CEMAL TUNÇDEMİR
24 Şubat 2016
Alman deneysel fizikçi Philipp von Lenard, bilimsel çalışmalarını dört ciltlik ‘Alman Fiziği (Deutsche Physik)’ adlı eserinde toplamıştı. Kitabın adından da tahmin edeceğiniz üzere Nazi Almanyasıydı bu.
Lenard, otoriter rejimlerin kadrosunu oluşturan türden kifayetsiz bir Nazi heveslisi değildi. 1905’te Nobel fizik ödülünü kazanmış önemli bir bilimciydi. Einstein’in dediği gibi ‘deneysel fizikte bir ustaydı’. Ama, entelektüel açıdan oldukça sığ bir insandı. Dahası duygusal yeteneği ve hayal gücü de gelişmemişti. Sürü üyeliği için ideal özelliklere sahipti. Nasyonal Sosyalist Partiye katıldığı 1924’ten itibaren Nazizmin aktif bir neferi oldu.
Einstein’in görecililik kuramını ve kuantum mekaniğini, “Nordik fiziğe bir Yahudi saldırısı” olarak gören ‘Aryan Fiziği’ akımının en önemli temsilcisi oldu. Lenard, Einstein’in bilimsel teorilerine “Yahudi sahtekarlığı” diyordu. Hitler’in dikkatini çekmesi ve danışmanı olarak atanması uzun sürmedi.
“Alman Fiziği” anlayışının bir diğer öncüsü de bir başka Nobel Ödüllü (1919) fizikçi Johannes Stark’tı. O da ‘Yahudi fiziği’ şeklinde andığı teorik fizik ve kuantum fiziği çalışmalarına karşı milli savaş ilan etmişti. Stark’ın da en önemli hedefi Albert Einstein‘dı. Bir diğer hedefi ise kuantum fiziğin önemli ismi Werner Heisenberg’ti. Yalnız bu noktada Stark’ın beyaz ırkçısı ezberini zorlayan bir sorun vardı. Heisenberg, Yahudi değildi.
Stark, 1937 yılında SS gazetesi Das Schwarze Korps’ta yazdığı bir makalede sertçe eleştirdiği Heisenberg’e ‘beyaz Yahudi’ lakabı taktı. Antisemitizm üzerine kurulu zihinsel algı dünyasına uymayan durumu bu niteleme ile aşmaya çalıştı. Lenard’ın bu yaftasından sonra Heisenberg, Münih Üniversitesindeki işini kaybetti. Sadece bir diktatörlükte işe yarayacak bir tesadüf, Heisenberg’i politik mahkuma dönüşmekten kurtardı. Annesi, SS’lerin lideri Heinrich Himmler’in annesi ile arkadaştı. Himmler, Heisenberg’ın hapse girmesinin önündeki engel oldu.
Stark, 21 Ağustos 1934 günü Nobel ödüllü(1914) bir başka Alman fizikçisi Max von Laue’ye yolladığı mektupta, “Ya partinin saflarına gelirsin ya da sonuçlarına katlanırsın” tehdidinde bulunacaktı. Mektubunu, ‘Heil Hitler’ selamıyla bitirmişti. Von Laue, üniversitedeki işini kaybetme pahasına parti ile aynı safa gelmeyi reddeden bilim insanlarından biri oldu.
Akademinin, devlet gücü ve Nazizm karşısında hizaya girdiği kapkaranlık bir iklim yaşanıyordu. 1931 yılında ‘devletin’ isteği üzerine yüzlerce bilim insanı ve felsefeci Einstein’in bilimsel anlayışını ve çalışmalarını kınayan ortak bir ortak metin yayınladığında, bütün Almanya’da Einstein’a destek sadece Von Laue ve Walther Nernst‘ten gelecekti.
Von Laue, Lenard ile bir tartışmasında, Einstein’a yapılanları ‘beni öldürseniz de dünya dönmeye devam edecek’ diyen Galileo’ya yapılanlara benzetecek ve ‘günün sonunda Einstein’in teorileri ayakta kalacak, Aryan fiziği değil‘ diyecekti. Von Laue, aynı dönemde Nazileri desteklemese de sessiz kalmayı tercih eden Max Planck’ın aksine Nazi demagoglarına karşı açık bir cesaret sergiledi. Sokağa her çıktığında sürekli koltuklarının altında bolca paketle dolaşmasının nedeninin, hiçbir zaman kolu kaldırarak ‘Heil Hitler’ selamı vermek zorunda kalmamak için olduğu anlatılır.
Stark da tıpkı Lenard gibi 1934 tarihli ‘Nasyonal Sosyalizm ve Bilim’ adlı kitabında, teorik fiziğin ve atom fiziğinin ‘Yahudi oyunu’ olduğunu savunacaktı. Ona göre Almanya’daki bütün akademik unvan ve makamlara sadece yerli ve milli olanlar gelmeliydi. Bir bilim insanının asıl görevi devletine hizmet etmekti. Stark’a göre devlete hizmet ile partiye hizmet aynı şeydi. Etnik olarak Alman olsan bile Nazizme hizmet etmiyorsan vatana ve devlete ihanet içindesin zaten. Fizik alanında Nobel ödülü sahibi Stark, bilim ve fizik alanında eser üretmek yerine sonraki yıllarını, “Hitler: Kişiliği ve Amaçları”, “Hitler Ruhu ve Bilim” gibi şarlatanlık ürünü kitaplar yazarak geçirecekti.
‘Yalanların büyük ustası’ Joseph Goebbels‘in başında olduğu Kamuoyunu Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı’nın da isteği ile Stark 1934 yazında, o güne kadar Nobel ödülü kazanmış 11 Alman bilimciyi şu ortak bildiriyi imzalamaya davet edecekti:
”Biz Alman bilim insanları Adolf Hitler’i Alman halkının lideri ve müdafii olarak tanıyor takdir ediyoruz. Onun yüksek desteği ve teşviklerinin gölgesinde bilimsel çalışmalarımız Alman halkına hizmet edecek ve dünyada Alman varlığını ve özgüvenini yükseltecek.”
Hiçbiri bu yarı dini metni imzalamayı kabul etmeyecekti.
Kifayetsizliğin fiziği
Stark’ın aksine Philipp von Lenard, Einstein’in her zaman düşmanı değildi aslında. Geçmişte ikili arasında birbirlerine övgüler dizdikleri mektuplaşmalar bile olmuştu. Lenard, sonraki yıllarda Einstein’in çalışmalarını ‘fiziğin aşırı matematikleştirilmesi ve aşırı teorikleştirilmesi’ olarak görmeye başlayacaktı. Ne var ki bunun da ayrı bir bilimsel yaklaşım olabileceğini kabullenmek istemedi. 1920 Eylül ayında, Bad Nauheim’deki Alman Bilim İnsanları ve Fizikçileri Cemiyetinin yıllık toplantısında rölativite hakkındaki sert tartışmalarıyla iki arkadaşın bağları tamamen koptu.
Lenard ve Stark gibi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Nobel fizik ödülü almış geleneksel fizikçiler, modern fizikteki baş döndürücü gelişmeleri takip edemeyince, fizik alanındaki yeni tartışmaların oldukça gerisinde kaldılar. Hasetlerinin ve egolarının baskısı onları bilim ve akademi dışı dayanaklar aramaya sevk etti.
O günlerde Almanya’ya sinen paranoyak, ırkçı, histerik hamaset ikliminin de sunduğu fırsatla en kolay yola saptılar: Deneysel fiziği vatan-millet meselesi yapıp, bunun dışına çıkan bilimcileri vatana ve millete ihanetle suçlama kepazeliğine…
Lenard, teorik fizikçileri, o günlerde sanatta yükselen kübizm akımının temsilcilerine benzetecekti. “Düzgün resim çizebilme yeteneğinden yoksun olduğu için şarlatanlık sergileyen Picasso gibi Einstein de anlamadığı fiziğe şarlatanlıkla yaklaşıyordu”.
Lenard ve Stark o günlerde spordan sanata, iş dünyasından politikaya toplumsal yaşamın her alanındaki bütün kifayetsiz muhterisler gibi Hitler destekçisi oldular ve mertçe geçemedikleri ‘rakiplerini’ tek ölçüsü lidere ve partiye sadakat gösterisi olan devlet gücünü arkalarına alarak alt etmeye çalıştılar.
Bruce Hillman’ın ‘The Man Who Stalked Einstein’ adlı kitabı, Leonard’ın Einstein’a dinmek bilmeyen kör öfkesinin etkileyici bir öyküsü. Hitler’in kendisini ulusun Führer’i ilan ettiği 1933 yılının başlarında, Humboldt Meydanına yığılarak yakılan ‘Alman milli ruhunun düşmanı‘ binlerce kitabın arasında Einstein’in kitap ve makaleleri de vardı. Lenard, yanan kitapların yaydığı ışıkta, ‘Yahudilerin göreceliliği nihayet bu gece yok oldu’ diye söylenerek böbürleniyordu. Einstein ise o yılın başında yerleştiği ABD’nin New Jersey eyaleti Princeton Üniversitesindeki terk etmek zorunda bırakıldığı ülkesindeki karanlık saçan yangına dehşete tanıklık ediyordu.
Philipp von Lenard ve Johannes Stark, 1933’te Führer rejiminin ‘devlette temizlik’ gerekçesiyle çıkardığı Kamu Hizmetlerinde Restorasyon Yasasına dayanarak, Alman üniversitelerini yerli milli kadrolardan oluşturma iddiasıyla müthiş bir akademik kıyıma öncülük ettiler. 1145 akademisyen işten atıldı. Bunlardan 11’i Nobel ödülü sahibiydi.
Ülkede fizik eğitimi müthiş bir gerilemeye girdi çünkü fizik, geldiği noktada artık Nazi doktrini ile çok da uyuşan bir bilim dalı değildi. Üniversiteleri evrensel anlamda akademik kurum olmaktan çıkarma süreci, 1934’te üniversitelerin, tıpkı liseler gibi Eğitim Bakanlığına bağlanmasıyla zirveye ulaştı. ‘Deutsche Physik’ şövalyeleri, yani ‘yerli ve milli’ fizikçiler, bir süre sonra, Nazizmin tezlerini reddeden Alman kökenli bilim insanlarını da üniversitelerden uzaklaştırmaya başladı. Üniversiteler artık Lenard gibi Aryan diyalektiğe adanmış sözde akademisyenlerle doluydu. İroni olarak, Nazi Almanyasının ‘nükleer silah’ geliştirmeyi başaramasının da en önemli nedeni bu akademik kıyım olacaktı
Bilim insanları tapılacak kutsal inek değil. Yani herhangi bir bilimsel konuda uzman olmak, her alanda bilimsel bir tavır içinde olmak anlamına gelmiyor. Bir ülkede hukuk yerine mafyatik talimat rejimi kurulduğunda, karakteri zayıf akademisyenlerde de tıpkı tüccarlar, politikacılar, sanatçı bozmaları gibi yağma düzenine katılma kültürü yükseliyor. Nitekim Nobel ödüllü fizikçi Lenard da savrulduğu ‘führercilik’ ve ırkçılıkta sadece Einstein’ı sıfırlama çabasıyla kalamayacaktı. O da sahip olabileceği her şeye sahip olma azgınlığına kapılacaktı. En çarpıcı hedeflerinden biri de Wilhelm Roentgen’di.
Röntgen ışınını (x-ray) keşfiyle tarihteki ilk Nobel fizik ödülünün de sahibi olan Roentgen, etnik köken olarak da Almandı. Buna rağmen Lenard’ın hedefi olmaktan kurtulamadı. Çünkü Lenard, tarihe “X-Ray’in gerçek babası” olarak geçmek istiyordu. Röntgen cihazının bazı aparatlarını geliştirdiği için bunun kendisinin hakkı olduğuna inanıyordu. Bunun için de Röntgen’i itibarsızlaştırması gerekiyordu. Ve oldukça çocukça ve başarısız bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütmekten çekinmeyecekti.
Devletin biyolojisi
Yaşamın her alanını ‘partinin ve devletin’ içine alıp itaatkar yapma saplantısının tek örneği Nazi rejimi değil. Ülkenin tek adamın veya tek partinin diktatörlüğüne sokulduğu bütün totaliter rejimlerde bu eğilim güçlüdür. Örneğin matematiğe, burjuvalara hizmet eden bir bilim olduğu gerekçesiyle karşı çıkan rejimler de oldu. Nazi rejiminin ‘aryan bilim’ şeklinde adlandırdığı yerli milli bilimin Sovyetlerdeki karşılığı ‘proleteryan bilim’di. Her ikisinin de ortak yanı sadece partinin ve devletin amaçlarına hizmet eden bilimin gerçek bilim olduğuna kör inançlarıydı.
Bunun çarpıcı örneklerinden biri de Lısenkoizm diye anılan politik-bilimsel kampanyadır. Sovyetler Birliğinde Trofim Lısenko adlı biyolog, 1935 – 1965 yılları arasında ülkenin bütün biyoloji araştırmalarında tek söz sahibi oldu. Çünkü Stalin’e kör bir sadakati vardı. Stalin de bu sadakati ödüllendirdi…
Lısenko, modern genetiğin bütün bilgilerini reddetmesiyle ünlüydü. Sonuçta, biyoloji biliminde yeni gelişmeleri dikkate alan 3000’den fazla biyolog ya işten atıldı veya hapishanelere ve çalışma kamplarına sürüldü. Lısenko’nun bilimsel görüşlerini reddeden Tarım Akademisi başkanı hapse atıldı ve hapisteyken öldü. Nöropsikoloji, hücre biyolojisi gibi alanlarda birçok biyolojik çalışma yasaklandı bu dönemde. Bugün bilimsel literatürde, sosyo-politik amaçlarla bilimsel çalışmaların manipüle edilmesi veya doğrudan engellenmesi çabalarına ‘lısenkoizm’ de denmesinin nedeni budur.
Faşist rejimde, ülkenin biricik lideri veya biricik partisi, herşeyin en doğrusunu, en iyisini zaten bilen olduğu için, entelektüel itirazlar, bağımsız akademik araştırmalar birer fitne, dış mihrak oyunu veya en iyimser yaklaşımla ‘beyhude iş‘ olarak görülür. ‘Reductio ad absurdum (abes olana irca)’ diye anılan mantık yöntemiyle, resmi görüşten en basit farklılıkların bile ‘gayrimillilik’, ‘vatan hainliği’, ‘yerlilik’ gibi sınırları son derece belirsiz iddialarla kolayca sözde çürütüldüğü hastalıklı bir kültür hakim olur. Totaliter rejimlerde, normal bir ülkede en akla gelmeyecek şeylerin, örneğin matematiğin, fiziğin, biyolojinin bile bir ‘milli’sinin olmasının nedeni budur. Totaliter rejimleri günün sonunda birer ‘milli kifayetsizliğe‘ dönüştüren budur.
Militarist bir nasyonalist olan Lenard, bugün artık Nobel ödülü kazanmanın, bir kişide bilgeliğin ve evrensel hümanizmin varlığının garantisi olmayacağının en seçkin örneği olarak anılıyor. Dahası, Nobel ödülünün, bazen de kifayetsizliği tetikleyebileceğinin de… Tarihe berbat bir karikatür olarak geçti. Nazi iktidarında devlet gücüyle atan, tutan, asan, kesen herkes bugün Almanlar için bile birer utanç abidesi. Kimse isimlerini bile hatırlamak istemiyor.
Pasifist bir enternasyonalist olan Einstein ise teorilerinin doğruluğunun deneysel fizik alanında da tespit edilmesi veya yanlışlanan teorilerinin bile birçok yeni bilimsel anlayışa kapı aralamasıyla saygınlığında bütün kürenin ittifak ettiği nadir isimlerden biri. Teorileri, insanlığın evreni anlama çabasında hala en ufuk açıcı ve işlevsel bilgiler arasında…
Faşizan ‘millilik’, ‘yerlilik’ iddiaları, ister bilimde, ister akademide, ister sanatta, ister politikada olsun, kifayetsiz muhterislerin son sığınağıdır.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz