Skip to content
Menu

Yalanların büyük ustası: Goebbels

Hitler_Goebbels
Hitler ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels

CEMAL TUNÇDEMİR

1 Aralık 2014

Ondan, ‘’ergen bir gencin duygusal dünyasının yüksek entelektüel bir cila ile kaplanmış hali’’ diye söz edilmişti bir defasında… Sağ ayağı sol ayağından 3,5 santimetre kısaydı. Topallayarak yürüyebiliyordu. Vücuduna göre orantısız büyüklükte bir kafa, ufak tefek ve oldukça kırılgan bir bünyesi vardı. Gözle görünür hiçbir karizması yoktu. Sürekli başkalarının açıklarına odaklanan ve laf taşıyan fesatçı karekteteri nedeniyle gençliğinden itibaren hiç sevilmedi. Bununla beraber, kitle psikolojisi konusunda yeni fikir üretmede tükenmez bir hırsa ve yeteneğe sahipti. Ve bu yeteneğinin, onu, o günlerde adım adım diktatörlüğe yürüyen ve yürüyüşünü belli bir noktaya götürünceye kadar halka ihtiyacı olan hamasi bir politikacı ile yollarını kesiştirmesi uzun sürmedi.

Kavgam’ kitabını nihayet yazmayı bitirip yeniden partisinin teşkilat sorunlarına eğilmeye başlayan Adolf Hitler, 1926 yılı Nisan ayında Münih’te eski gazeteci Joseph Goebbels ile oturup başbaşa saatlerce sohbet ettiğinde aradığını bulmuştu… Alman halkına, kendilerini nihayetinde büyük bir felakete sürükleyecek çılgınlığı, coşkuyla alkışlatıp desteklettirecek propaganda dehasını…

Bir muhasebecinin oğlu olarak 29 Ekim 1897’de Mönchengladbach’ta doğan Goebbels, dindar Katolik bir ailede büyüdü. Ailesi din adamı olmasını istiyordu ama o yazar olmak istiyordu. Felsefe ve edebiyat eğitimi aldı, 19’ncu yüzyıl romantik piyesleri alanında doktorasını 1921’de tamamladı. Ancak yazar olma arzusu asla gerçekleşmedi. Başvurduğu bütün yayınevlerinden red cevabı aldı. Bir süre gazetecilik yaptı. Bu sırada yarı otobiyografik bir roman ile bazı piyesler ve romantik şiirler yazdı. Bunlarda, beğenmediği fiziksel özelliklerinin kişiliğindeki psikolojik tahribatını yansıttı daha çok. Çünkü, “topaldı, gözleri kahverengiydi, saçı siyahtı, boyu da sadece 1,60 metreydi.” Yani inandığı Aryan ırkının özelliklerini taşımaktan çok uzaktı. Yazdıkları ilgi görmedi. Aşırı süslü ve ağdalı üslubu, edebiyat yerine politik retorikte kendine yer buldu.

1920’lerin başında nasyonal sosyalist ideolojiye bağlanmaya başladığında, bir çelişkiyle yüzyüze gelmişti. Alman aşırı sağının kültürü şiddete eğilimliydi ve entelektüel kültürden nefret ediyordu. Bu, üniversite mezunu, okumaya düşkün ve fiziksel olarak şiddet üretmeye engelli bir vücuda sahip Goebbels için bir sorundu. Alman tarihçi Joachim Fest, şöyle yazıyor:

Bu durum Goebbels’in entelektüellerden nefretinin ana kaynağı oldu. Bu aynı zamanda bir öz-nefretin ifadesiydi. Kendinden nefret ediyordu. Kitleler tarafından bir ‘burjuva entelektüeli’ olarak damgalanmak korkusu sürekli bir işkenceye dönüşmüştü. Bu yüzden de entelektüellere karşı en yüksek perdeden muhalefeti o sergiliyordu.

Uzun süre sempatizanı olduğu Nazi Partisine 27 yaşındayken 1924 yılında resmen katıldığında, parti içinde ‘nasyonal sosyalizmin hangi kanadı daha öncelikli?’ tartışması vardı. Goebbels de, ‘’önce nasyonalist miyiz, yoksa önce sosyalist mi?’’ sorusunu soranlardan biriydi. Partinin girdiği yolda anlamsız bir soru olduğunu çok geçmeden farkedecekti.

1926 Nisan ayında Hitler ile başbaşa görüşmesinden sonra Hitler’e bütün sadakatiyle bağlandı. Hitler, aynı yılın sonbaharında Goebbels’i terfi ettirdi ve ondan solcuların kalesi kızıl Berlin’e giderek orada Nazi teşkilatını kurmasını istedi. Goebbels, Berlin’de, propaganda yeteneğini ilk defa sergileme imkanı buldu.

Berlin, Goebbels’in aynı zamanda ‘şiddeti’ keşfettiği ve ondan zevk aldığını farkettiği yer oldu. Emrindeki Nazi SA üyesi gençleri, sosyal demokratların üzerine salıyor, sokaklardan, barlardan, sosyal mekanlardan sosyalistleri ‘püskürtüyordu’.

Tarih sokaklarda yapılmıştır’ diyordu. Eski solcu arkadaşlarına ise, ‘Köpeklerinizi bağlayın, içimdeki şeytanı sokağa salarsam hiç biriniz durduramazsınız’ tehdidinde bulunuyordu. ‘Der Angriff (Atak)’ adlı Nazi propaganda bülteninin editörü olarak, Berlin’in en korkulan kışkırtıcısına dönüştü. “Propagandanın amacı sonucu elde etmektir. Mantıklı olmasına gerek yok. Kitleler nezdinde istenen sonuç alınmışsa o propaganda başarılıdır” diye yazacaktı.

Berlin’de ortaya çıkan bir yeteneği de hitabetiydi. Bu yeteneğiyle kısa sürede Nazi partisinin Hitler’den sonraki ikinci hatibi olacaktı.

Hitler de, kitle psikolojisini çok iyi hissedebilme potansiyeline ve bu hislere uygun hitabeti sergileyebilme yeteneğine sahipti. Bazı tarihçiler buna, ‘kitleleri hipnotize edebilme gücü‘ diyor. ‘Hitler Gençliği’ grubunun eski bir üyesi olan Alfons Heck, Hitler’in kitlesel konuşmalarındaki psikolojilerini şu şekilde anlatıyor:

Histeri sınırında dolaşan bir milli gurur patlaması yaşıyorduk. Konuşma bittikten sonra gözümüzden yaşlar akarken dakikalarca ciğerimizi yırtarcasına Sieg Heil, Sieg Heil, Sieg Heil (Yaşasın liderimiz)! diye bağırıyorduk. O andan itibaren ruhum ve bedenim artık Hitler’e aitti…

Goebbels ise Hitler’den farklı olarak, konuşmalarının, samimi düşüncelerden çok propaganda amaçlı olduğunu açıktan kabul ediyordu. Alman yığınların, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, özgüvensizlik ve sınıfsal hased gibi  en ilkel içgüdülerine hitap ediyordu. “Alman halkının iradesini, bir piyano çalar gibi yönlendirip, onları gitmelerini istediğimiz her yere götürebilirim” diyordu. Kiteleri bir cezbe haline sokup saatlerce ayakta kendisini dinleyebilir yapıyor, onlara marşlar söyletip, kollarını kaldırtıp kitlesel yeminler yaptırıyordu. Ve bütün bunları o anın coşkusuyla spontane değil, kitle psikolojisi hesabıyla oldukça planlı yapıyordu.

İnsanların eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi fikrine sıcak bakmıyordu. İnsanları, belli politik amaçlar için psikolojik olarak sürekli hazır tutulması gereken araçlar olarak görüyordu. ‘Nasyonal sosyalizm benim dinimdir. Partim benim mabedimdir’ diye konuşacaktı bir defasında…

‘Almanya’nın efendileri artık biziz’

1928 yılında daha 31 yaşındayken Nazi partisini yöneten dar kadro arasına girmişti. Hitler, Goebbels’i 1930 yılında partinin propagandadan sorumlu yetkilisi yaptı. Bu da onu partinin ‘Völkischer Beobachter (Halkın Gözcüsü)’ adlı gazetesi başta olmak üzere bütün yayınlarının bir numaralı yetkilisi haline getirdi.

1930, 1932 ve 1933 seçimleri ile Hitler’in 1932 devlet başkanlığı seçiminin kampanyasını o yönetti. Bu seçimlerde bir propaganda ve organizasyon dehası sergiledi. Meşaleli yürüyüşler, bando takımları, kitlesel korolar gibi yeni teknikler özellikle, heyecan ve gurura aç taşralı Alman gençlerini partiye çekmekte önemli rol oynadı.

Sürekli yeni sloganlar üretiliyor, sinema ve radyo etkin şekilde kullanılıyordu. Nazilerin her seçimde oy oranını artırmasında Goebbels’in payı olduğu kabul ediliyor ve takdir ediliyordu. Ve nihayet, 30 Ocak 1933 günü Hitler, Almanya Başbakanı olunca, Goebbels de, kabinede ‘Kamuoyunu Bilgilendirme ve Propaganda Bakanı’ olarak yer aldı. Artık tek bir görevi vardı; “Bakanlığın bütün imkanlarıyla, başta sinema, radyo ve görsel sanatlar olmak üzere Alman kültürel ve entelektüel hayatının bütün unsurlarının Nazi kontrolüne girmesini sağlamak”. Aynı yılın 3 Mayıs’ında günlüğüne, ‘Almanya’nın efendileri artık biziz’ diye yazacaktı.

Nazi yandaşı aydınlara kesenin ağzı açıldı

O günlerde ‘Yeni Almanya’yı sembolize eden oldukça etkili bir eylemi de organize etti. 10 Mayıs 1933 günü, talimatlarıyla yönlendirdiği Nazi gençlerine, Alman halkının okumaması gerektiğine karar verdikleri 20 binden fazla kitabı, kütüphanelerden toplatarak Berlin’de Bebelplatz meydanında görkemli bir törenle yaktırdı. Goebbels kitap yakma töreninde, ‘solcular, liberaller, Alman olmayanlar ve Yahudiler tarafından yazılan bütün kitapları lanetlediğini” söyledi ve ‘Almanların ruhunu temizliyoruz’ diye konuştu. Batı kamuoyunun Nazi Partisinin tehdidini gerçek manasıyla hissetmeye başladığı tarih bu oldu. Ama işaretleri aslında birkaç yıldır geliyordu. Örneğin 5 Aralık 1930 günü Goebbels Nazi gençleriyle beraber, ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ filminin Berlin’deki açılış galasını basarak filmin gösterimini engellemişti. Kendilerine itiraz eden seyircileri de dövmüşlerdi. Gerekçe ise Nazilerin bu filmi ‘Almanlara uygun’ bulmamasıydı. Söz konusu film, Nazi iktidarında tamamen yasaklanacak filmler arasında yer alacaktı.

Propaganda Bakanlığın her geçen gün artan ağır baskıları karşısında bir çok sosyalist, liberal veya Yahudi kökenli, sanatçı, müzisyen, yazar ülkeden göç etmeye başladı. Yahudi olmayan ve dünyaca ünlü bazı sanatçılar, aydınlar 1930’ların ortalarına kadar pozisyonlarını koruyabildiler ancak sonrasında onlar da yerlerinden oldu. Onlar, Nazi iktidarının ilk günlerinde Nazi olmayan aydın ve sanatçılara yönelik baskıları, sivri çıkışlar yapanlara karşı ‘kişisel sebeplerle‘ yapılıyor görme yanılgısına düştüler. Propaganda Bakanlığı’nın konuya hiç de kişisel bakmadığını anladıkların da ise artık çok geçti.

Artık Almanya’da yayınlanan bütün ulusal ve yerel gazeteler, yayınevleri, tiyatrolar, yazılan romanlar, sahnelenen tiyatro oyunları, konserler, Propaganda Bakanlığı’nın tam denetimine bağlandı. Kısa sürede bütün bu kültürel ve entelektüel faaliyet dünyasına ‘otosansürü’ yerleştirmeyi başaran bakanlık asıl işine odaklandı: Ülkenin en çok satan iki gazetesi ile hızla büyüyen radyosunun kontrolüne.

1933 tarihli ‘Sekizinci Büyük Güç Olarak Radyo’ başlıklı konuşmasında Goebbels, ‘’Radyo olmasaydı biz iktidara gelemez ve iktidarı etkin şekilde kullanamazdık’’ diyecekti. Hitler’in Silahlanma Bakanı Albert Speer da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yargılandığı Nuremberg Mahkemesi’nde, ‘’radyo sayesinde 80 milyon kişinin özgürce düşünebilme imkanı elinden alındı’’ şeklinde konuşacaktı.

Nazi Partisinin iktidarı güçlendikçe, partinin ilgili birimlerine bağlı olmayan hiçbir yazar kitap yazamaz, hiçbir ressam sergi açamaz, hiçbir şarkıcı radyoya çıkamaz oldu. O birimlere bağlı olmak da kolay değildi. Bağlılığını sergileme ve ‘iyi davranışlar’da bulunmak şartı vardı. Bu da Goebbels’e ülkedeki aydınlardan rüşvet toplama imkanı verdi. Ayrıca, bakanlığına çok büyük bir bütçe tahsis edildi. Böylece, Nazi’lerden yana saf tutan aydın ve sanatçılara oldukça cazip maaşlar bağlanarak sadakatleri satın alındı. Nazilere sadık olmayı kabul eden sinema filmlerine, tiyatro oyunlarına, orkestralara önemli kaynak aktarımı yapıldı. Büyük Buhran’dan dolayı oldukça zor bir dönem geçiren bir çok sanatçı aydın için bu ‘cömert’ teklifleri reddetmek oldukça zordu.

Nazilerin en okumuş ve kültürlü yöneticilerinden biri olan Goebbels, bu sürecin, bütün Alman kültürünü, sığ bir propaganda faaliyetine indirgediğinin farkındaydı ve hedefi de buydu. Ona göre, sanatın ve propagandanın amacı tekti ve ortaktı: Alman halkını harekete geçirmek. Bununla beraber Goebbels, opera ve senfoniler gibi bazı üst kültür faaliyetlerinin devamına izin vermenin de, hem Nazilerin uluslararası prestiji hem de orta ve üst kentli sınıfın partiye toleransını sağlamak için önemli olduğunu düşünüyordu. Partisini de buna ikna etti. Hitler’in Wagner ve Alman klasik sanatına düşkünlüğü de bu konuda Goebbels’e destek vermesine yetti.

Narsistik kişiliğindeki tek açık Hitler’di. Hitler tarafından onaylanmak, tutulmak yaşam gayesi haline geldi. Hitler’in isteklerine her zaman itirazsız uydu. Modernist kültürü sevmesine rağmen Hitler sevmediği için modernist yaklaşımları düşünmeden engelledi ve geleneksel olanları öne çıkarmaya başladı. Müzisyen Paul Hindermith’in müziklerini yasaklamasının tek bir sebebi vardı. Hitler bu adamın müziklerinden hoşlanmıyordu. Yabancı filmler toptan yasaklanmadıysa, Hitler zaman zaman yabancı film izlemeyi sevdiği içindi.

Bunun yanı sıra sanatın ve kültürün tamamen Nazifikasyonunu da bir hata olarak görüyor ve halka bazı kültürel tüketim alanları açılmasını da yararlı bir taktik olduğuna inanıyordu. Film şirketlerinin, hafif romantik veya komedi filmler yapmalarına bunun için izin verdi. Halk bunları izlemek için sinema salonlarını dolduruyor ancak filmlerle beraber Nazi propagandası da yapılıyordu. Böylece propagandanın ulaşmadığı kimse kalmaması için uğraşılıyordu. Taşradaki halkın da radyo propagandalarına hedef olabilmesi için ucuz radyolar üretildi. En küçük yerleşim birimlerine kadar giden gezici sinemalar kuruldu. Kültürün kitleselleşmesi ve herkese ulaşması, kültürel imkanlardan mahrum sıradan halkla Nazi rejimini de bütünleştiriyordu.

Nazi liderleri Almanya’nın en zenginleri haline geldi

Kontrolsüz güç, NAZİ iktidarındaki herkes gibi Goebbels’i de yozlaştırmıştı. Sanat, medya ve kültür hayatı üzerindeki büyük kontrol gücü bu kesimlerden bir çok kadınla ilişki yaşamasına yol açıyordu. Kadın düşkünlüğü 1930’lu yılların sonuna doğru Hitler ile arasını bozabilecek düzeye varmıştı. SS Birliğinin gençlik kolu olan ‘Hitler Gençliği’ biriminin başkanı Artur Axmann, teşkilatlardan bulduğu genç kızları Goebbels’e sunarak gözüne girmiş ve yakını olmuştu. 1938 yılında Goebbels de diğer bütün Nazi liderleri gibi ülkenin zenginleri arasına girmişti. Ve yine diğer bütün Nazi liderleri gibi bu kişisel zenginliğinin, Hitler’in onların yolsuzluklarına müsamaha edip görmezden geldiği sürece devam edebileceğinin farkındaydı.

Nazi Partisi’nden ilk seçimi kazandığı 1928’de Goebbels aylık 750 Mark’lık maaşa sahipti. 1936’da sadece kendi gazetesi ‘Atak’a yazdığı yazılar için yıllık 300,000 Mark maaş alıyordu. Bakanlık maaşı ve diğer resmi veya kayıt dışı gelirleri hariç… Aslında yazı karşılığı aldığı 300,000 mark’lık maaş, gazetenin mevcut yayıncısı Max Amann’ın bir tür rüşvetiydi. Gazetecilik dışında birçok iş yapan Amann’a bu rüşvetlerin karşılığı olarak çok büyük vergi muafiyeti sağlanıyordu.

Almanya İkinci Dünya savaşına girerken, Goebbels, Hitler’e en yakın onunla en sık görüşen 5 Nazi yöneticisinden biriydi. Otoriter her rejimde, lidere kişisel ulaşma imkanı, güce ulaşma imkanıdır.

Çılgınlık derecesindeki nefreti ve keskin zekası, onun Nazi Partisinin en çılgın radikallerinin kanadında yer almasına yol açmıştı. İkinci Dünya Savaşı ilk başladığında Goebbels, ‘topyekün savaş’ yönünde kulis yaptı ama Hitler, bu görüşte değildi. Ancak hayal kırıklığı çok uzun sürmedi birkaç ay sonra Hitler onu çağırdı ve ‘Alman halkını topyekün savaşa hazırla’ talimatı verdi. Sonraki 4 ay Goebbels, tarihin gördüğü en kitlesel savaş kampanyalarından birini yürüttü. Ülkedeki her gazete, her radyo yayını her sosyal faaliyet, ‘milli fedakarlığa’ duyulan ihtiyacı yüceltme yönünde yayınlara sahne oldu.

Goebbels, Almanya’nın her yerine asılacak ‘Topyekün Savaş En Kısa Savaştır’ sloganını bu arada geliştirdi. Her türlü çılgınlığa hazır milli bir histeri oluşmuştu ve Goebbels bu sosyal psikolojide hayatının en mutlu günlerini yaşıyordu. Çünkü, bir kez daha Nazizim için kritik bir kavşakta Führer onu dinlemişti. 1932’de diğer Nazi liderlerinin aksine Hitler’i, von Hindenburg’a karşı cumhurbaşkanı adayı olmaya o ikna etmişti. Hitler seçimi kaybetmişti ama bu adaylık ona birkaç ay sonra Almanya’nın başbakanlığını getirmişti. Yıllar sonra Hitler bir kez daha Goebbels’i dinliyor ve topyekün savaşa karar veriyordu.

İstediği politik ortam nihayet doğmuştu. Ne uzlaşma arayışlarına ne ılımlılık gösterilerine ihtiyaçları yoktu artık. Goebbels hayatının en önemli miting konuşmalarından birini bu süreçte Berlin’de yaptı. ”Alman halkının savaş istemediği iftirasını yayan vatan hainleri olduğunu” belirtiyor, ”ama Alman halkının her zamankinden fazla bu savaşı istediğini” iddia ediyordu konuşmasında. ”Bu savaşa girmezsek, Almanya diye bir yer kalmaz” diye uyarıyordu. ‘Biz bu savaşı kaybedersek sadece biz değil bütün Hristiyan Batı uygarlığı yok olur’ diyordu. ‘Zafere, Führer’e, sadakate ve birliğe tarihte olmadığı kadar inanıyoruz’ diye ilan ediyordu. Konuşmasını bitirdiğinde salon, ‘İşte Ordu İşte Komutan’, ‘Führer emreder, biz yaparız’ sloganlarıyla inliyordu.

(Goebbels’in ünlü Topyekün Savaş konuşmasından bir bölüm)

Goebbels, savaş boyunca, yazıları ve konuşmalarıyla Almanları savaş psikolojisinde tutmaya devam etti. Savaşın felaketi, gerçekleri bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarıp hamasi romantik bulutları dağıttığında Alman halkı bir grup çılgının fantezilerine figüran olduğunu farketmeye başladı ama artık çok geçti. Hitler’in 30 Nisan 1945 günü intihar etmeden önce vasiyetini ve son talimatlarını vermek için yanına çağırdığı dört Nazi yöneticisinden biri de Goebbels’ti. Hitler onu başbakan olarak atamıştı. Aynı gün Hitler’in intihar ettiğini öğrendiğinde, ‘’Herşeyimizi kaybettik. Artık tek çıkış yolumuz var, o da Führer’in gittiği yol’’ diyecekti. Ertesi gün 1 Mayıs 1945’te dediğini yaptı ve Führerini izledi. SS diş hekimini ayarlayarak önce hepsinin ismi ‘H’ harfiyle başlayan 6 çocuğuna ayrı ayrı morfin enjekte ederek uyuşturdu. Sonra da her birinin ağzına bir ampul siyanür kırarak öldürdü. Daha sonra karısıyla beraber kendilerini öldürdüler.

Almanya’yı ve bütün bir kıtayı felakete sürükleyen, milyonların ölümünden sorumlu Nazizm’in Hitler’den sonra en bilinen figürü oldu bu gazeteci eskisi. Yalanların büyük ustası olarak anıyor onu bütün biyografileri… Dünyanın her yerinde kifayetsiz ama muhteris politikacıların propagandalarına rehber olan ‘’Yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur’’ sözünün sahibiydi. Bir halkın, inandığı yalan ne kadar büyükse, ödeyeceği bedelin de o derece büyük olacağının da örneği oldu…

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz