CEMAL TUNÇDEMİR
ABD eski Başkanı Ronald Reagan, 1980’lerin ortasında, Sovyet liderlerle bugüne kadar neden görüşmediği sorusuna, “durmadan ölüyorlar, nasıl görüşeyim” mealinde bir hicivle karşılık verecekti.
Siyasal bilim çalışmalarında ‘gerontokrasi’, yani ihtiyarların idareyi elinde tuttuğu yönetim biçimine komünist ülkeleri örnek göstermenin pek klişe olduğu bir dönemdi.
Klişeler, tabii ki, boşuna klişe olmuyor. Brejnev, 1917 Ekim devriminde 18 yaşında bir delikanlıydı. 1964’te Sovyet lideri olmuştu. 1980’lerin başında, hastalıklı ve yaşlı haline rağmen hala ülkeyi yönetmesi, politbüronun, Komünist Parti merkez komitelerinin ve Doğu Bloku ülke liderlerinin 70’li yaş ortalamasıyla Sovyetleri, gerontokrasinin poster ülkesine dönüştürüyordu.
Sovyetlerin ideoloji içi rakibi Çin de pek farklı değildi. Ülkenin lider kadrosunu belirlemesiyle Daimi Komiteden bile daha güçlü sayılabilecek Yüksek İstişare Komitesi hakkında, “80 yaşındakilerin, 70’li yaşlarında bir heyeti toplantıya çağırıp, 60’lı yaşlarında olan parti yöneticilerinden hangilerinin yaş haddinden emekli edileceğine karar vermesini istediği heyet” yakınması yapılıyordu.
‘Gerontokrasi’, Fransız yazar J.J. Fazy’nin 1828 yılında yayınladığı kitabı ile modern literatüre kazandırdığı bir terim. Kavramı ‘olumsuz bir anlamla’ literatüre kazandıranların Fransız cumhuriyetçiler olması tesadüf değil. Fransız devrimi, özünde eski düzene karşı bir devrimdi ama yaş ortalaması oldukça yüksek aristokratlara karşı devrim liderlerinin çoğunun genç olması, cumhuriyetçiler için ‘gerontokrasi’yi kullanışlı bir eleştiri konusu haline getiriyordu.
Kendi kurdukları giyotinlerde kafaları kesildiğinde Robespierre 36, Danton 34, Desmoulins 34, Brissot 39 yaşındaydı. Devrimin kurduğu Fransız Cumhuriyeti, yeniden monarşiye doğru evrildikçe, her aşamada yöneticilerin ve yönetici zümrenin yaş ortalaması da en az bir kuşak yükseliyordu. İşte Fazy’nin itirazına neden olan da o gidişattı. Kitabın yayınlamasından iki yıl sonra 1830 Temmuz devriminde genç aristokratlar ve cumhuriyetçiler, ihtiyar aristokratları devireceklerdi. Ne var ki, kendileri de ihtiyarlayıncaya kadar iktidarlarını bırakmayacaklardı. Ta ki bir başka devrimle (1848) koltuklarından edilinceye kadar.
Çünkü, Fazy’nin sorun olarak gördüğü şey, Fransız aristokratlara özgü değil, insanlığın tarihi kadar yaşlı bir temayüldü. ‘Geronte’ antik Yunancada ‘yaşlı’ demek. En bilinen antik kaynağı, Yunan şehir devleti Sparta. Askeri bir düzene sahip Sparta’yı, ’Gerusya’ adlı bir heyet yönetiyordu. Heyet, adının da ima ettiği gibi ihtiyarlardan (gerontes) oluşuyordu. Sparta’nın bütün vatandaşları 60 yaşına kadar askerlik yükümlüsüydü. Askerlikten ayrılma yaşı olan 60 yaş, Gerusya’ya üye olmak için şart olan asgari yaş limitiydi.
Tıpkı Antik Yunanlılar gibi antik Romalıların da bir ihtiyarlar heyeti vardı. Latince Senatus diye adlandırıyorlardı. ‘Senato’, Latincede ‘ihtiyar adam’ anlamındaki ‘seneks’ten geliyor. Senyor, seignor, sir, shannon, mösyö (monsieur) hep aynı kökten türemiş yaşlı başlı hitaplar…
Plato, ‘Yasalar’da devleti yönetme şekillerinden biri olarak “ihtiyara yönetmenin, gence itaat etmenin düştüğü” yönetim modelini anıyor. Bizim kültürümüzün de “söz büyüğün sus küçüğün” atasözünde ifadesini bulan ruhla sarıldığı yönetim anlayışıydı bu.
Günümüzde daha çok biyolojik olarak çok yaşlılar için kullandığımız, ‘ihtiyar’ kelimesi, kültürümüzün bu Platonik bakışının bir yansıması olsa gerek. Çünkü, ‘ihtiyar’ sözcüğünün kronolojik yaşla ilgili bir iması yok. İhtiyar, kendi iradesiyle seçebilen, otonom hareket edebilen kişi demek. İhtiyarın eski dilde kavramsal zıddı da ‘ıztırar’ yani mecburiyetti. Günümüzde bu sözcükten türemiş ‘zaruret’ sözcüğünü hala kullanıyoruz.
İhtiyar eden, yani hareketinde serbest olanlar ile ‘ihtiyar edilmişlere’ yani seçilmişlere ‘muhtar’ deriz. Eski dilde bugün daha aşina olduğumuz özerklik veya otonomi yerine ‘muhtariyet’ sözcüğünün kullanılması bundan.
Arapça’da yaşlılar için ihtiyar, kal ve şeyh gibi ifadelerin yanı sıra ‘acuz (kadınlar için acuze)’ sözcüğü de kullanılır. Bizim ‘aciz’ şeklinde dilimize kattığımız sözcük. Yaş almayı, kendine bakacak fiziksel güçten yoksunlaşmayla özdeşleştiren köhne bakışın yansıması olsa gerek. Bugünlerde kullanımı azalmış ama Arapça ve Kürtçede ‘genç’ yerine kullanılan bir sözcük de ‘cahil’. Bu da gençlikle, realiteden kopukluğu veya bilgisizliği özdeşleştiren bakışın yansıması olsa gerek.
‘İhtiyar’a geri döneyim. 19. yüzyıla kadar gençlerin, (eğer şehzade, prens, Kara Murat vs değilseler) bırakın idari konularda söz sahibi olması kiminle evlenecekleri, nerede yaşayacakları, ne iş yapacaklarına kendilerinin karar vermek istemesi bile kıyamet alametiydi. İhtiyarların onlar hakkında vereceği kararlara uymaları bir zaruretti.
19. Yüzyıldan beri bu ‘ihtiyar’ algısında tektonik iki değişim yaşadı türümüz.
Öncelikle hijyen, tıp teknolojisi, aşılar, antibiyotikler, temiz su ve beslenme imkanlarındaki gelişmelerle birlikte ortalama insan ömrü muazzam şekilde uzadı. 19. yüzyıla kadar binlerce yıl ortalama insan ömrü 20’ler ve 30’lar civarındaydı hep. 1900 yılında bile dünyada ortalama insan ömrünün 40 yaş üzeri olduğu tek bir ülke yoktu. Bugün ortalama insan ömrünün 60’ın altında olduğu sadece 8 ülke var. Birçok ülkenin ortalama ömür süresi 80 yılın üzerinde.
Bu yazıyı yazarken 19. yüzyılda kime ‘yaşlı’ diyorlardı merakıyla ABD Nüfus Dairesinin istatistiklerine baktığımda değişimin çarpıcı göstergeleriyle karşılaştım. Örneğin 1820 istatistiklerinde aşırı yaşlılar, “44 yaş ve üzeri grubu” şeklinde nitelenmiş. Ülkedeki her 100 kişiden sadece 8’i 44 yaş ve üzeri yaşta. Onların da çoğu, ya “aşırı yaşlılığın” getirdiği sağlık sorunlarıyla boğuşmakta ya da hayattan elini eteğini çekmiş durumda.
Son 10 yılın önemli bir kısmında yaşadığım 130 milyon nüfuslu Japonya’da nüfusun yüzde 10’unu 80 yaş üzeri olanlar oluşturuyor. Yaklaşık 15 milyon kişiden söz ediyoruz. Her üç kişiden birinin 65 yaş üzeri olduğu bir ülke Japonya.
Günümüzde dünya geneli ortalama insan ömrü 73. Ve hepimiz 70’lerinde kaybettiğimiz yakınlarımız için, hem de kastederek, “daha gençti” yakınmasında bulunuyoruz. Çoğu ebeveyn, çocuklarının 40’lı, 50’li hatta 60’lı yaşlara girdiğini görecek kadar yaşıyor.
İkinci olarak ise, kentleşmenin ve sanayi devriminin çekirdek aile kavramını daraltması, yaşlı oranının oldukça artması gibi sebeplerin de etkisiyle sosyal ve kültürel bir değişim yaşadı türümüz. Değişimin geldiği noktada normal olan, ailenin büyüğü yaşarken bile bir gencin kendi hayatı hakkında kendi kararlarını ve tercihlerini belirleyebilmesi. Yani gençler de ‘ihtiyar’ artık.
Bu değişimin 20’nci yüzyılın ikinci yarısında birbirine zıt gibi görünen iki yansıması oldu.
1960’lardan itibaren politik liderlikte gençlik, yaşlılıktan daha pozitif bir algıya dönüştü. Fransız devrimine kadar, gençliği daha olumlu bir yönetici özelliği olarak gören bir politik eğilim hiç olmamıştı. Çünkü yaşlılık, idare için gerekli deneyim ve bilgiye sahip olunabilecek tek ömür aşamasıydı.
Ancak, Aydınlanma çağı ile hem eğitimin yaygınlaşması hem bilgiye erişim imkanlarının artması hem de sanayi ve bilgi devriminin yarattığı istihdam alanları genç yaşlarda da bilgi ve deneyim sahibi olmayı mümkün kılıyordu artık. Bununla beraber 1960’lara kadar genç liderlik hala radikal veya istisnai bir durumdu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında doğan kuşak, gençlerin söz sahibi olma mücadelesinin bayraktarı oldu. İkinci Dünya Savaşı ve hemen sonrası keskin doğum artışı döneminde doğdukları için ‘boomer (bumır)’ diye adlandırılacak kuşaktı bu (Doğum oranında keskin artışa İngilizcede ‘baby boom’ deniyor. İsimlendirme buradan geliyor).
Boomer kuşağı 20’li yaşlarını yaşadığı 1960’larda başlattığı isyanlarıyla sosyal ve politik düzende önemli değişimlere yol açacaktı. O günlerde 23 yaşındaki genç ozan Bob Dylan, The Times They Are A-Changin’ adlı şarkısını bu kuşağın marşı olarak yazmıştı.
“(…)
Yükseldi iyice sular çevrenizde
Kabul edin artık boyunuza ulaşıyor dalgası
Eğer kıymetliyse zamanınız gözünüzde
Hemen yüzmeye başlamanız en hayırlısı.
Yoksa kaya gibi batıp kalacaksınız dipte.
(…)
“Ey senatörler, Ey Temsilciler!
Gelin çağrıma kulak verin.
Varlığınızla tıkanmasın yollar
Durmayın önünde kapıların”
İronik şekilde Boomer kuşağının gençlik devrimi yaptığı 1960’lar aynı zamanda ‘yaşlı hakları’ fikrinin, ‘yaşlılara karşı ayrımcılıkla mücadele’ aktivizminin de doğduğu yıllar oldu.
80’li 90’lı yaşlarına kadar yaşayan insanların sayısı arttıkça, insanların daha 60’lı yaşlarında ekonomik ve sosyal yaşamdan dışlanmaları, herhangi bir işi yapacak şuur ve fiziksel kapasiteden yoksun gibi görülüp aşağılamasına karşı duyarlılık da yükseldi. İlk kez 1967 yılında, 40 yaşından yukarı yaşlarda olanlara karşı ücrette, yetkide, istihdamda olumsuz ayrıcalık yapılmasını yasaklayan Yaş Ayrımcılığı ve İstihdam Yasası kabul edilecekti.
Sonradan ABD Yaşlılık Enstitüsünün kurucu başkanı da olacak Doktor Robert Butler, 1969 yılında ‘ageism (yaşçılık/ yaş ayrımcılığı)’ terimini ilk kez literatüre kazandırdı.
1970 yılında, Presbiteryan Kilisesindeki çok sevdiği ve başarıyla yürüttüğü işinden 65 yaşındayken yasal yaş limiti nedeniyle zorunlu emekli edilmeyi hazmedemeyen Maggie Kuhn adlı bir kadın, kabullenip köşesine çekilmek yerine Amerikan sosyal tarihinin en çarpıcı aktivist hareketlerinden birini başlatacaktı. Toplumda en fazla kabul gören ve çoğunluğun henüz farkında olmadığı ‘yaşçılık’ ayrımcılığına karşı başlattığı harekete, o günlerde siyah hakları için kurulmuş ‘Kara Panterler’ hareketinden esinle ‘Gri Panterler (Gray Panthers)’ adını verdi. (Anglo Sakson kültüründe ak saçlı yerine gri saçlı deyimi kullanılıyor).
Kuhn, 60 yaş üstü olanlara ‘ölümü bekleyen insanlar’ muamelesi yapılmasına karşın, o güne kadar tabu gibi görülen belli bir yaş üzeri kadınların seks yaşamı gibi konuları açıklıkla konuşarak, yaşlı denilen insanların da her yönden yaşamaya devam eden normal insanlar olduğuna farkındalık yaratmaya çalıştı. Dahası, orta yaş grubunun bir başka mağdur kitlesi olan ergen gençlerin de haklarını savunarak onları da ‘yaşçılığa (ageism)’ karşı aktivizme çağırdı. Gri Panterler, üyelerinin çoğunluğunu ergenlerin ve lise öğrencilerinin oluşturduğu bir harekete dönüştü.
Maggie Kuhn’un başlattığı hareket, 1987 yılında ilk büyük politik zaferini kazandı. Yaş haddinden emeklilik zorunluluğu kaldırıldı. O günden beri ABD’de 65 yaş üzeri çalışan sayısı iki katı artarak toplam istihdamın yüzde 20’sine ulaştı.
Lider ve yönetici kadro değişiminin ya ölüm ya iç darbeyle gerçekleşebildiği Sovyetler gibi kapalı rejimlerde ise üst makamlarda tek amacı mevcut iktidar koltuklarını korumak olan kadro uzun yıllar boyunca iktidarda kalıp yaşlandıkça, gençlik aktivizmini, devrim karşıtlığı görerek sert şekilde eziyordu.
Popüler bir Sovyet şakasıyla ‘herkesin sadece sonunu görmek için seyretmeye katlandığı sıkıcı bir film’ gibi, 1970’ler boyunca bitmesini beklediği Brejnev yönetimi, nihayet 1982 yılında o mutlu sonla, Brejnev’in ölmesiyle son bulacaktı. Onun yerine gelen yaşlı ve hasta Andropov ise 1 yıl kadar sonra 1983’te ölecekti. Onun yerine Sovyet lideri olan yaşlı ve hasta Çernenko ise 1985 başında ölecekti.
İşte ABD Başkanı Reagan’ın arsızca iğnelediği döngü buydu. Arsızca diyorum çünkü, Reagan aslında bu Sovyet liderleriyle aynı yaştaydı. ABD’nin tarihindeki en yaşlı başkandı. Daha 1980’de aday olduğunda, yaşı konusundaki endişeleri gidermek için, doktorlar göreve elverişsiz olduğuna dair rapor verdikleri anda başkanlıktan istifa edeceği vaadinde bulunmuştu.
Seçildikten dört yıl sonra 1984 yılında 73 yaşında ikinci dönem için yeniden aday olduğunda Demokrat Partili rakibi ile televizyon açık oturumunun daha başında, moderatör, herkesin beklediği soruyu “Başkanın yaşı tartışması konusunda ne diyeceksiniz” diyerek gündeme getirecekti. Reagan ise, “Rakibimin çok genç yaşta ve tecrübesiz olmasını burada siyasi tartışma konusu yapmayı kendime yakıştırmadığım için yaş konusuna girmeyeceğim” şeklinde şakası ile 56 yaşındaki rakibi Walter Mondale’i bile kahkahaya boğarak konuyu ustaca geçiştirecekti.
İkinci döneminde Sovyetlerin de ona bir şakası vardı. 1985’te ölen Çernenko’nun yerine yaşlı yöneticilerden biri değil, sürpriz şekilde henüz 54 yaşındaki Gorbaçov getirilecekti. Yani artık Sovyet lideri, Amerikan liderinden 20 yaş daha gençti. Reagan ise başkanlığının kalan kısmında, neredeyse iki haftada bir çiftliğinde odun kırarken, at binerken, abartılı sportif bir aktivite yaparken çekilmiş görüntüleriyle Amerikan kamuoyunun bu konudaki endişelerini bastırmaya çalışacaktı.
1787 Philadelphia Anayasa Kurultayında ABD Anayasasını hazırlayan 55 delegenin, ABD başkanın yaşı ile ilgili en büyük endişeleri, ülkeyi yaşlı başkanlardan değil genç başkanlardan korumaktı. Nihayetinde başkanın en az 35 yaşında olması kabul edilecekti. Tabii bunda, başkanlığın hanedanlığa dönüşmemesi için, o zamanki ortalama ömür süresi nedeniyle, kimsenin başkanlığı devam ederken 35 yaşına ulaşmış oğlu olamayacağının düşünülmesi de rol oynamıştı. Hiçbirinin aklına azami yaş sınırı koymak gelmemişti.
200 yılı aşkın tarihinde ABD’nin Andrew Jackson, Buchanan, Eisenhower gibi yaşı ileri başkanları oldu ama eğer varsa yaşa bağlı bir sağlık sorunlarının halka yansıyacağı televizyon ortamı olmadığı için de yaşları tartışma konusu bile olmayacaktı. Televizyonun ilk kez belirleyici rol oynadığı 1960 seçiminde her iki partinin de adaylığını 40’lı yaşlarındaki aday adayları (Kennedy 43, Nixon 47) kazanacaktı.
Televizyon sayesinde başkan olabilen Reagan ise yine televizyonun sayesinde yaşlılığı sorun haline gelen ilk başkandı. Demokratların yanlış aday tercihleri nedeniyle Reagan’ın yardımcısı baba Bush’un 1988’de kolayca kazandığı tek dönemlik başkanlığı saymazsak, 46 yaşındaki Arkansas Valisi Bill Clinton, 54 yaşındaki Texas Valisi W Bush ve 47 yaşındaki Illinois Senatörü Obama’nın başkanlıkları partiler için Reagan sendromundan bir tür kaçış anlamı da taşıyordu.
Ne var ki, 2000’li yıllarda ABD başkan adaylarının ve nihayet başkanların yaş ortalamaları da yeniden belirgin şekilde yükselmeye başladı.
Donald Trump, 70 yaşında olduğu 2016 yılında başkan seçildiğinde, ABD tarihinde göreve başlayan en yaşlı başkan rekorunun sahibi olacaktı. Bu ihtiyarlık rekoru sadece dört yıl yaşayabildi. 2020’de 74 yaşındaki Trump’a karşı seçimi 78 yaşındaki rakibi Joe Biden kazanacaktı.
Ülke tarihinin en yaşlı başkanı ile en yaşlı ikinci başkanın halef selef olmasına biraz da zorlamayla tesadüf deyip geçilebilirdi. Ama aynı iki ismin hem de dörder yıl daha yaşlandıktan sonra yeniden iki büyük partinin adayı olarak karşı karşıya geleceği görülünce, herkesin kafası karışmaya başladı. Televizyon komedyeni Jon Stewart, yıllardır ara verdiği ünlü TV şovuna geçen hafta, “Ne oluyor yahu? Milletçe kafayı mı yedik?” şeklinde bir isyanla dönecekti.
Seçim gündemi ve ülke, “ABD artık bir gerontokrasi” iddiası ile “yaşlılara karşı ayrımcılık yapılıyor” iddiasını aynı anda tetikleyen çok katmanlı kaotik bir tartışmanın içinde buldu kendini. Tartışmanın merkezinde ise, Biden’ın yaşı var.
Biden, iki yıl önce Beyaz Saray’da 80 yaşına girerek, 80’li yaşlarında hala Beyaz Saray’da olan tek ABD başkanı unvanının sahibi oldu. Dindar bir Katolik olan Biden eğer politika yerine rahipliğe yönelip piskopos olsaydı, yaş haddine ulaşacağı için 5 yıl önce Papa’ya istifasını sunmak zorunda olacaktı. Eğer Kardinal olsaydı 80 yaşına girdiği gün, Papa’yı seçen Kardinaller Kurulunda oy hakkını kaybedecekti.
Biden, iki yıl önce 80 yaşına girmesinden beri başkanlığı dört yıl daha yapacak fiziki güce sahip olduğunu fırsat buldukça abartılı şekilde göstermeye çalışıyor. Ne var ki, bisiklete binme (düşecekti), uçak merdivenlerini koşarak çıkmaya çalışma (sendeleyip düşecekti), törenlerde seri yürüme (takılıp düşecekti) gibi fiziksel gücüne ikna çabaları hep ters tepti.
Biden bu Kasım ayında ikinci kez seçilirse başkanlıktan emekli olduğunda 86 yaşında olacak. Bu gerçek, Biden’ın seçim kampanyasında en fazla konuşmak istemediği konu. Sosyal medyadaki saçmalıkları, skandalları, davalarıyla gündemden hiç düşmeyen bir rakibe sahip olmayı avantaja dönüştürme amaçlı bir siyasi stratejiyle kendisini geri planda tutarak, yaşının en azından seçime kadar ana gündem olmamasına çabalıyordu. Komedi klasiği SNL’in şakası ile, “çünkü, Biden’ın siyasetteki en büyük rakibi, zaman”.
Ne var ki, Biden’ın devlet binalarından çıkarılması yasak bazı gizli evrakları kişisel ofisinde bulundurmasıyla ilgili olası suç incelemesini yürüten özel savcı Robert Hur’un 5 Şubat günü yayınlanan ve yargısal soruşturmaya yer olmadığına karar verdiği raporu, Biden’ın sessiz kalıp, sahneyi Trump’a ve saçmalıklarına bırakma stratejisini yerle bir etti. Hur’un raporunda Biden’dan, “iyi niyetli, hafızası zayıf yaşlı bir insan” şeklinde söz etmesi, Demokratlar arasında da yankı bulunca Biden’ın yaşını seçim gündeminin ve gerontokrasi tartışmasının merkezine yerleştirdi.
1972’den beri Senatörlük, Senato Dış İlişkiler Komite Başkanlığı, dört kez başkan aday adaylığı, sekiz yıl ABD Başkan Yardımcılığı ve nihayet Başkanlık gibi ABD politikasının en üst görevlerinde yarım yüzyılı aşkın bir kariyere sahip olan Biden’ın, bu müthiş politik kariyerine, “yaşlı politik kuşağın yerlerini gençlere bırakmayı bilmemesine” karşı isyanla başlamış olması ise zamanımızın bir başka ironisi.
Boomer kuşağı üyesi olan Biden, daha 29 yaşında olduğu 1972’de, Temsilciler Meclisine bile o yaşta girmenin büyük hayal olacağı bir dönemde, en kıdemli politikacılardan oluşan 100 sandalyeli Senato’ya aday olma cüreti gösterecekti.
ABD’nin Delaware eyaletinin kıdemli ve sevilen Cumhuriyetçi Senatörü Caleb Boggs’a karşı aday olduğunda anketlerde rakibinin 30 puan gerisindeydi ve partisi dahil kimse kazanacağına şans vermiyordu. Senatör Boggs’un yaşını kampanyasının merkezine oturtan genç Biden, 63 yaşında olan Boggs’un çağın getirdiği sorunları anlamayacağını savunmuş ve gittiği her seçim durağında, “Saygıdeğer Boggs, babam gibi. Onu seviyorum. Ama kendi zamanı için doğru insandı, bu zaman için artık doğru insan o değil” konuşmaları yapmıştı.
Nihayetinde, bütün politik analistleri şaşırtmaya yetecek oranda seçmeni 63 yaşındaki Boggs’un fazlasıyla ihtiyar olduğuna ikna etmeyi başaracak ve kıl payı (%50,5) oyla Senatör seçilecekti. Sadece yasama faaliyetinde değil, Başkan’ın bütün atamalarına onay meclisi olmasıyla yürütme üzerinde de son derece etkili olan 100 senatör arasına daha 30 yaşında dahil olmak tarihi bir başarıydı. Ülkenin en yıldız politikacılarından biriydi artık.
Biden, ilk kez 1987 yılında Amerikan başkanlığına aday adayı olduğunda, pop star Taylor Swift’in doğmasına daha iki yıl vardı. Bu günlerde Trump’ın MAGA grubunun hakkında ‘Futbolcu sevgilisiyle birlikte Biden’a seçim kazandıracak’ türünden akıllara zarar birçok komplo teorisi üretmesi sonrası Amerikalı komedyenlerin “Trump’ın en büyük rakibi” şakasıyla andığı genç şarkıcının…
Başkanlık yarışında Biden’ın yaş handikabı yaşamasını engelleyen en önemli avantajı parti içi önseçimlerde de (Bernie Sanders, Elizabeth Warren), genel seçimde de (Trump) rakiplerinin kendisi kadar yaşlı olmasıydı. Trump da bu yıl eğer seçilirse Beyaz Saray’da 80 yaşına girecek.
Trump, zaten sürekli saçmalayan, düzgün cümle kuramayan, telaffuz sorunları yaşayan ve muazzam derecede cahil biri olduğu için pek yaşıyla irtibatlandırılmıyor ama Biden’den daha fazla ülkeleri, liderleri, isimleri karıştırıyor. Dört yıl önceki enerjisinden eser yok. Mitinglerde çok düşük tonda konuşuyor, oldukça yavaş hareket ediyor. Demokratların bile Biden’ın yaşını tartıştığı hafta Trump, “Biden çok yaşlı değil, çok kifayetsiz” Tweeti atarak, yaş tartışmasından rahatsızlığını belli edecekti.
ABD’nin artık bir tür ‘gerontokrasi’ olduğunu savunan görüşün gerekçesi elbette ki sadece Biden’ın yaşı değil. Biden nihayetinde yeniden seçilse bile, en fazla dört yıl sonra başkanlıktan ayrılacağı kesin. Bir iç darbe yaşamazlarsa ölünceye kadar iktidarda kalacakları neredeyse kesin Putin veya Şi Cinping’in temsil ettiği ‘gerontokrasi’ ile bu anlamda karşılaştırılamaz.
Ama Biden’ın tam 36 yıl senatörlük yapabilmiş olmasının, yarım yüzyıldır Demokrat Partiyi domine eden isimlerden biri olmasının da gerontokratlıkla ilgisi var. Çünkü sorun, sadece Beyaz Saray’ın değil Amerikan devletinin üç erkinin de belli bir yaşın üstündekilerin egemenliğine girmiş olması.
Temsilciler Meclisi ve Senato’nun yaş ortalaması her seçimde yükseliyor. 2014 yılında ABD Kongresi, tarihin en yaşlı kongresi rekorunu kırdı. İki yıl sonra 2016 Kongresi bir daha rekor kırdı. Sonra 2018 ve 2020 kongreleri de sırayla bu rekoru yeniden ve yeniden kırdı.
Nancy Pelosi Temsilciler Meclisinde Demokrat Parti grubunun liderliğini ancak 83 yaşına girdiği geçtiğimiz sonbaharda bıraktı. Bununla beraber 2024 Kasım seçiminde milletvekilliğine yeniden aday. 40 yıldır senatör olan Cumhuriyetçilerin Senato lideri 82 yaşındaki Mitch McConnell, son aylarda basın toplantılarında birkaç kez konuşma melekesini yitirerek donup kaldı ve yardımcıları tarafından içeri götürüldü. Demokratların Senato grubu lideri Chuck Schumer 73 yaşında. Demokrat Partinin California Senatörü Dianne Feinstein geçtiğimiz sonbaharda 90 yaşında öldüğünde hala Senatördü. 90 yaşındaki Chuck Grassley hala senator. Nüfusunun yaş ortalaması 34 olan ABD’de 100 senatörden 68’i 60 yaşından büyük.
Yargı erkinde de manzara farklı değil. Özellikle de üyeleri isterlerse ölünceye kadar görevde kalabilen Federal Yargıda. İki hukuk profesörü Steven Calabresi ve James Lindgren, Yüksek Mahkeme üyelerinin görev sürelerini analiz ettiklerinde, mahkemenin kurulduğu 1789’dan 1970 yılına kadar üyelerin mahkemede kalma süresinin ortalama 14 yıl olduğunu tespit edecektiler. 1970 yılından günümüze ise Yüksek Mahkeme üyelerinin ortalama görev süresi 25 yıla yükselmiş durumda. 9 üyeli mahkemede bir defasında 12 yıl boyunca hiçbir üye değişikliği olmadığı bile oldu. Calabresi ve Lindgren, bir demokraside isterse yargı erki bile olsa, kimsenin 25 yıl görevde kalamayacağını, kalmaması gerektiğini belirtecektiler makalelerinde. Bu kadar uzun süreli görev, demokrasinin artık bir demokrasi olmadığının çok tipik göstergesiydi iki hukuk profesörüne göre.
Boomer’lar, selefleri olan ‘sessiz kuşak(1925-1940 arası doğanlar)’ ile birlikte, Amerikan nüfusunun yüzde 27’sini oluştururken Amerikan Kongresinin ise yüzde 54’ünü oluşturuyorlar. Yüksek Mahkeme’nin de 9 üyesinden 6’sı ‘boomer’ kuşağından. Boomer kuşağının halefi olan X kuşağı ise (1965-1980 arası doğanlar), Elizabeth’ten tahtı devralmayı beklerken yaşlanan Charles gibi sıranın kendisine bekledi çoğunlukla.
Bütün bu temsil manzarası, değişim çağrılarına, ‘anti-boomer’ bir nitelik kazandırıyor. İtiraz, sıklıkla, belli yaş üstü insanları oldukça aşağılayıcı, dışlayıcı bir üsluba sahip olabiliyor. Bu ise, ikinci tartışmayı, yani yaşlılara karşı ayrımcılık konusunu tetikleyen şey.
‘Neden Hala Boomer Kuşağı Amerikan Politikasına Hükmediyor’ kitabının yazarı politik bilimci Kevin Munger, toplumun en yaşlı grubunun üyelerinin de başkanlığa veya Kongre’ye aday olmasının sorun olmaması gerektiğinin altını çiziyor. Yaşlı üyelerin de bu görevleri hakkıyla yapabildiklerinin görüldüğünü vurguluyor. Ona göre sorun, bu kuşağın, toplam nüfustaki oranlarının çok üzerinde bir oranda temsil edilmelerinde ve çok uzun süre koltuklarında kalmalarında.
Birçok uzman, Biden’ın yeniden adaylığı etrafındaki tartışmanın akli melekelerinin hala yerinde olup olmadığı, Başkanlığı yapmasını engelleyen bir sağlık sorunu gibi kişisel eleştirilerin ötesine taşarak sadece genel olarak yaşına bağlanmasını “ageism” olarak görüyor. Belli bir yaşın üstündeki insanlara dönük önyargıları, ayrımcılığı kabul edilebilir bir şeye dönüştürdüğünden yakınıyorlar.
Gerontoloji uzmanı Doktor Tracey Gendron, ihtiyarlığa bu ayrımcı bakışla ilgili yazdığı kitabında, “diğer bütün büyük kimlik kategoriler gibi yaş kategorisi de bir insanın deneyimi, değerleri, sağlık durumu ve şuuru hakkında hiçbir şey söylemez” diye yazıyor.
Sırf kronolojik yaşına bakarak bir insanı, hasta, aciz, geri kafalı, dinozor, tutucu, değişimin önünde duran, dar görüşlü sanmanın kendisi aslında bir dar görüşlülük.
Genç yaştakiler, yeniliği, umudu, değişimi, mutluluk ve hayat neşesini, belli yaştan büyükler ise eskiyi, korkuyu, muhafazayı, mutsuzluğu, karamsarlığı temsil ediyor kabulü en temelsiz iddialardan biri.
Biraz sosyal medya kullanan herkes, hala 20’nci yüzyılın, 19. yüzyılın ve hatta çok daha eski çağların sosyo-politik düzenlerine sıkı sıkıya tutunmuş, ülkelerini dünyalarını o çağların düzenlerine yeniden götürmek gibi realiteden kopuk bir düşünceye kanabilmiş, aşağılamayı, hakareti siyasal tutum sanan, sinik karakteriyle kendilerinden farklı olanla her türlü iletişime kapalı, ezberlerinin dışına çıkmayı veya öğrenmeyi ihanet sanan, paranoyaların komplo teorilerinin, kendisi gibi olmayanlara nefretin gölgesinde geleceği korku tüneli gibi gören 20’li 30’lu yaşlarında çok sayıda gence denk gelebilir. 80’lerinde 90’larında olup da çağını daha iyi anlayan, kuşaklar sonra meyve verecek çözümlere odaklanabilen, bilimsel sorgulamalara, özgürlüğe, düşünsel ve toplumsal değişimlere, öğrenmeye, eleştiriye, yanlışlanmaya, kendi fikrini değiştirmeye, kendisinden farklı olanlarla iletişime açık, gayet mutlu ve hayatı seven çok sayıda insan da görülebileceği gibi.
Politikada da farklı değil bu. 83 yaşındaki İrlanda Cumhurbaşkanı Michael Higgins veya bugün artık 88 yaşında olan eski Uruguay Devlet Başkanı Pepe Mujica, belli bir yaşın üstünde de gayet geleceğe dönük, gayet başarılı, üstelik bütün kürede saygı ve hayranlık uyandıracak düzeyde politik liderlik yapılabileceğinin yaşayan örnekleri.
Yaşlanmak doğal bir süreç. Yazının başlığındaki soruya “baba şakaları” türünden bir yanıt verecek olursam, doğmakla yaşlanmaya başlıyoruz. İki yaşındaki çocuk, bir yaşındakinden yaşlı. Yani 80 yaşındaki insan yaşlı da 20 yaşındaki yaşsız değil. Hepimiz yaşlıyız ve hepimiz her an biraz daha yaşlanıyoruz. Hem bu iyi bir şey de… Çünkü Tom Petty’nin bir şarkısında söylediği gibi, “yaşlanmamak ölmek demek.”
Bu yüzden, belli yaşlarla ilgili aşağılayıcı genellemelerde, peşin yargılarda, dışlamada bulunmadan önce iki kere düşünmekte fayda var.
Dylan da “O kadar da acele etmeyin konuşmakta, çünkü çark hala dönüyor,” diye uyarmıştı aslında, ‘Zaman Değişiyor’ adlı muhteşem şarkısında.
Yaşlı politikacı karşıtı söylemle politikada yükselen Biden, şimdi yaşlı politikacı olmanın yanlış bir şey olmadığına ikna etmeye çalışıyor.
Sovyetlerin yaşlı liderlerini hicveden Amerika şimdi gerontokrasi hicivlerinin poster ülkesi.
“Açın gençlerin önünü” isyanının sancaktarı Boomer kuşağı ise “açın gençlerin önünü” isyanı yapılan bir kuşağa dönüştü bugün.
Dylan’ın şarkısı şimdilerde onlar için çalıyor.
“Düzenler yitip gidiyor çabucak,
Bugünler, yakın gelecekte mazi olacak.
Şimdi önde olanlar yakında arkada kalacak
Çünkü durmaksızın değişiyor zaman.”