Skip to content
Menu

Milli fizik, milli matematik, milli kifayetsizlik

einstein

CEMAL TUNÇDEMİR

23 Şubat 2016

Alman deneysel fizikçi Philipp von Lenard, bilimsel çalışmalarını dört ciltlik ‘Alman Fiziği (Deutsche Physik)’ adlı eserinde toplamıştı. Eserin adından da anlaşılacağı üzere Nazi Almanyasıydı bu. Lenard, amatör bir Nazi heveslisi değildi. 1905’te Nobel fizik ödülünü kazanmış önemli bir fizikçiydi. Einstein’in dediği gibi ‘deneysel fizikte bir ustaydı’. Ama, entelektüel açıdan oldukça sığ bir insandı ve dahası duygusal yeteneği ve hayalgücü gelişmemişti. Partiye katıldığı 1924’ten itibaren Nazizmin aktif bir neferi oldu.

Einstein’in görecililik kuramını veya kuantum mekaniğini, ‘Nordik fiziğe bir Yahudi saldırısı‘ olarak gören ‘Aryan Fiziği’ akımının en önemli temsilcisi oldu. Lenard, Einstein’in teorilerine ‘Yahudi sahtekarlığı’ diyordu. Hitler’in danışmanı olarak atanması uzun sürmedi.

Alman Fiziği anlayışının bir diğer öncüsü de bir başka Nobel Ödüllü (1919) fizikçi Johannes Stark’tı. O da ‘Yahudi fiziği’ dediği teorik fizik ve kuantum fiziği çalışmalarına ulusal savaş ilan etmişti. Albert Einstein ile beraber bir diğer büyük hedefi ise quantum fiziğin önemli ismi Werner Heisenberg’ti. Yalnız Stark’ın beyaz ırkçısı ezberini bozan bir sorun vardı. Heisenberg Yahudi değildi. 1937 yılında SS gazetesi Das Schwarze Korps’ta yazdığı bir makalede sertçe eleştirdiği Heisenberg’e ‘beyaz Yahudi’ lakabı taktı. Antisemitizm üzerine kurulu zihinsel algı dünyasına uymayan durumu bu nitelemeyle aşmaya çalıştı. Lenard’ın bu yaftasından sonra Heisenberg, Münih Üniversitesindeki işini kaybetti. Sadece bir diktatörlükte işe yarayacak bir tesadüf, Heisenberg’i politik mahkuma dönüşmekten kurtardı. Annesi, SS’lerin lideri Heinrich Himmler’in annesi ile arkadaştı. Himmler, Heisenberg’e sahip çıkacaktı.

Stark, 21 Ağustos 1934 günü Nobel ödüllü(1914) bir başka Alman fizikçisi Max von Laue’ye yolladığı mektupta, ‘ya partinin saflarına gelirsin ya da sonuçlarına katlanırsın’ tehdidinde bulunacaktı. Mektubunu, ‘Heil Hitler’ selamıyla bitirmişti. Von Laue, işini kaybetme pahasına parti ile aynı safa gelmeyi reddeden bilim insanlarından biri oldu.

Akademinin, devlet gücü ve yükselen Nazizm karşısında hizaya geçtiği bir dönemdi. 1931 yılında ‘devletin’ isteği üzerine yüzlerce bilim insanı ve felsefeci Einstein’in bilimsel anlayışını ve çalışmalarını kınayan ortak bir ortak metin yayınladığında, Einstein’a destek sadece Von Laue ve Walther Nernst’ten geldi.  Von Laue, Lenard ile bir tartışmasında, Einstein’a yapılanları ‘beni öldürseniz de dünya dönmeye devam edecek’ diyen Galileo’ya yapılanlara benzetecek ve ‘günün sonunda Einstein’in teorileri ayakta kalacak, Aryan fiziği değil‘ diyecekti. Aynı dönemde Nazileri desteklemese de sessiz kalacak Max Planck’ın aksine Nazi demagoglarına karşı açık bir cesaret sergiledi. Sokağa her çıktığında sürekli koltuklarının altında bolca paketle dolaşmasının nedeninin, hiçbir zaman Hitler selamı vermek zorunda kalmamak için olduğu anlatılır.

Stark da tıpkı Lenard gibi 1934 tarihli ‘Nasyonal Sosyalizm ve Bilim’ adlı kitabında, teorik fiziğin ve atom fiziğinin ‘Yahudi oyunu’ olduğunu iddia edecek ve Almanya’daki bütün bilimsel makamlara sadece Alman kanından olanların gelmesi gerektiğini savunacaktı. Bir bilim insanının asıl görevinin devletine hizmet etmek olduğunu belirtiyordu. Ona göre devlete hizmet ile partiye hizmet de aynı şey demekti. Nazizme hizmet etmiyorsan ülkeye ve devlete ihanet içindesin demekti. Nobel ödüllü bu fizikçi fizik alanında eser üretmek yerine sonraki yıllarında, ‘Hitler: Kişiliği ve Amaçları’, ‘Hitler Ruhu ve Bilim‘ gibi kitaplar yazarak devletine ‘bilimsel hizmetini’ taçlandırmıştı.

Goebbels’in başında olduğu Propaganda Bakanlığının da isteği ile Stark 1934 yazında Nobel ödülü sahibi 11 Alman meslektaşını şu ortak bildiriyi imzalamaya davet edecekti:

”Biz Alman bilim insanları Adolf Hitler’i Alman halkının lideri ve koruyucusu olarak tanıyor takdir ediyoruz. Onun yüce desteği ve teşviklerinin gölgesinde bilimsel çalışmalarımız Alman halkına hizmet edecek ve dünyada Alman varlığını ve özgüvenini yükseltecek.”

Hiçbiri bu yarı dini metni imzalamayı kabul etmeyecekti.

Kifayetsizliğin fiziği

Philipp von Lenard, Einstein’in her zaman düşmanı değildi aslında. İkili arasında birbirlerine övgüler dizdikleri mektuplaşmalar bile oldu. Lenard, sonraki yıllarda Einstein’in çalışmalarını ‘fiziğin aşırı matematikleştirilmesi ve aşırı teorikleştirilmesi’ olarak göstermeye başladı. Ancak bunun da ayrı bir bilimsel yaklaşım olabileceğini kabullenmek istemiyordu. 1920 Eylülünde, Bad Nauheim’deki Alman Bilim İnsanları ve Fizikçileri Cemiyetinin toplantısında rölativite hakkındaki sert tartışmalarıyla bağları koptu.

Lenard ve Stark gibi yüzyılın ilk çeyreğinde Nobel fizik ödülü almış geleneksel fizikçiler, modern fizikteki baş döndürücü gelişmelerin gerisinde kaldılar. Egolarının baskısı altındaydılar. O günlerde Almanya’ya sinen paranoyak, ırkçı, histerik iklimin de sunduğu fırsatla en kolay yola saptılar: Deneysel fiziği vatan-millet meselesi yapıp, bunun dışına çıkanları millete ihanetle suçlama kepazeliğine… Lenard, teorik fizikçileri, o günlerde sanatta yükselen kübizm akımının temsilcilerine benzetti. Tıpkı, düzgün resim çizebilme yeteneğinden yoksun olduğu için şarlatanlık sergileyen’ Picasso’ gibi Einstein de anlamadığı fiziğe şarlatanlıkla yaklaşıyordu. Lenard ve Stark o günlerde toplumsal yaşamın her alanındaki bütün kifayetsiz muhterisler gibi Hitler destekçisi oldular ve ‘akademideki rakiplerini’ devlet gücünü kullanarak alt etmeye çalıştılar.

Bruce Hillman’ın ‘The Man Who Stalked Einsteinadlı kitabı, Leonard’ın Einstein’a dinmek bilmeyen kör öfkesinin etkileyici bir öyküsü. Hitler’in kendisini ulusun Führer’i ilan ettiği 1933 yılının başlarında, Humboldt Meydanına yığılarak yakılan ‘Alman ruhunun düşmanı‘ binlerce kitabın arasında Einstein’in eserleri de vardı. Lenard, yanan kitapların yaydığı ışıkta, ‘Yahudilerin göreceliliği nihayet bu gece yok oldu’ diye düşünerek böbürleniyordu. Einstein ise o yılın başında yerleştiği New Jersey, Princeton’daki evinden geride bıraktığı ülkesindeki karanlık yangına dehşete tanıklık ediyordu.

Lenard ve Johannes Stark, 1933’te Führer rejiminin ‘devlette temizlik’ gerekçesiyle çıkardığı Kamu Hizmetlerinde Restorasyon Yasasına dayanarak, Alman üniversitelerini ‘Yahudi etkisinden temizlediler’ ve müthiş bir akademik kıyıma öncülük ettiler. 1145 akademisyen işten atıldı. Bunlardan 11’i Nobel ödülü sahibiydi. Ülkede fizik eğitimi müthiş bir gerilemeye girdi çünkü açıkça Nazi doktrini ile çok da uyuşan bir bilim dalı değildi. 1934’te üniversiteler Eğitim Bakanlığına bağlandılar. ‘Deutsche Physik’ şövalyeleri, yani ‘yerli ve milli’ fizikçiler, devletin resmi bilimsel tezlerini reddeden bütün Yahudi olmayan bilim insanlarını da üniversitelerden uzaklaştırıyordu. Üniversiteler artık Lenard gibi Aryan diyalektiğe adanmış sözde akademisyenlerle doluydu. İronik olarak, Nazi Almanyasının ‘nükleer silah’ geliştirememesinin de en önemli nedeni bu oldu.

Bilim insanları kutsal inek değil. Bilim insanı olmak, sürekli bilimsel bir tavır içinde olmak anlamına da gelmiyor. Onlardan da da tıpkı politikacılar gibi gücün, şöhretin veya paranın büyüsüne yelken açan çok oluyor. Lenard, savrulduğu ‘führercilik’te ve ırkçılıkta sadece Einstein ile değil herkesle uğraşmaya başlayacaktı. En çarpıcı hedeflerinden biri ise Wilhelm Roentgen’di. Röntgen ışınını (x-ray) keşfiyle tarihteki ilk Nobel fizik ödülünün de sahibi olan Roentgen, saf Almandı ve Yahudi değildi. Ama buna rağmen Lenard’ın hedefi olmaktan kurtulamadı. Lenard, tarihe ‘x-ray’in gerçek babası olarak geçmek istiyordu. Röntgen cihazının bazı aparatlarını geliştirdiği için buna hakkı olduğuna inanıyordu. Bunun için de Röntgen’i itibarsızlaştırması gerektiğini düşündü. Ve oldukça çocukça ve başarısız bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütmekten çekinmedi.

Devletin biyolojisi

Yaşamın her alanını ‘partinin ve devletin’ içine alıp itaatkar yapma saplantısının tek örneği Nazi rejimi değil. Ülkenin tek adamın veya tek partinin diktatörlüğüne sokulduğu bütün totaliter rejimlerde bu eğilim güçlüdür. Örneğin matematiğe, burjuvalara hizmet eden bir bilim olduğu gerekçesiyle karşı çıkan rejimler de oldu. Nazi rejimindeki ‘aryan bilim’in Sovyetlerdeki karşılığı ‘proleteryan bilim’di. Her ikisinin de ortak yanı ‘milli bilimin’, ‘gerçek bilim’ olduğuydu. Gerçek bilim ise partinin ve devletin amaçlarına hizmet eden bilimdi.

Bunun çarpıcı örneklerinden biri de Lısenkoizm diye anılan politik-bilimsel kampanyadır. Sovyetler Birliğinde Trofim Lısenko adlı bir biyolog, 1935 – 1965 yılları arasında ülkenin bütün biyoloji araştırmalarında tek söz sahibi oldu. Çünkü o Stalin’i destekliyordu Stalin de onu… Lısenko, modern genetiğin bütün bilgilerini reddetmesiyle ünlüydü. Sonuçta, biyoloji biliminde yeni gelişmeleri dikkate alan 3000’den fazla biyolog ya işten atıldı veya hapishanelere ve çalışma kamplarına sürüldü. Lısenko’nun bilimsel görüşlerini reddeden Tarım Akademisi başkanı hapse atıldı ve hapisteyken öldü. Nöropsikoloji, hücre biyolojisi gibi alanlarda birçok biyolojik çalışma yasaklandı veya oldukça olumsuz etkilendi bu dönemde. Bugün bilimsel literatürde, sosyo-politik amaçlarla bilimsel çalışmaların manipüle edilmesi veya doğrudan engellenmesi çabalarına ‘lısenkoizm’ de denmesinin nedeni budur.

Faşist rejimde, ülkenin biricik lideri veya biricik partisi, herşeyin en doğrusunu, en iyisini zaten bilen olduğu için, entelektüel itirazlar, bağımsız akademik araştırmalar birer fitnecilik, dış mihrakların bir oyunu veya en iyimser yaklaşımla ‘beyhude iş‘ olarak görülür. ‘Reductio ad absurdum (abes olana irca)’ diye anılan mantık yöntemiyle, resmi görüşten en basit farklılıkların bile ‘gayrimillilik’, ‘vatan hainliği’, ‘yerlilik’ gibi sınırları son derece belirsiz iddialarla kolayca sözde çürütüldüğü hastalıklı bir kültür hakim olur. Totaliter rejimlerde, normal bir ülkede en akla gelmeyecek şeylerin, örneğin matematiğin, fiziğin, biyolojinin bile bir ‘milli’sinin olmasının nedeni budur. Totaliter rejimleri günün sonunda birer ‘milli kifayetsizlik‘ yapan da budur…

Militarist bir nasyonalist olan Lenard, bugün artık Nobel ödülünün, bir kişide bilgelik ve hümanizmin varlığının garantisi olmayacağının en seçkin örneği olarak anılıyor. Dahası, Nobel ödülünün, bazen de kifayetsizliği tetikleyebileceğinin de… Tarihe berbat bir karikatür olarak geçti. O gün devlet gücüyle atan, tutan, asan, kesen herkes bugün Almanlar için bile birer utanç abidesi. Kimse isimlerini bile hatırlamak istemiyor.

Pasifist bir enternasyonalist olan Einstein ise teorilerinin doğruluğunun deneysel fizik alanında da tespit edilmesiyle 100 yıl sonra bile, bazı teorilerine itiraz eden bilim insanları da dahil, saygınlığında bütün kürenin ittifak ettiği nadir isimlerden biri. Teorileri, insanlığın evreni anlama çabasında hala en ufuk açıcı ve işlevsel bilgiler arasında…

Faşizan ‘millilik’, ‘yerlilik’ iddiaları, ister bilimde, ister akademide, ister sanatta, ister politikada olsun, kifayetsiz muhterislerin son sığınağıdır.

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz