Summer is coming
CEMAL TUNÇDEMİR
22 Ağustos 2021
Yunan mitolojisinde tanrılar tanrısı Zeus ile ekin tanrıçası Demeter’in Persephone adındaki güzeller güzeli bir kızları vardır. Anne Demeter, takıntı düzeyinde bağlandığı kızını, talipli hiçbir tanrıya yar etmemeye kararlıdır. En inatçı talipli ise yeraltı tanrısı Hades’tir. Persephone, bir gün kız arkadaşlarıyla kırlarda çiçek toplarken, aniden yarılan yerden siyah atların çektiği arabasıyla Hades belirir. Persephone’yi kapar ve kapanmakta olan yerin altında gözden kaybolur.
Hades’in kızını kaçırdığını öğrenen ve Zeus’un da sessiz kaldığını gören Demeter, bu aşağılanmaya dayanamaz ve tanrıça görevlerinin hepsini ihmal etmeye başlar. Bereket kalkar, ekinler yeşermez olur. Büyük bir kıtlık baş gösterir. Tanrıça Demeter’in bunalımının maliyetinin büyük olacağını gören Zeus, Demeter’e, Hades’in kızını, rızasına aykırı olarak alıkoyduğunu ispatlaması haline kendisine iade edileceği sözü verir. Zeus’un Demeter ile bu anlaşmasını öğrenen Hades, Persephone’ye bir meyve yedirir. Bu bir tuzaktır. Çünkü kim Hades’in ölüler diyarında bir tat alırsa, o diyara alışır ve kolay kolay vazgeçemez.
Nitekim taraflar Zeus’un huzurunda bir araya getirilip de Persephone’ye nerede yaşamak istediği sorulduğunda, ‘kocamın yanında’ yanıtı verir. Demeter çok öfkelenir ve Hades’in, kızına tuzak kurduğunu söyler. Kavganın büyüyeceğini ve yer yüzünde tarım ve bereketin sona ereceğini gören Zeus bir orta yol bulur. Persephone, yılın yarısında ölüler diyarında kocasının yanında, diğer yarısında ise annesi Demeter’in yanında kalacaktır.
Yer altı dünyasının kraliçesi olan Persephone’nin yer altında, ölüler diyarında olduğu 6 ayda, anne Demeter, üzüntü ve hasret içinde olduğundan bereket ve ekin olmaz. İşte her yıl sonbahar ve kış mevsimleri bu ayrılık yüzünden oluşur. Persephone, annesinin yanına geldiğinde ise annenin yüzü gülmeye, çiçekler açmaya başlar. Bağlar bahçeler yeşerir ve nihayet tarlalar ekin verir. İlkbahar ve yaz mevsimleri de bu kavuşma nedeniyle oluşur.
Antik Yunan mitolojisi, mevsimlerin oluşmasını ve doğal yaşamdaki döngünün başlangıcını bu şekilde açıklar. Sonraki binlerce yılda insanlar, mevsimlerin, aslında dünyanın eksenindeki eğim hareketlerinden kaynaklandığını öğrense de, kışın, kısıtlı gıda, kasvetli izolasyon ve ölüm; yaz’ın da bereket, coşkulu birliktelik ve yaşam mevsimi olduğu algısı binlerce yıl hiç değişmedi.
19’ncu yüzyıl sonlarına kadar bile bir taşra ailesinin kış mevsimindeki yaşam kalitesi, bronz çağındaki ve hatta muhtemelen taş devrinin sonundaki bir ailenin yaşam kalitesinden çok ileri değildi.
Bir kış ülkesi olan Rusya’da, 19’ncu yüzyıla kadar kışı öven, kışta güzellik gören neredeyse tek bir edebi metinin bile olmaması bundan… İngiliz Tıp Bülteni’nin 1900 yılındaki bir dosyasında, Rusya’nın kuzeybatısındaki insanların hayatta kalabilmek için, yılın altı ayını yatakta geçirmelerine şöyle dikkat çekiliyordu: ‘’İlk kar yağdığında aile üyeleri evin ortasındaki ocağın etrafındaki yataklarına uzanıp, insan olarak varolmanın bütün problemleri ile bağlarını koparıp uyuyorlar. Gün içinde bir kez kalkıp, ekmek yiyorlar. Her gün sırayla biri ocaktaki ateşin sönmesine engel oluyor.’’
Bu tabii ki zoolojik anlamda ‘kış uykusu’ değildi. Eldeki kısıtlı imkanlarla iklime adaptasyon çabasının bir sonucuydu.
Aynı dönemde Alplerde yaşayanlar da hayatlarını, ‘’7 ay kış, 5 ay cehennem’’ sözüyle tasvir ediyordu. Beş ay boyunca durmaksızın, 7 ay sürecek kış boyunca hayatta kalmalarını sağlayacak tedariği hazırlamak zorundalardı. Sonra kışın ilk rüzgarları esmeye başladığında, inek ve domuz gibi sıcaklık üreten evcil hayvanlarıyla beraber yaşayacakları hanelerine kapanıyorlardı. Yani Avrupa’da da kışın en büyük aktivitesi, hareketsizlikti. Acıkmamak ve üşümemek için mümkün olduğunca yataklarından çıkmıyorlardı. Kesif dışkı kokusunu, vücut kokusunu, kötü yiyecek kokusunu, alışkanlıktan dolayı fark etmiyorlardı bile. Çoğu zaman yakacak odun da sınırlı olduğu için sürekli ateş de bir lükstü. Evlerin ısı yalıtımı yoktu. Dolayısıyla evin içinde de dışarıdaki gibi kalın koruyucu kıyafetler içinde kalmak gerekiyordu. Elektrik, televizyon, gazete, kitap yoktu. Görüş alanı dışındaki coğrafya hakkında, orada olan bitenler hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Karanlık, soğuk bir dünyada, aziz menkıbeleri, hayaletler, cinler, periler ile baş başaydılar.
Kış boyunca ölüm her zaman çok yakındaydı. Doğan insanların yüzde 50’si 10 yaşını göremeden ölüyordu. Ortalama yaşam süresi, 20’li yaşların başı ile maksimum 30’lu yaşların ortasıydı. 1820 yılında bile dünyada ölen insanların yaş ortalaması 26’ydı. Ölüm mevsimi de tabii ki çoğunlukla kıştı. Bu sürede ölenleri bile, damlarındaki karların içine geçici olarak gömüp, toprağı kazabilecekleri baharı bekliyorlardı.
Amerikalı fantastik roman yazarı George R. Martin’in, Taht Oyunları (Game of Thrones) adlı televizyon uyarlamasıyla bütün dünyada ünlenen Ateşin ve Buzun Şarkısı adlı destansı roman serisinde de, baş karakter olan kış, felaketin ve ölümün taşıyıcısı olarak gösteriliyor. Antik çağlarda Westeros adlı kurgusal bir kıtaya yayılmış yedi hanedanlığın, bütün kıtaya hükmeden tahtı ele geçirmek için yaptığı savaşların öyküsü, Kuzey Hanedanlığının lideri Eddard Stark’ın ‘winter is coming (Kış Geliyor)’ uyarısıyla başlıyor. Hanedanlığın mottosu da olacak ‘Kış Geliyor’ cümlesi, taht savaşlarını kim kazanırsa kazansın, yaklaşan beyaz ölüm karşısında hiçbir değeri olmayacağının temel vurgusuna dönüşüyor. Zira yaklaşan beyaz ölüm, Westeros’taki bütün dinsel, politik ve ekonomik mücadeleleri anlamsızlaştıracak ölçüde genel bir tehlike. Bütün insan ve hatta canlı varlığını tehdit ediyor.
Tarihin büyük bölümünde türümüz nüfusunun çok büyük bölümünü barındıran kuzey yarımküre 20-40 enlemleri arasındaki insanlar için kış, Westeros’u tehdit eden kıştan farklı değildi. Çileli bir sabırla, içinden geçmek zorunda oldukları ve nihayetine bahara sağ salim ereceklerinden emin olamadıkları bir korku tüneliydi.
Ancak kuzey yarımkürenin orta enlemlerinde yaşayanların kış algısında, 19’ncu yüzyılın ortalarından itibaren çok radikal bir değişim oldu. New Yorker dergisi yazarı Adam Gopnik, Kış Zihni Üzerine Beş Pencere adlı kitabında, kış algısındaki bu ani değişime farklı pencerelerden bakıyor. İlk kez 19’ncu yüzyılda kış üzerine klasik müzik besteleri yapılmaya, şiirler ve güzellemeler yazılmaya başlandı. Kış, zihinlerde, hayatta kalınması gereken bir meşakkat ve yoksunluk zamanından, bir temaşa ve ilham vaktine evrildi. ‘’Son iki yüzyılda kışı, hayatta kalmamız gereken bir şey olmaktan, gözlemlediğimiz bir şeye; korktuğumuz bir şeyden, erdiğimiz bir şeye dönüştürdük’’ diye yazıyor.
Gopnik, Batı dünyasında kış algısının buzlarını ‘iki ejderha’nın, Fransız ve Sanayi devrimlerinin ağzından çıkan alevlerin erittiğini ifade ederken ekliyor: ‘’Büyümenin ve şüphenin çağı oldu bu. Avrupa ve Amerika’da ilk kez insanların çoğu, bütün tarihte olduğundan daha fazla ısınıyordu ve ilk kez tanrıya inananların sayısı azalıyordu’’.
Kömür kullanımının yaygınlaşması ile, ısınma, tekstil ve inşaat teknolojilerinin gelişmesi, türümüz için, tarihte ilk kez, kışı, kontrol edilebilir bir şeye dönüştürdü. Cam pencerelerin yaygınlaşması ise, kışı bir seyir güzelliği haline getiriyordu. 19’ncu yüzyıla sonlarına kadar, ekvatoral tropik coğrafyalara dönük olan keşif ve uygarlık taşıma ilgisinin, aniden kutuplara yönelmesi de tesadüf değildi. İnsanlık, soğuk diyarlara ilgi duyacak şekilde ısınmaya başlıyordu.
Kış olimpiyatları bile 19’ncu yüzyıldaki bu kış romantizminin meyvesi. Kışın, yaşam temposunu yavaşlattığı Kanada, İskandinav ülkeleri ve Rusya gibi kış coğrafyalarına paradoksal şekilde ‘hız’ getiren bir şey olduğu ve bu hızın bir keyif aracı olduğu fark edildi. Engebeli taşra yollarını yaz aylarında aşmak zorken, kışın nehirler, göller ve yollar donduğundan, kayarak veya kızakla kat be kat hızlı aşılabiliyordu. Bu coğrafyada, kışa karşı korunma artıkça, kayak ve kızak, birer eğlence aracı haline geldi. 1901 yılında ilki yapılacak sportif İskandinav Oyunları, 1924 yılında kış olimpiyat oyunlarına dönüşecekti. Yine Noel gibi kış ayinleri, ancak 19’ncu yüzyıldan itibaren ışıltılı ve coşkulu seküler kutlamalara dönüştü.
Endüstriyel gıda üretimi ve gelişen nakliye imkanları kentlere doluşan yığınlara, yazın tarımsal faaliyet yapmadan da kışın yiyecek bulma imkanı yaratıyordu. Yaz ayları, kuzey yarımkürenin orta enlemlerinde yaşayanlar için keyif, rahatlama ve eğlence ayları haline geldi. Bencileyin dijital çağa göçmen gelmiş kuşakların çocukluğumuza ve gençliğimize dair hatırladığımız güzel anılarımızın çok büyük çoğunluğunun yaz günlerine ait olması boşuna değil. Okullarda ve işyerlerinde en uzun tatiller bu mevsime denk getiriliyor, düğünler çoğunlukla bu mevsimde yapılıyordu. Kürenin en büyük iki spor organizasyonu, yaz olimpiyatları ve dünya Kupası bu mevsimdeydi. Müzik listeleri mevsimin ruhuna uygun ritimli yaz şarkılarıyla doluyor, gazeteler, dondurma yiyen çocuklar, plaj fotoğrafları, doğa sporları fotoğraflarıyla bezeniyordu.
Bütün bu süreçte favori mevsimi kış olanların sayısında ilk kez artış yaşanırken, yaz ise, ilk kez önyargı mağduru olmaya başlıyordu. Öyle ki yaz mevsimi, popüler kültürde yüzeysellikle eşdeğer bile görüldü. Yazın, aşkı da, arkadaşlığı da, komşuluğu da yüzeyseldi ve geçiciydi. Kış aşkı, kış komşusu, kış dostu sahici ve kalıcı olandı. Öyle ki yaz kentleri bile hak ettikleri saygıyı görmekte zorlandı. İngiliz yazar Janan Ganesh, diğer büyük metropoller kadar kompleks ve katmanlı olmasına rağmen Los Angeles’ın neden Amerikalı entelektüellerce hiçbir zaman gerçek bir şehir olarak görülmediğini sorguladığı bir yazısında, bunda, kentin yılın her mevsiminde güneşli olmasının da rol oynadığını savunuyor: ‘’Belli bir zihniyet için bu kadar elverişli iklim şartlarında yaşamak ciddiye alınır bir şey değil. Öyle görünüyor ki, gerçek bir şehir, yılın en az üçte birinde kış zahmeti yaşatmalı. Kapalı havalı kasvetli Melbourne’un ışıltılı Sydney’e karşı tavrında da bu kibrin izi var.’’
Bu üstenci bakışlar, yaz keyfimizi bozmaya yetmezdi tabii ki… Ancak yaz mevsimi keyfini dramatik şekilde yitirmeye başladığımız da bir gerçek. Son çeyrek yüzyılda yaz ayları, hemen her gün yeni bir iklim felaketi haberine uyandığımız bir mevsime dönüştü. Aşırı sıcak hava dalgaları, kuraklık, aşırı yağışlar, karasal iklim coğrafyalarında tropik fırtınalar, okyanuslarda görülmemiş sıklıkta ve büyüklükte kasırgalar, hortumlar, seller, heyelanlar ve orman yangınları… Yaz, artık bildiğimiz yaz değil. Küresel ısınmanın neden olduğu iklim değişimleri, yaz mevsimini, hızla, yaşamı tehdit eden bir mevsime dönüştürüyor. Türümüzün 11 bin yıllık modern tarihinde ilk kez, kış değil, yaz mevsimi, sağ salim atlatmayı umduğumuz en tehlikeli mevsim haline geldi. Kış mevsiminde ölen insan sayısı hızla azalırken, yaz mevsiminde ölen insan sayısı hızla yükseliyor.
Bütün bu iklim felaketleri bizi, yaz mevsiminin önemli bir kısmında kapalı mekanlarda kalmaya mecbur ediyor. Oysa tarihin büyük bölümünde, kapalı mekanlara mahkum olduğumuz mevsim kıştı. Kış mevsimi, örneğin Alpler ve Pirenelerin en kalabalık, en canlı olduğu mevsim artık. Adı herkesin aklında ‘açık hava cenneti’ algısı uyandıran California’da ise sıklaşan ve süresi uzayan orman yangınlarının yarattığı hava kirliliği ve kuraklıklar rutine dönüşüyor. California Halk Sağlığı Bilimleri uzmanı David Eisenman, ‘’Yılda birkaç hafta sürece yangınlara halk dayanabilir. Ancak her yaz birkaç ay boyunca bu felaketle yaşamak başka bir konu. Aylarca duman altı yaşamak, artık deneyimleyeceğimiz yeni şey. Fiziksel olarak kendinizi güvene alsanız bile, iklim felaketlerinin neden olacağı izolasyondan kendinizi koruyamazsınız. Eskiden yazın getireceğini düşündüğümüz keyiflere sahip olmak artık çok zor olacak. Kovid salgının neden olduğu türden izolasyonlar kapıda…’’ uyarısında bulunuyor.
Bütün kışı hareketsiz geçiren tarihi kuşakların aksine, sahip olduğumuz ekranlar ve internet, yazın dışarıda olmanın tehlikeli bir şeye dönüşmesinin maliyetini algılamamızı geciktiriyor. En azından biz yetişkinler için… Ama çocuklar şimdiden bunun bedelini ödüyor.
Doğal ortamlarda özgürce oynamak, çocukların sağlıklı büyümesi için gerekli en içgüdüsel ihtiyaçlarından biri. Bizim ve önceki kuşakların yaz günleri, genelde, çevremizdeki yeşilliklerde özgürce keşfe çıktığımız, ağaçlara tırmandığımız, etraftaki yabani ve evcil hayvanlarla alan kapma mücadelesi verdiğimiz, güneş altında gün boyunca oyun oynayabildiğimiz anılarla dolu.
‘Dışarıda oynayın’, tarih boyunca yaz aylarında ebeveynlerin kolaylıkla buyurduğu bir istekti. Bilim insanları, artık hiçbir ebeveynin çocuklarını, yaz aylarında, gün boyunca dışarıda bırakamadığına dikkatimizi çekiyor. Lancet Tıp Dergisinin 2019 yılında yayınladığı raporda da iklim değişikliğinin en kötü etkilediği sosyal gruplardan birinin çocuklar olduğu vurgulanıyor. Çocukların, çok daha yüksek solunum hızına sahip olmaları, yetişkinlerden daha hızlı vücut suyu kaybetmeleri, hava kirliliği ve aşırı sıcaklara karşı daha dayanıksız olmaları, onları yeni yazın en önemli mağdurları arasına sokuyor. Kapalı kalmanın sağlık maliyeti var. Richard Louv, 2005 tarihli ‘Ağaçlıktaki Son Çocuk’ adlı kitabında, bu eksikliğin neden olduğu gelişme düzensizliğine ‘Doğa ile temas eksikliği rahatsızlığı (nature-deficit disorder) adını koyuyor. Ona göre ‘natural deficit disorder’, çocukların his ve sezgilerinin gelişmesini ketliyor, erken yaşta depresyon yaşamalarına neden oluyor. Son 40 yılda çocuklarda miyop vakalarının artışındaki en önemli neden de, doğal ortamlarda açık alan ve uzak ufuklar görmekten mahrum olmaları.
11 binlik yıllık tarihimizin çok büyük bölümünde, cehennemi yer altında Hades’in diyarında ve cenneti de göklerde tahayyül ettik. Hades’in kara meyvesi ve onun suyu, yani kömür ve petrolun bize getirdiği ısının, göklerimizi cehenneme çevireceğini fark ettiğimizde, imkanların tadına alıştığımız için artık kolay vazgeçemez durumdaydık. Milyonlarca yıl önce iklim felaketlerinde yok olan bitkisel tabakaların ve canlıların fosillerinin karbonizasyonuyla oluşan kömür ve petrol, atmosferde sera etkisi yapan karbondioksit salınımının doğal düzeyin çok üzerine, 100 yıl gibi çok kısa sürede çıkmasının en önemli kaynakları. Bu sera etkisiyle, endüstriyel çağ başladığından beri küresel sıcaklık 1.2 santigrat derece artmış durumda.
1990 yılından beri neredeyse her yıl yeni sıcaklık rekoru haberlerine tanık oluyoruz. Sadece 2021 yazı bile neredeyse 20’nci yüzyılın bütün yazlarının toplamından daha fazla rekor barındırıyor. Bu yaz ABD ve Kanada kayıtlı tarihlerinin en yüksek sıcaklıklarını yaşadı. California Ölüm Vadisi’nde temmuz ayında 54.4 dereceye ulaşan sıcaklık, yer küre üzerinde kaydedilen en yüksek sıcaklık olarak kayıtlara girdi. Sicilya’da ağustos başında kaydedilen 48.8 derece, Avrupa tarihinin rekoru oldu. İngiltere Meteoroloji Dairesi, geçtiğimiz Temmuz ayında, 167 yıllık tarihinde ilk kez ‘aşırı sıcak’ alarmı verdi. Dairenin iklim uzmanı Richard Betts, yüzyıllardır güneşli yaz günlerine hayranlık duyan İngiliz halkı için de artık, sıcak yaz günlerinden ‘çok tatlı’ yerine ‘rezalet sıcak’ diye bahsedecekleri günlerin başladığını ifade ediyor. Dahası buz kıta Antarktika’da bile sıcaklık ilk kez 18 dereceye kadar çıktı.
Birleşmiş Millletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin, 9 Ağustos günü açıkladığı, ‘İklim Değişikliği 2021’ başlıklı altıncı değerlendirme raporunda, bazı iklim değişikliklerinin geri dönülemez eşiği aştığı uyarısı yapıldı. Yüzlerce bilim insanının hazırladığı raporda, atmosferdeki karbondioksit oranının en az 2 milyon yıldır görülmemiş seviyeye çıktığı ve küresel sıcaklığın da 125 bin yıldır görülmemiş düzeye ulaştığına dikkat çekildi. Küresel sıcaklığın son 150 yıldaki ortalama artışının 2030 yılına kadar 1,5 dereceye ulaşacağı belirtilen raporda, mucizevi bir şekilde 1,5 derece ile sınırlandırılması başarılsa bile artışın, binlerce yıldır görülmemiş sıcak hava dalgaları, yağış, kuraklık ve orman yangınlarına neden olacağı vurgulanıyor. Raporun en çarpıcı detaylarından biri ise daha uzun yaz mevsimleri ve daha kısa kış mevsimleri yaşamaya başladığımız gerçeği…
6 ay sürecek yazlar kapıda
Dünyanın dört bir yanındaki 6000 bin meteoroloji istasyonunun 150 yıldır kaydettiği veriler üzerinde yapılan analizler, son 30 yılda, sıcaklık ortalaması baz alındığında yaz mevsiminin gün sayısı artarken, kış mevsiminin gün sayısının azaldığını gösteriyor. Sadece son beş yılda ortalama olarak, geçen yüzyılın ortasından yüzde 50 daha uzun yazlar yaşıyoruz. Yer bilimleri konusunda saygın akademik yayınlardan biri olan Geophysical Research Letters dergisinin yayınladığı araştırmaya göre, küresel ısınma günümüzdeki değerlerde artarsa, 2100 yılında kuzey yarım kürede yaz mevsimi altı ay sürecek. Kış mevsimi ise iki aydan bile kısa hale gelecek.
Çin Bilimler Akademisinden okyanus bilimcisi Yuping Guan’ın liderliğinde Amerikan Jeofizikçiler Birliği’nce yapılan araştırmaya göre, 1952- 2011 yılları arasında ortalama olarak yaz günü sayısı 78’den 95’e çıkarken, kış günü sayısı ise 76’dan 73’e geriledi. Geçiş mevsimleri de kısalmadan nasibini alıyor. İlkbahar günü sayısı 124’ten 115’e gerilerken, sonbahar günü sayısı ise 87’den 82’ye düştü. Yani, insan türünün iklimsel korunaklı zamanı kısaldıkça kısalıyor. İklime karşı korunmamız gereken günlerin sayısı arttıkça artıyor. Akdeniz ve Tibet Platosu, yer yüzünde mevsim karakterlerinin değişimini en dramatik şekilde yaşayan iki coğrafya. Uzun yaz, tehlikeli sıcak hava dalgaları, aşırı yağışlar, kuraklık ve orman yangınları, kısa kış ise istikrarsızlığı nedeniyle oldukça soğuk ve şiddetli kış fırtınaları getirecek.
Eylül artık yaz ayı
Ekvator çizgisinin 23 derece kuzeyindeki Yengeç dönencesi ile 23 derece güneyindeki Oğlak dönencesi, ilki 21 Haziran ve ikincisi de 21 Aralık günlerinde olmak üzere güneş ışınlarının dik geldiği en uç iki sınır. BU iki enlemden daha kuzey ve daha güneye güneş ışınları hiç dik gelmiyor. Atlaslar küremizin bu iki sınır arasındaki kalan orta kısmını ‘’tropik iklim bölgesi’’ olarak adlandırıyor. Ancak bilimciler, ekvatordan yükselen sıcak havanın biraz serinleyip biraz da kuruyarak yer yüzeyine geri indiği alanları, yani 30 derece kuzey ve güney enlemleri arasını da tropik bölgeye dahil ediyor. Tropik coğrafya bildiğimiz anlamda dört mevsimin olmadığı bir coğrafya. Kuru sezon ve yağışlı sezon adı altında altışar aylık iki sezonu olan kalıcı bir yaz hakim. Yaklaşık 15 yıl önce, bilim insanları, tropik iklim coğrafyasının, artık sadece daha sıcak hale gelmediğini, büyümeye başlayarak dünyanın en büyük iklim bölgesi haline geldiğini de ilk kez fark etti. Son 30 yıldaki bilimsel veriler üzerinde yapılan araştırmalar, tropik iklim coğrafyasının, her 10 yılda kutuplara doğru 0.2 ile 0.3 enlem arasında genişlediğini gösteriyor. 30 yılda ortalama 1 derece yani 110 kilometre genişleme demek. Dünyanın güney yarımküresinin yüzde 81’i okyanusla kaplı olduğu için, güney yarım küredeki tropik genişleme çok daha hızlı. Okyanus yüzeylerindeki ısınma, Atlantik’te kasırgalar (hurricane), Hint Okyanusunda siklonlar ile Pasifik’teki tayfunların daha sıklıkla ve daha şiddetli oluşmasına yol açarken, bu şiddetli fırtınaların etkilediği alan da her geçen gün kutuplara doğru genişliyor.
Tropik genişleme, orta enlemlerde yaz mevsiminin büyümesinde ve kış mevsiminin kısalmasında rol oynadığı gibi, kuzey yarım kürede, şubat ayında olağandışı şekilde yaz günleri görülmesi gibi tuhaflıklarda rol oynuyor. Almanya ve hatta İngiltere gibi ülkeler bile kuraklıkla tanışıyor. Doğu Akdeniz coğrafyası, 2016’da son 900 yılın en büyük kuraklığını yaşadı.
Yaygın algının aksine tropik iklim coğrafyasının çok büyük bölümünü kuru topraklar oluşturuyor. Kuru tropik iklim genişlerken, Ekvator çizgisine yakın yağışlı tropik alan ise küçülüyor. Bilim insanları buna ‘tropik sıkışma’ adını veriyor. Maryland Üniversitesi atmosfer ve okyanus uzmanlarının kürenin en büyük sıcak hava çölü olan Büyük Sahra’nın, 1910 yılındaki büyüklüğünden yüzde 10 daha büyük hale geldiğini tespit ettiler. 1920 yılında yüzölçümünün çoğu çöl olmayan Libya, 2013 yılında çoğunluğu çöl olan bir ülkeye dönüştü. 1970’lerde bile 24 bin kilometrekare büyüklüğünde olan Çad Gölü, 1990’larda 2000 kilometrekarenin altına düştü. Sahra’nın güneyinde, bitki yeşermesine imkan veren sınır, sadece 1980-1990 arasında 130 kilometre daha güneye kaydı.
Tropik iklim alanının genişlemesi, akıllara orta enlemler dünyası için dört mevsimin gelecekte tamamen yok olup olmayacağı sorusunu gündeme getiriyor. İklim değişikliğine farkındalık yaratma çabaları nedeniyle 2007 yılında Nobel Barış Ödülüne layık görülen heyette yer alan ünlü bilimci Kevin Trenberth’a göre ise henüz böyle bir olasılık yok. Dört mevsim var olmaya devam edecek. Ancak, bildiğimiz süreleri ve karakterleriyle değil. Trenberth, mevcut gidişatta, Eylül’ün de artık bir güz ayı değil, karakteri itibarıyla bir yaz ayı haline gelmekte olduğuna dikkat çekiyor. Geçiş ayı ise Ekim ayı olmuş durumda.
Game of Thrones’da kışın geldiğinin ilk göstergesi, mitolojik kutup kurtlarının, 200 yıldır ilk kez Duvar’ın güneyinde görülmesi oluyor. Günümüzdeki iklim değişikliğinin en çarpıcı göstergeleri arasında hayvan ve bitki örtüsü hareketleri de var. Örneğin, Avrupa’dan kış mevsiminde güneye göçen bazı kuş türleri, göçmeyi tamamen bıraktı. Göçenler ise artık çok daha erken dönemde geri dönüyor. Tropik balıklar, daha kuzey sularda yüzmeye başlıyor. Tropik genişleme, tropik sivrisinekleri ve diğer potansiyel virüs taşıyıcılarını da daha kalabalık insan nüfusu olan orta enlemlere taşıyarak, birçok potansiyel pandemiye zemin hazırlıyor.
İnsanla kutup kışı arasında bir nevi sembolik ‘duvar’ olan ağaç hattının, her yıl biraz daha kutuplara kayması da bir başka çarpıcı gösterge. Buzul coğrafyalarında tundralar, tundra coğrafyalarında çam ormanları oluşuyor. 20 yıl içinde Arktik adalarda alaçamlar görmemiz çok büyük olasılık. Kürenin buz coğrafyası hızla beyazını yitiriyor.
Ateşin ve buzun ölümcül dansı
11 bin yıl önce, tarıma elverişli iklim yaratarak insanlığın uygarlık kurma şartları sunan temel faktörün, dünyadaki buz miktarının dengeye kavuşması olduğunu son yarım yüzyılda anlayabildik. Yeterli miktarda buz, yansıtıcı özelliğiyle Güneş ışığının fazla kısmını uzay boşluğuna geri yansıtarak dünyanın aşırı ısınmasına engel oluyor. Buzullar ve onların soyundan gelen aysberglerin oluşması binlerce yıl sürüyor. Titanik’i batıran aysberg’i oluşturan karlar 3000 bin yıl kadar önce Grönland’a yağmaya başladığında, Mısır’da Tutankamun Dönemi yaşanıyordu. 1910 yılında Grönland’tan kopan bu küçük aysberg, 1912’de Titanik gemisine çarptığında erime sürecine girmişti bile. Bu çarpışmadan 2-3 yıl kadar sonra da tamamen eriyecekti.
Aslında iklimin istikrar içinde olduğu 11 bin yıl boyunca buzullar eriyip yeniden oluştu. Ancak bu doğal döngünün dengeyi koruyan bir ortalaması vardı. Artık yazın eriyen buzul miktarı, kışın oluşan buzul miktarını aşıyor. Nature dergisinin 2018’de yayınladığı bir araştırma, Antarktika’nın 1992-2017 yılları arasında üç trilyon tondan fazla buz kaybettiğini gösteriyor. Bu Marmara Denizini 24 kez doldurmaya yetecek miktarda. Dünyanın en büyük aysbergi 2017 yılında Antarktika’dan koptu. İstanbul ili büyüklüğündeki aysbergin kopuşu, Antarktika haritasının değişmesine neden oldu. ABD’nin buzullarıyla ünlü Buzul Milli Parkının 2030 yılında tamamen buzulsuz bir parka dönüşmesi büyük olasılık.
Bir başka büyük buz adası Grönland’ın yaşadığı rekor 20 derece sıcaklık, 2012 ve 2019’dan sonra bu yaz mevsiminde de rekor bir erimeye neden oluyor. 27 Temmuz gününden beri günde 9.3 milyar ton ağırlığında buz eriyor. Normal bir yaz gününde eriyecek miktarın iki katı bu. Tek bir günde eriyen buz bütün İç Anadolu Bölgesini 5 santim yüksekliğinde suyla doldurmaya yeter.
11 bin yıl önce son buzul çağı sona erdikten sonra ilk insan uygarlıklarını kurduğumuzda bütün gezegende en fazla 7 milyon insan yaşıyordu. Antik çağ iklimbilimcisi Spencer Glendon, şöyle anlatıyor:
‘’İlk 190 bin yılında türümüz, buzul ve çöller sık sık yer değiştirdiği ve iklim sıklıkla radikal şekilde değiştiği için, iklimi uygun yer bulabilmek için sürekli oradan oraya dolaştı. MÖ 9000 yılları civarında iklim istikrarı oluştu. İklim istikrarı oluşunca havası uygun yerler hep havası uygun kaldı. İklim istikrarı, insan türünün göçebeliği bırakıp meskun yaşama geçmesine olanak verdi. Bu da ilk insan uygarlıklarını tesis için zaman ve mekan yarattı’’.
Glendon’a göre, günümüzde tamamen insan ürünü olan kötü gidişatı değiştirecek küresel basiret gösterilemezse, 11 bin yıldan önceki göç evresine geri döneceğiz. Ancak bu kez milyonlarca değil, milyarlarca insan oradan oraya göç etmek zorunda artık. Nitekim BM Mülteciler Dairesi, iklim göçlerinin artık müstakbel bir olasılık değil yaşanmaya başlanmış bir realite olduğunu belirtiyor: ‘’2008’den beri her yıl 21.5 milyon insan iklim sebepli olarak yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalıyor’’.
Küresel ısınma, gezegenin geleceğiyle ilgili bir sorun değil. Türümüzün bu gezegendeki geleceğiyle ilgili bir sorun. Filozof komedyen George Carlin’in, on yıllar önce son derece öngörülü şekilde hicvettiği gibi, ‘’Dünya’ya hiçbir şey olmayacak. Dünya bir yere gitmiyor. Biz gidiyoruz. Tehlikede olan biziz, gezegen değil’’.
Türümüz için artık sadece küresel ısınmayı durdurmayı konuşma zamanı geçti maalesef. Küresel ısınma hızını yavaşlatma çabasının yanı sıra artık iklim değişiminin her gün hayatımıza etki etmeye başlamış sonuçlarına adapte olmanın yollarını bulmak da gerekiyor. Yaz boyunca birçok bilim insanının en çok kullandığı sözcüklerden birinin ‘adaptasyon’ olması da bundan.
Ateşin ve Buzun Şarkısı’ndan uyarlanan Taht Oyunları dizisindeki bütün maceraların arka planında şu açık gerçek var: Etraflarındaki dünya hepsi için aynı varoluşsal tehdidi büyütürken, hanedanlıklara bölünmüş insanlar anlaşılmaz bir şekilde ve öz yıkıcılıkta birbirleriyle savaşma eğiliminden kendilerini alamıyor. Dizinin, kışın, düşmanları dahil herkese ölüm getirdiğini en erken fark eden baş karakterlerinden Jon Snow, birbiriyle savaşan hanedanlıkları, hepsini birden yok edecek varoluşsal bir tehdidin yaklaştığına inandırmakta zorluk yaşıyor. Ancak, ona inansalar da inanmasalar da kış nihayetinde geliyor. Eddard Stark’ın ilk bölümdeki ‘kış geliyor’ uyarısı, resmi otoritelerce, ancak son sezonda ‘kış geldi’ şeklinde onaylanıyor. Nerdeyse iş işten geçtikten sonra.
BM Hükümetlerarası İklim Paneli’nin daha önceki beş raporu, bir nevi ‘yaz geliyor (summer is coming)’ uyarısı tonundaydı. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 9 Ağustos 2021 günü yayınlanan altıncı raporun açıklandığı basın toplantısında, ‘’alarm zillerinin artık kulakları sağır edercesine çaldığını’’ söyleyerek bu yeni raporu ‘’insanlık için kırmızı alarm’’ olarak niteleyecekti. Yani, altıncı ve son BM raporu, ‘yaz geldi’ diyor.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz