa öznesi ile somut bir bağı ve ilgisi aranmaksızın, herkese, her topluluğa, her kuruma, Ekvador otoritelerine karşı, doğanın haklarını mahkeme önünde talep etme yetkisi veriyor. Jaramillo, Anayasanın 71 ve 72’nci maddelerinin uygulanmasını takip için Ulusal Çevre Dairesi kurulduğunu da belirtiyor. 

 

Bu Anayasa maddelerinin uygulamaya ne kadar yansıyacağı tartışma konusuydu. İlk test 2011 yılında bir yerel mahkemede yaşandı. Ekvador’un güneyindeki Loja bölgesinde Vilcamba Nehri yakınında yaşayan bir Amerikalı çift, bölge mahkemesine, Loja Belediyesinin yol inşaatında çıkan moloz, kaya ve atıkları gelişigüzel dökerek Vilcabamba Nehrine karşı suç işlediği gerekçesiyle dava açtı. Loja Mahkemesi, belediyenin yol inşaatının, nehrin var olma, yaşam döngüsünü yenileme, hareket gibi kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle durdurdu ve belediyeden, alternatif bir proje gerçekleştirmesini istedi. Dünyada ilk kez bir mahkeme, doğa hakları lehinde karar veriyordu. 

 

Ekvador’da, sonraki yıllarda birkaç düzine dava daha açıldı. Bunların çoğunda mahkemeler, doğa objelerinin hakları lehinde kararlar verdiler. 

Bugüne kadar en önemli ve çığır açıcı mahkeme kararı ise ülkenin en yüksek hukuk organınca, 2021 aralık ayında açıklandı. Doğa hakları savunucuları, ülkenin kuzeyindeki Los Cedros bulut ormanında madencilik ve diğer yatırımların, bu benzersiz ormanın varlığını tehlikeye sokarak anayasaya karşı geldiği gerekçesiyle 2020 yılında Ekvador Anayasa Mahkemesine başvurmuştu. Mahkeme, 2021 Aralık ayında, Los Cedros ormanındaki maden arama çıkarma ve diğer iş ruhsatlarının tamamını, ormandaki ağaçların, nehirlerin ve hayvanların haklarını ihlal ederek Anayasayı çiğnediği gerekçesiyle iptal etti. Bu lisansların çoğunluğunun Ekvador hükümetinin maden arama kurumuna ait olması ise en çarpıcı detay. Mahkeme, doğa haklarının, ülkeye parasal gelir kazandıracak bir yatırım bahanesiyle bile ihlal edilemeyeceklerini vurgulayarak, Anayasa’nın 71 ve 72’nci maddelerinin doğaya jest olsun diye kabul edilmiş sembolik maddeler olarak görmediğini gösterdi. 

Yine, Anayasanın bütün ülke coğrafyası için geçerli olduğunun altını çizerek, doğa hakları sadece resmi doğal koruma alanlarında geçerli tezini kabul etmedi. Daha da önemlisi mahkeme, aynı kararıyla, bütün ülkede endüstri yatırımlarında eko sisteme zarar verilmediğini ispatlama yükünü, artık yatırımcılara yükledi ki bu da tarihi bir makas değişimi kabul ediliyor. 

1990’lardan beri dünyanın dikkatini Los Cedros’un biyolojik çeşitliliğine çekmeye çalışan uzmanlardan biri olan Mika Peck, Ekvador Anayasa Mahkemesinin kararını, Thomas Paine’in Amerikan Devrimini başlatan ‘Sağduyu’ kitabını yayınlaması gibi tarihi bir dönüm noktası olarak gördüğünü söylüyor. 

 

Ekvador Anayasasından sonra Bolivya’da, Stone’ın 1972 yılındaki önerileri çerçvesinde bir adım atarak, ‘Yeryüzü Ana Yasası’ ile doğa haklarını, yasal koruma altına aldı. Doğa hakları, 2010’lu yıllarda küresel bir dalgaya dönüştü. 

 

Yeni Zelanda bu konuda attığı adımlarla yeni bir perspektif daha yarattı. Ekvador ve Bolivya’nın aksine Yeni Zelanda, genel bir yasa yerine, tek tek doğa objelerine kişi statüsü verip hak tanıma üzerine kurulu bir strateji izliyor. Bazı hukukçulara göre bu, hukuksal olarak uygulaması daha etkili bir yöntem. Bu görüştekiler, Ekvador ve Bolivya düzenlemelerinin edebi ve mistik genelleyici dilinin uygulamada fazlasıyla muğlak alan yarattığı görüşünde.  

 

Yeni Zelanda hükümetinin, 1840 yılında Maori yerli uluslarının liderleriyle imzaladığı Waitangi Anlaşmasını sık sık ihlal etmesi nedeniyle yaklaşık 175 yıl süren hukuk uyuşmazlığı 2012 yılında uzlaşma ile sona erecekti. Bu uzlaşma, Maori yaşam felsefesine uygun olarak doğa haklarının tanınacağı süreci başlatacaktı. 2014 yılında çıkarılan yasa ile Whanganui Nehrinin hakları tanınırken, nehrin, ‘Te Awa Tupua’ adıyla hak, yetki ve sorumluluk sahibi yasal bir kişi olduğu şöyle ilan edildi: 

“Bir şahsiyet olarak Te Awa Tupua, Whanganui Nehrini, yaşayan ve bölünemez bir bütün olarak, dağlardaki kaynaklarından denize döküldüğü yere kadar, nehir kollarının yanı sıra bütün fiziksel ve metafizik unsurları ile kapsar”. 

 

Sonrasında çıkarılan Urewera Yasası ile de 2100 kilometrekarelik Urewera milli park ormanı, haklara, yetkilere ve sorumluluklara sahip hukuksal kişi ilan edildi. Adından, gayrişahsilik algısı yaratan bir ifade görüldüğü için ‘milli park ormanı’ unvanı çıkarıldı ve sadece kişi ismi ile ‘Te Urewera’ olarak anılıyor.   

 

Yeni Zelanda’nın kararları, doğa hakları akımını bütün dünyada daha da konuşur hale getirdi. 2017 yılında Hindistan Yüksek Mahkemesi, Yeni Zelanda’daki yasal düzenlemelere referansla, Ganj ve en büyük kolu olan Yamuna Nehirlerine ‘kişi’ statüsü verdi ve hak sahibi hale getirdi. Bu iki nehre çöp atmak, bir insanı yaralama suçuyla aynı suç haline getirildi. 

Nehirler ülkesi Bangladeş’te Yüksek Mahkeme, 2019 yılında, yaklaşık 700 nehre kişi statüsü verip, bu nehirlerin, kendilerine zarar verenlere karşı dava açma hakkına sahip olduğunu kabul etti. 

Kolombiya Yüksek Mahkemesi, 2018 yılında 25 çocuk ve gencin, Amazon adına hükümete karşı açtıkları davayı kabul etti ve Amazon yağmur ormanlarının Kolombiya’daki bir bölümünü ‘hukuksal olarak kişi’ ilan etti. Davayı yakından takip eden, doğa hakları savunucusu BM çevre hukuku özel raportörü David Boyd, mahkemenin, sadece devletin ormansızlaştırma politikasının durdurulmasının değil, toplumun, doğa ile ilişkisini ve doğaya bakışını değiştirmesinin de hayati olduğuna vurgu yapmasını çok önemli bulduğunu paylaşacaktı: 

“Çok uzun zamandır biz insanlar doğayı bir ürün paketi veya insanın kullanımına sunulmuş doğal kaynak gibi görüyoruz. Mahkeme, doğanın, faydalanmamız gereken ürün değil, bizim de üyesi olduğumuz bir toplum olduğunu söylüyor.”  

 

Yine Kanada, 2021 yılında Magpie Nehrine, ‘Mutesheku Shipu’ adıyla kişi statüsü verdi ve haklarını tanıdı. ABD’de doğa haklarını kabul eden en büyük belediye olan Orange County’deki (Florida) Mary Jane Gölü, bu yıl, çevresindeki ormanlık alanın bir bölümüne inşa edilmesi planlanan ev alışveriş merkezinin, varoluşunu tehdit ettiği gerekçesiyle Florida eyalet mahkemesine dava açtı. Mary Jane gölünün davasına, komşuları Hart Gölü, Crosby Adası Bataklığı ve iki küçük çamurlu dere de müdahil olarak katılıyor. ABD’de insan ve hayvan dışı doğa objelerinin açtığı ilk dava olarak yeni bir sürecin başlangıcı görülüyor.    

 

Bu ve benzeri birçok yasanın ve mahkeme kararının çarpıcı bir yönü ise sadece hukuksal bir düzenleme olmakla kalmayıp, doğaya yepyeni bir bakışın gerekliliğine de vurgu yapmaları. 

 

“Hepimiz toprak ananın ve gök babanın çocuklarıyız”

 

Doğa haklarını konu eden her tartışma, haber ve davada, ‘radikal’ sözcüğünün sıklıkla geçmesi boşuna değil. Konunun bütün tarafları radikal bir öneriyle karşı karşıya olduğumuz konusunda hemfikir. Mary Jane davasındaki tek iki ayaklı davacı olan Floridalı Doğa Hakları Savunucusu Chuck O’Neal, New Yorker dergisine verdiği demeçte, karşıtlarının ‘radikal’ sözcüğü kullanmasına hiç itiraz etmediğini anlatıyor: “Radikal, Latince ‘kök’ anlamına gelen ‘radix’ten geliyor. Zaten biz de bunu kastediyoruz; köklü bir değişim.”

 

Stone da nihayetinde şirketlerin doğaya zararlarını nasıl tazmin edileceği gibi pratik bir soruna çare bulmaya yoğunlaşırken başladığı 1972 makalesinin sonunda, insanlığın doğaya bakışında radikal bir devrimin gerekliliğini çıkar yol olarak görecekti:  

“İhtiyaç duyulan şey, insanın doğa ile ilişkisinde, sadece akledilebilir değil hissedilebilir de olan radikal yeni bir bakış veya mit. Jeofizik, biyoloji ve evren konusunda artmış bilgimize de uygun bir mit.” 
Stone şöyle devam edecekti: 

“Bu çerçevede, Yer’i, yaşayan tek bir organizma olarak görmek çok uçuk bir bakış değil. İnsanlık, bu bedenin çok fonksiyonel bir parçası, aklı. Belki insan doğanın geri kalanından farklı olabilir ama bu fark, bir bedende beynin, ciğerden ve diğer organlardan farkı gibi”. 

 

Literatüre kazandırdığı ‘Yeryüzü İçtihadı’ konseptiyle Doğa hakları konusunda öncü isimlerden biri olan Amerikalı sosyal tarihçi Thomas Berry de insan merkezli hukuk bakışının terk edilerek, insanın da üyesi olduğu doğal bütünlüğe hitap eden bir hukuk anlayışına geçilmesi çağrısı yaparken, “Evren, bir özneler birliğidir, eşya koleksiyonu değil” diye konuşuyor. Belçikalı hukukçu François Ost’un, doğa hakları akımını, olumlu anlamda, “hukuksal animizm” olarak nitelendirmesi bundan. 

 

Maori kökenli iki hukuk bilgini James Morris ve Jacinta Ruru ise, 2010 yılında “Nehre Sesini Vermek” adlı ortak makalelerinde Stone’un fikrinin Batı düşüncesi için ‘radikal’ olduğunu, dünyaya zaten böyle bakan Maoriler ve diğer yerli uluslar için yeni bir şey olmadığını yazıyorlar. Tabii ki Stone’un makalesinin modern hukuk ile geleneksel yerli dünya görüşü arasında heyecan verici yeni bir bağ kurduğuna da kabul ediyorlar. Onlara göre yerlilerin, insan ve suyu akraba gören bakış açısı, Stone’un 1972 makalesinde, doğa haklarını tanıma konusunda insanlığın doğaya bakışında gördüğünü belirttiği ‘eksik tat’.

 

Dünyanın yerli (indigenous) ulusları, birbirlerinden çok farklı olsa da genel olarak, dünyayı ve evreni ‘sosyo-doğal’ bir yapı olarak gören bir ortak bakışa sahipler. Dağlardan ağaçlara, göllerden nehirlere, hayvanlardan insanlara kadar hepimiz gök babanın ve toprak ananın çocuklarıyız. Hayvanlar, bitkiler ve bütün doğa oluşumları akrabamız. Bu nedenle, yaşadıkları coğrafyayı bütünüyle, kendilerinin de parçası oldukları tek bir beden gibi düşünüyorlar. Bu bütünlük anlayışı, Batının insanı en üste koyan hiyerarşisinin tam tersi. İnsan, doğanın efendisi, doğa da insanın hizmetine sunulmuş bir ürün değil.

 

Avukat Marianella Jaramillo da sohbetimizde, dünyanın biyolojik çeşitlilik açısından en zengin ülkelerinden biri olan Ekvador’un öncü olmasında, ülke nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan yerli halkların kültürlerinin etkisine dikkat çekiyor. Ekvador’un, devleti ve hukuku ‘eko-sentrik’ bir bakışa kavuşturmadaki amacı, 2008 Anayasasının başlangıcında şu cümle ile ifade ediliyor: 

İş bu anayasa ile, ‘buen vivir’ amacına ulaşmak için, doğanın çeşitliliğini gözeten ve onunla uyum içinde yeni bir kamusal ortak yaşam kurmaya karar verdik”.  

 

Buen Vivir, diğer dillere basitçe ‘iyi yaşam’ veya ‘müreffeh yaşam’ şeklinde çevriliyor. Aslında, Keçua yerlilerinin dünyaya ve hatta evrene bakışını yansıtan ‘Sumak Kawsay’ deyiminin İspanyolcaya çevrilmiş hali. Toplumun (bütün doğanın) iyiliğine saygı duyan, ekolojik dengeyi gözeten, kültürel duyarlılığa sahip bir yaşamı ifade ediyor. Jaramillo’ya göre ‘buen vivir’in özündeki asıl konsept ise ‘farklılıkların uyumu’. İnsanın kendisi gibi olmayan insanlarla, diğer canlı türleriyle ve diğer doğa özneleriyle uyumlu yaşayabilmesi. 

 

Yüzyıllarca aşağılanan ve bastırılan yerli kültürlerin son çeyrek yüzyılda politik güçleri ve demokratik ağırlıkları arttıkça, kültürleri de ağırlık kazanmaya başladı. Yeni Zelanda yasalarının, tıpkı Ekvador Anayasası ve Bolivya yasaları gibi, Batı kaynaklı “temiz çevre gibi” modern konseptler yerine kadim yerli kültürlerinin bakışına dayanmasında bu ülkelerde yerlilerin yeniden aktör olmaya başlamasının da payı büyük. Yer Hukuku Merkezinden hukukçu Michelle Bender, “Doğa hakları hareketi yerlilerin dünya görüşünden besleniyor, yoksa yerliler, doğa hakları hareketinden besleniyor değil” sözleriyle bu düşünceye katılıyor.  

 

Yeni Zelanda’da Maori yerliler için önemli dağ, nehir ve ormanların ‘kişi’ ilan edildiği süreç, yerli protestolarından sonra 1975 yılında kurulan Waitangi Özel Mahkemesi ile başladı. 2012 yılında uzlaşma ile sonuçlanan bu özel mahkemenin 37 yıllık zabıtları zabıtları, yerlilerin doğaya bakışına dair çok çarpıcı bilgiler de içeriyor. 

 

Maori’lerin doğa-insan ilişkisine bakışı, doğayı, insanın ihtiyaç ve arzularının kölesi olan bir kaynak gibi gören modern bakıştan oldukça radikal bir farklılığa sahip. Maori’ler için doğa, soylarının ve yaşamlarının geldiği ‘ataları’. Duruşmalardan birinde Turama Hawira adlı bir yerli, “Ata yadigarı dağlar, nehirler ve ormanlar bizi tanımlayan şeyler. Manevi, entelektüel ve fiziki varlığımızın kaynakları. Biz onlara sahip değiliz, onlara aitiz.” diye konuşacaktı. 

 

Maori dilinde ‘akrabalık’ anlamına gelen ‘whanaungatanga’ sözcüğü uzunca bir süre Batı dillerine ‘yaşayan insanlar arasındaki akrabalık bağı’ anlamında çevrildi. Bunun çok daha geniş bir konsept olduğu 20’nci yüzyılda anlaşılmaya başlandı. Yaşayan insanlar, ölen insanlar, toprak, su, bitki örtüsü, atua (tanrılar) aleminin hepsi ‘whakapapa (soykütüğü)’ üyesi yani birbiriyle akraba. Maori dillerinde dağlara, nehirlere, göllere atıfların insanlara atıflarla aynı olmasının nedeni de bu. Maori şamanlarının, toplumlarında deli muamelesi görmeden dağlarla, nehirlerle, ormanlarla, ağaçlarla sohbet etmesinin nedeni de bu. İnsan doğa ilişkisini ‘kaitiaki (akraba ilişkisi)’ sözcüğüyle ifade etmeleri, bu ilişkiye bakışlarını yansıtıyor. Atalardan beri kuşaklardır gelmiş, kalıcı ve mecburi bir aile bağı ilişkisi bu. 

 

İnsanın akrabalarına karşı ödevlerini ifade eden ‘kaitiakitanga’ sözcüğü de dağdan denize, hayvandan nehre bütün bu ‘akrabaların’ iyiliğini gözetmeyi ima ediyor.  

 

Örneğin Whanganui Nehri, biz dışardan bakanlar için sadece bir nehirken, bölgedeki Maoriler için, uluslarının ecdadı. Kendi insani çöplerini ve atıklarını bile nehirle karıştırmama konusunda çok hassaslar. Maorilerin Whanganui kolunun artık ünlenmiş deyimi, “Ko au te awa, ko te awa ko au” yani, “Ben nehirim, nehir de ben” bunu anlatıyor. 

 

Yerli dünya algısından yoksun modern hukukçuları, düşünürleri ve karar alıcıları bu yeni paradigmaya ikna eden temel şey ise konunun aciliyeti. Doğa konusunda ödüllü ve önemli kitaplarıyla bilinen gazeteci Elizabeth Kolbert, New Yorker dergisinde Mary Jane gölünün hukuksal şahsiyet kazanma davasının öyküsünü anlattığı yazısında, insanın doğadaki hiyerarşik üstünlüğünün tarih boyunca teorik bir fikir düzeyinde kaldığına dikkatimizi çekiyor. Ancak, insan türü, son birkaç yüzyılda, ormanları yok edebilecek, bataklıkları ve sulak alanları doldurabilecek, dağları patlatıp yok edebilecek teknik imkanlar geliştirince, fikir, fiziksel bir güç de kazandı. 

 

Bu güç uzunca süre insan refahını, doğanın geri kalanı aleyhine genişlettiği için tepki görmedi ve normal görüldü. Fakat buzulların hızla eridiği, denizlerde ölü bölgelerin oluştuğu, türlerin soylarının hızla tükendiği, iklim değişikliği gibi küresel ekolojik bir afetin türümüzün de varlığını tehlikeye atması ile doğanın, insanın yıkıcı gücüne karşı korunmasının yaşamsal önemi herkesin görebileceği kadar belirginleşti.

 

Başlangıçta, çevre koruma mevzuatının, çevre düzenlemelerinin yeterli olabileceği düşünülüyordu ama gelinen noktada yine insanı üstün gören bu mevzuatın koruma sağlayamayacağı anlaşılmış durumda. Stone’un ünlü makalesinde dile getirdiği gibi, doğal objeler, sadece insanlar için ifade ettikleri anlam üzerinden değer gördükleri sürece, hukuksal olarak yok edilmeleri de mümkün.  

NhRP başkanı Wise da bu görüşe katılıyor.     

 “Bütün tarih, insanları korumanın tek yolunun, insanları hak sahibi hale getirmek olduğunun tanığı. İnsan dışı varlıklar da insanın yıkıcılığından ancak bu yolla, hak sahibi kişi ilan edilerek korunabilir.” 

 

‘Şahıs’ ve ‘insan’ aynı anlama gelmiyor

Hukukun insan dışı varlıkları şahıs kabul etmesi aslında çok radikal bir adım değil. Batı dillerinde ‘şahıs’ anlamında kullanılan ‘person’ sözcüğü, Latince ‘maske’ anlamındaki ‘persona’dan geliyor. Bir kişinin tiyatral sahnede yani öteki insanların önünde girdiği rol anlamında kullanılıyordu. Arapça, şahıs kelimesinin kökü de doğrulup belirgin hale gelmekten sahnede belli rol icra etmeye kadar anlamlara sahip. Kendi varlığıyla ayırt edebildiğimiz ‘müşahhas’ hale geliyor, tekil hale getirip kimlik kazandırdığımızda ise ‘teşhis’ etmiş oluyoruz.   

 

Modern hukukun doğuşunda önemli rol oynayan düşünür Thomas Hobbes, ‘person’ sözcüğünün bu tiyatral etimolojisinden ilhamla, kritik bir ayrım yapacaktı. Kendisi adına konuşan ‘doğal kişi’ ve tıpkı role girmiş bir aktör gibi başkası adına konuşan ise ‘kurgusal kişi’dir. 

Modern hukuk, Hobbes’un ‘kurgusal kişi’ kavramını, ‘başkası adına konuşan kişi’den, ‘kendisi adına konuşulanı’ da şahıs sayacak şekilde genişleten bir süreç yaşadı. Nihayetinde bizim hukukumuzun da ‘hükmi şahıs (hukukla tesis edilmiş kişilik)’ veya ‘tüzel kişi’ şeklinde anacağı hukuksal kişilik oluştu.

Bugün hukukta, devletler, gemiler, şirketler, belediyeler, vakıflar ‘kişi’ olarak kabul ediliyor. ABD hukukunda şirketler, hukuksal anlamda neredeyse insani anlamda ‘kişi’ sayılır hale gelmiş durumda. ABD Yüksek Mahkemesi, şirketlerin ifade ve inanç özgürlükleri olduğunu tanıyan içtihad kararları verdi örneğin… 

 

Peki insan dışı kişiler hukukta nasıl temsil edilecek? 

 

Haklara sahip kişi haline gelen doğa öznelerinin çok aşikâr bir eksiği var: kendi adlarına konuşamıyorlar. Kişi oldukları yasal olarak kabul edilse bile kişi haklarını korunması için yine insanlara ihtiyaçları var. Mahkemelik olduklarında haklarında karar verecek yargıç veya jüri de insan. Bu durum, bu tür haklara itiraz edenlerin de en çok dile getirdiği şeylerden biri. Sonuçta bir dava insanlar arasında dönecekse, doğayı kişi görmenin ne anlamı var? 

Hayvanların ne istediğini bir şekilde anlamak mümkün. Ama bir nehrin, bir dağın, bir gölün iradesinin ne olduğunu nasıl bileceğiz? Christopher Stone 1972 makalesinde, ‘dağlar nehirler konuşamadığı için kişi statüsü kazanamazlar’ iddiasının çok kolay çürütülebilir bir argüman olduğuna dikkat çekiyor: “Şirketler de konuşamıyor. Devletler, vakıflar bebekler, zihinsel engelliler, üniversiteler de… Böyleyken bütün bu tüzel kişiler, mahkemelerde bolca, hatta bazıları fazlasıyla temsil ediliyorlar.” 

 

Doğayı temsil edebilecek kişi konusunda farklı ülkelerde farklı çözümler geliştiriliyor. Yeni Zelanda hükümeti, kişi ilan ettiği nehir, dağ ve ormanlar için seçimle belirlenecek yasal temsilciler öngörürken, Ekvador ve Bangladeş bütün vatandaşlarına doğa veya nehirler adına dava açma yetkisi verdi.

 

Fransız yazar hukukçu Camille de Toledo’nun 2020 yılında, kirlenme ve diğer etkiler nedeniyle ciddi bir tehdit altında olan Fransa’nın en uzun nehri Loire için öncülük ettiği komite ise, bu tür arayışların en sıra dışı örneği olma yolunda. Toledo’nun öncülüğünde, hukukçular, felsefeciler, coğrafya uzmanları, bilim insanlarının katıldığı danışma heyeti, Loire Nehrinin bütün paydaşlarını (insanlar, balıklar, bitkiler, nehir yatağı, kayalar vs.) bir araya getirecek ve Loire Nehrinin sesi olacak bir meclisin nasıl oluşturulabileceği tartışılıyor. Başarıya ulaşırsa bu dünyadaki ilk ‘Türler Arası Meclis’ olacak. 

 

Bu durumda, sınırları aşan varlığa sahip doğa objeleri, örneğin okyanusların haklarını savunmak çok daha büyük bir mesele gibi görünüyor. Okyanus Hakları savunucusu Michelle Bender’a göre ise bu aslında diğer doğal objelere göre çok daha kolay çünkü büyük denizlerin hukuksal sahibi yok. Ona göre okyanusların haklarını mahkemelerde savunacak uluslararası bir okyanus konseyi de kurulabilir. Bender, BM’de okyanusların yasal temsilcisi atanmasını ve BM Genel Kurulunda bir sandalye verilmesi gerektiğini savunuyor. Bu, Doğa Hakları devriminin, sadece doğa öznelerine mahkemelerde kendini savunma olanağı yaratmakla kalmayıp, uzun vadede, doğa öznelerine karar alma mekanizmalarında aktif bir paydaş olma yolu da açacağı görüşüne de uygun. Bu yaklaşıma göre, Birleşmiş Milletler, Avrupa Parlamentosu gibi uluslararası kurumlarda devletlerin yanı sıra Okyanusların, Amazon gibi önemli ormanların, eko sistemlerin temsilcileri de oturacak. 

 

Bir başka tartışma ise, dağların, ormanların, nehirlerin, hayvanların kişi haline geldiklerinde, ekonomilerini nasıl yönetecekleri. Çünkü doğa öznelerine hukuksal kişi statüsü vermek, onların tazminatlardan veya bünyelerindeki ticari faaliyetlerden elde edeceği parasal varlıkları da tanımayı gerektirecek. Bu paralar, kendileri için hukuk davaları yürütülmesi masrafları veya örneğin bir yerdeki arı nüfusunu korumak için kiralanacak bekçilerin giderleri için kullanılabilir. Yine bu fonlar, tahrip edilmiş doğa öznelerinin restorasyonu için de kullanılabilecek.

 

Konunun doğanın parçası olduğumuz gerçeğini kabullenmek ve doğayı korumak gibi açıları dışında, insanın moral yapısına bakan bir yönü de var. Ahlak dünyası, hakkın muhatabı içimize sinmese, aklımıza yatmasa bile ilkeli olmamızı gerektiren bir dünya. Bu da hak konusunu insanlar arası ilişkinin ötesinde geniş bir kapsama taşıyor. 

 

Bu tabii ki, tarih boyunca köleliğin kaldırılması, çocukların şahıs kabul edilmesi veya kadınların da oy hakkının tanınması gibi tarihteki her hukuk devriminde olduğu gibi, çoğunluğu, sonuçlarının belirsizlikleriyle ürküten bir süreç. Fil Happy’nin davasında olumsuz oy kullanan yargıçların ‘hukuksuz tutuklanmama hakkı sadece insanlar içindir’ tezinden çok, Happy’nin hapishanesinin kapısını aralamayı “kaosun kapısını aralamak” olarak niteleyen söylemleri öne çıkarmaları bundan. Hepsi, fil Happy’nin özgün ve etkileyici kapasiteye sahip olduğunda aslında hemfikir. Bununla beraber, Happy’nin hakkını tanımanın, ev ve çiftlik hayvanları başta olmak üzere birçok hayvan için benzeri davaları tetikleyerek, yaşamda büyük bir kaos yaratacağı endişesini esas alıyorlardı. 

 

Harvard Üniversitesi Hukuk Profesörü Glenn Cohen’e göre ise, insan dışı varlıklara nasıl davranılacağı konusunda bir karar alma sürecinde, “bunlar insan mı?” sorusu en yanlış soru:

 Doğru soru, şahsiyet için nasıl bir kapasite gerekiyor ve bu varlığın buna uygun bir kapasitesi var mı? Ben size, neden sizin korunmanız çok önemli de onun korunması önemsiz diye sorduğumda vereceğiniz, çünkü ben insanım’ yanıtı, Güney Afrika’da beyaz ırkçısı rejim döneminde, çünkü ben beyazım gerekçesi ile aynı cevap”.

 

Fil Happy, Whanganui Nehri, Kosta Rika’da bir arı, Pasifik Okyanusu veya Amazon Ormanları… Derileri yerine kürkleri olabilir, dijital ve mekanik bedenleri olabilir, taştan, sudan, yapraktan oluşabilirler. Ama her geçen gün dünyanın birçok ülkesinde kabul gören insan dışı varlıkların hakları devrimine göre bunlar da birer ‘hükmi şahıs’. 

 

Tarih boyunca bütün yeni bakışlar gibi çok sayıda soru ve kafa karışıklığı yaratıyor bu devrim. Biyoetik Profesörü Glenn Cohen’e göre ise bu kafa karışıklığı, olumlu bir işaret. Etrafımızı saran ahlaki dünyanın sandığımızdan daha karmaşık olduğu gerçeğine gözlerimizi açmaya başladığımızın göstergesi. Yeter ki, bu sorularla yüzleşmek korkutucu geldiğinde, kişi=insan düşüncesinin basitleştirici konforuna geri kaçmayalım.