
“Özgürlük servet yaratır, servet özgürlük yıkar”
CEMAL TUNÇDEMİR
27 Nisan 2025
Haklı veya hak sahibi olmanın hiçbir öneminin olmadığı bir toplum bu. Güçlüler, yakınları ve güce irtibatı olanlar her türlü dokunulmazlığın keyfini yaşıyor. Zulümlerini, yolsuzluklarını, suçlarını ve sömürülerini kolayca görünmez hale getirebiliyorlar.
Ne pahasına olursa olsun büyümek herkesin tek amacı. Utanma duygusundan arınmış pervasız bir sahtekarlık toplumun karakteri haline gelmiş. Nasıl göründüğün, neyi dillendirdiğin nasıl bir insan olduğundan ve ne yaptığından çok daha önemli.
Farklı sosyal gruplara, komşularının acılarına umarsız bu toplum, toplumun genel akıbeti hakkında umursamaz insanların yönetim dahil her şeyin sahibi olmasıyla lanetlenmiş.
Scott Fitzgerald’ın, önceki hafta 100 yaşına giren Muhteşem Gatsby romanının arka fonunda da tanık olabileceğimiz 1920’ler Amerikası bu.
Muhteşem Gatsby hakkında en yetkin isimlerden biri olan Amerikan edebiyatı profesörü Sarah Churchwell’den öğreniyoruz ki, Fitzgerald 1924 yazında bu romanı yazarken, bir yandan da yoğun şekilde Oswald Spengler’ın “Batı’nın Çöküşü” kitabını okumakla meşgulmüş.
Spengler, herkesin her durumda sadece şahsi kazancının hesabını yaptığı ve diğer herkesi de kendisi gibi güvenilmez gördüğü sinik toplumların, kifayetsiz muhterislere hiç olmadığı kadar yükselme olanağı yaratan bir toplum olacağını açıklıyor. Fitzgerald, başka bir yerde, Spengler’in çöküş toplumunu, “dünyayı gücü yetenin hakkı bir ganimet olarak gören mafyatik çetelerin yönetimindeki toplum” şeklinde tanımlıyor.
İlerici politikanın gerilemesi
100 bini aşkın askerin öldüğü Birinci Dünya Savaşı ve bir milyona yakın Amerikalıyı öldüren İspanyol Gribi virüs salgınının sona ermesi, 1920’lere girilirken, aynı anda hem bütün toplumsal paranoyaları hem de hedonist dürtüleri tetiklemeşti. Bu da Amerikan toplumsal zihniyle son 20 yılın ilerici reformları arasındaki makası yeniden açmaya başlamıştı. Bu da milyarderler ve ırkçı muhafazakârlar için ‘Gilded Age’ın mafyatik düzenine yeniden dönme olanağı veren bir iklim oluşturmuştu.
Nihayetinde 1920’ler boyunca, şirketler yeniden her türlü regulasyon, denetim ve vergi sorumluluğundan kurtarılarak vahşi bir özgürlüğe salındı. Şirketlere, zenginlere, beyaz erkeklere tanınan sınırsız özgürlük, beyaz olmayanlara, işçilere, kadınlara, gazetecilere ise fazla görüldü.
Örneğin şirketlere gelince ‘bırakınız yapsınlar’, ‘devlet özel işlere karışamaz’ özgürlükçüleri, alkollü içkileri dini retorikler taşıyan heybetli hitaplarla, gösterişli kanunlarla yasaklayacaktılar.
Örneğin, bir kadının ne giyeceği o kadın dışında herkesin derdi oluyordu. Bazı kadınların o güne kadar olduğu gibi yere değen etek yerine ayakkabılarını gösteren etekler giymeye başlaması, bazı zihinlerde “Nuh Tufanına götürecek” felaket fırtınaları koparıyordu. Ücra bir eyalette siyah bir adamla beyaz bir kadının birbirlerini sevip evlenmeye karar vermesi bu “özgürlükçü” düzenin beka sorunu olabiliyordu.
1865 yılında ilk kez kurulduktan sonra onlarca yıl yerel bir terörist organizasyonu olmaktan öteye geçmeyen Ku Klux Klan, Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren görkemli bir geri dönüş yaşıyordu. 1920’lerde üye sayısı milyonlara ulaşacaktı. Eylem alanı bütün ülkeydi. Maine’den Oregon’a bütün kuzey Amerika’ya bile yayılacaktı.
Göçmenlere karşı yeniden yükselen histeri ise, 1925’te ABD’nin kapılarını Avrupalı olmayan herkese 40 yıl boyunca kapatacak göçmenlik yasasının çıkmasına neden olacaktı.
Sendikalar da bu gerilemeden nasibini alıyordu. Sonradan ‘Red Scare (Kızıl Paniği)’ diye anılacak ve her yerde komünist ajanı arayan korku kampanyasının ana hedefi oldular. Sendikaların, terakki döneminde kazandığı birçok hak ve yetki 1920’ler boyunca peyderpey tırpanlanacaktı. İşçilerin her türlü ücret, iş güvenliği ve hak talebi, komünizm propagandası veya toplumsal barışa kasteden anarşizm diye yaftalanarak polis şiddetiyle bastırılıyordu.
1920’lerde canlanan bütün bu sömürü, muhafazakâr ve ırkçı reaksiyon, ilerlemeye inanan Amerikan zihnine ‘dejavu’ yaşatacaktı. Mark Twain’in 1873’te yayınladıktan sonra unutulmuş Gilded Age adlı romanının 1920’lerde yeniden keşfedilmesi ve ‘dejavu’nun kaynağı olan 19. Yüzyılın son çeyreği için “Gilded Age” nitelemesinin dönem adı olarak ilk kez kullanılmaya başlanması bundan dolayıydı.
Mark Twain, orijinal Gilde Age’ın hakikat tellalıysa, Fitzgerald da Amerikan literatüründe Gilded Age’ın artçı dönemi gibi olan ve yine Fitzgerald’ın taktığı isimle ‘Caz Dönemi’ diye anılacak 1920’lerin tellalı olarak görülüyor.
Fitzgerald’ın 10 Nisan 1925 günü satışa sunulan Muhteşem Gatsby romanı da Twain’in Gilded Age romanı gibi ilk yılında hiç ilgi görmeyip onlarca yıl boyunca unutulacaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu romanın, 1920’ler Amerika’sını yansıtma gücü yeniden keşfedildiğinde Muhteşem Gatsby okul müfredatlarında kütüphanelerde Amerikan klasikleri arasına yerleşecek ve filmlere konu olacaktı. Fitzgerald 1940 yılında öldüğü için romanının popülerleştiğini göremeyecekti.
Fitzgerald, Muhteşem Gatsby romanında, Trump’ı değil ama nasıl bir toplumsal kültürün Trump türü birini başkan seçebileceğini öngörüyor.
Aslında bu erken öngörüsünde yalnız değildi. Dönemin ‘Baltimore Bilgesi’ lakaplı efsane gazetecisi, kültür ve toplum eleştirmeni Henry L. Mencken, 26 Temmuz 1920 günü Baltimore Sun gazetesinde, şu kehanette bulunacaktı:
“Demokrasi kemaline erdikçe, başkanlık makamı da halkın ruhundaki gerçeği daha fazla yansıtır hale gelecek. Platonun (İç Amerika Bölgesi-CT) yığınları en iptidai arzularının hayata geçeceği o şanlı güne nihayet kavuşacak; Beyaz Saray tastamam bir moronla taçlanacak.”
Mencken’i de devrin bütün aklı başındaki insanları gibi dehşete düşüren, 1920 seçimindeki her iki başkan adayının da olağanüstü kifayetsizliğiydi. Kifayetsiz muhterislere özgü şekilde, avamın üniversitelere, okumuşlara, hak ve hukuk hareketlerine, aktivistlere, entelektüellere içgüdüsel düşmanlığına yüksek sesle tercüman olan Warren Harding seçimi kazanacaktı.
“O kadar zengin ki kimse onu rüşvetle satın alamaz”
Ülke yönetiminin nihayet elitlerden kurtarılarak yeniden milletin eline geçtiğini iddia eden Harding’in yemin töreninde etrafında, her zamanki gibi milletin temsilcileri olan milletvekilleri ve senatörler değil, ülkenin en zengin adamları oturuyordu. Bu zenginler, entelektüel kapasitesi son derece kısıtlı Harding’in içi boş sloganlardan oluşan vasat konuşmasını çocukça bir coşkuyla alkışlıyorlardı.
Birinci Gilded Age’ın harami baronlarının ve düzeninin sembol ismi J.P. Morgan’dı. Gilded Age’ın artçı döneminin sembol ismini, çiçeği burnunda Başkan Warren Harding yemin töreni konuşmasında ABD’ye takdim ediyordu: Yeni Hazine Bakanı Andrew Mellon.

ABD’nin o günlerde en zenginlerinden biri olmasına rağmen, hayatı boyunca hep gölgede kalma tercihinden dolayı iş dünyası dışında tanınmıyordu. Mellon, ABD yönetiminde Başkan Harding’ten bile daha etkili olacak ve bütün 1920’lere damgasını vuracaktı.
Başkan Harding, Mellon’u Hazine Bakanı olmak için seçtiğinde, “o kadar zengin ki kimse onu rüşvetle satın alamaz” diye gerekçelendirmişti. Bu, rüşvetin iki yönlü trafiği olan bir suç olduğu gerçeğini örten çocuksu bir iddiaydı tabii ki…
Rüşvet suçunu sadece rüşvet alacak kadar muhtaç olmak doğurmaz, başkan da dahil herkese rüşvet dağıtabilecek kadar zengin olmak da doğurabilir. Nitekim Mellon, Harding’in kampanyasına o dönem için astronomik rakamlarda para bağışlayarak başkanlığı kazanmasını sağlamış yani rüşvetle ABD yönetiminin pilotluğunu almıştı.
Mellon, bankacı olarak bilinse de iş yapmadığı sektör yoktu. Bazılarında ise dünyanın en büyüğüydü. Örneğin sadece ABD’nin değil dünyanın bütün alüminyum üretimini tekelinde tutan Alcoa onundu. Başta çağın yeni yükselen sektörü olan havacılık olmak üzere alüminyuma ihtiyacı büyük bütün sektörlere de hükmediyordu böylece.
Peki böylesine zengin bir adam niye günlerini politikada geçirmeye karar vermişti?
“Golyat: Tekelci Güç ve Demokrasinin 100 Yıllık Savaşı” kitabının yazarı Matt Stoller’a göre Mellon, “Sadece aşırı zengin bir insan olmaktan sıkılmıştı”. Mellon’un, sıkıcı süper zengin hayatında, kendisine insanlığın kaderine liderlik yaptığı duygusu verecek bir değişime ihtiyacı vardı.
Harding Yönetimi, işe Mellon’un fabrikalarının ürettiği malların değerini ve pazar hakimiyetini pekiştirecek gümrük vergilerini yükseltmekle başladı. 1913’te çıkarılan yasadan geri adım atılarak şirketlerden alınan vergiler yok denecek seviyeye indi. Dahası son 20 yılda tekelleşmenin önüne konan bütün bariyerler yeniden kaldırıldı. Başta finans dünyası olmak üzere iş ve ticaret dünyasına getirilmiş bütün denetim ve regülasyon mekanizmaları zayıflatılmaya başlandı.
Mellon’un rakiplerini zayıflatacak, kendisinin şirketlerine ve bankalarına yarar sağlayacak her şey ‘ekonominin özgürleştirilmesi’ olarak sunuldu. Yabancı heyetlerle görüşmelerde bile Mellon’un ticareti ve şahsi işleri öncelikli konuydu. Örneğin sadece ilk yıl İngiltere ile bütün görüşmelerde en öncelikli konu, Birleşik Krallığın yeni petrol bölgesi Kuveyt’te Mellon’un şirketi Gulf Oil’e ruhsat verilmesi konusuydu.
Her kabine toplantısı Başkan Harding’in değil Hazine Bakanı Melon’un kişisel şovuna dönüştü. ABD Başkanı ikinci eleman konumundaydı. Kabinede konuşulan neredeyse her konuda her alanda Mellon’un bir ticari işi veya bağlantısı olması Başkan Harding’i bile şaşkınlığa düşürüyordu.
Dönemin Adalet Bakanının anılarından, bir Kabine toplantısında Çin’de inşa edilen Doğu Çin Demiryolu gündeme geldiğinde ABD Başkanı Harding’in, Adalet Bakanının kulağına “nihayet Mellon’un işinin olmadığı bir konu” diye fısıldayıp güldüğünü öğreniyoruz. Harding, dakikalar sonra Mellon’un bu demiryolu şirketinde de 1,5 milyon dolar hisseye sahip olduğunu şaşkınlıkla öğrenecekti.
Milyarder hazine bakanı Mellon, 1924’te, ‘zenginden vergi almamanın ülke ekonomisine faydalarını anlatmak için yazdığı kitapta, “Uygarlığımız sermayenin belli ellerde birikimi üzerine kurulu. Sermaye birikimi, tarihin en zengini haline gelmiş uygarlığımızın yaşaması için hayati derecede önemli” diye yazacaktı. Hazine Bakanı Mellon bir yıl sonra, Rockefeller ve Henry Ford’u geçerek ABD’nin en zengin ismi haline gelecekti.
Ülke 1920’den 1932’ye kadar üç Cumhuriyetçi Partili başkan değiştirdi ama Mellon hep yerinde kaldı. 12 yıl boyunca ABD Hazine Bakanı olarak ülkenin vergiden gümrük vergisine, faiz oranlarından vergi politikalarına kadar her konuyu yönlendiren asıl isim oldu. Dönemin muhalif senatörü George Norris, “Mellon art arda üç başkanın kabinesinde görev yapmadı, art arda üç ABD başkanı onun kabinesinde görev yaptı” diye hicvedecekti sonradan.
Mellon, yarattığı denetimsiz kuralsız ekonomi düzeninin ülkeyi 1929 krizine taşımasına rağmen kriz patladıktan sonra da görevinde kaldı. Dönemin ABD Başkanı Herbert Hoover’ın krizi küçümsemesinde ve zamanında gerekli adımları atmamasında en önemli faktör yine Mellon’un telkinleriydi. 1930 yılında krizin pik noktasının geride kaldığı ve toparlanma aşamasına geçildiği iddiasıyla gümrük vergilerini, ABD tarihinin en yüksek oranlarından birine çıkaran yasal düzenlemeye önayak oldu. Hesapta, gümrük vergileri olağanüstü yükseltilerek federal hükümete vergiden bile daha büyük bir gelir kaynağı yaratılacaktı. Ama tam aksi bir felakete yol açtı. 1929 krizi, bu yüksek gümrük vergisi politikasının etkileriyle Büyük Buhrana dönüştü.
Başlamasından üç yıl sonra 1932 başında bu krizin ABD tarihinin en büyük ekonomik bunalımı olduğu artık aşikâr hale geldiğinde Kongre, Mellon’u görevden azli için girişim başlattı. Başkan Hoover, onu, başına gelebilecek yargı kazalarından uzak tutmak için bakanlıktan alarak İngiltere’ye büyükelçi olarak gönderdi. Birkaç ay sonra seçimi kaybettikleri için Mellon, İngiltere’den dönmek zorunda kalacaktı.
Mellon, ahir ömrünü memleketi Pittsburgh’ta geçirmek istedi. Ama, onu 10 yıl boyunca çılgınca alkışlamış hemşerilerinin bile ekonomik bunalımdan dolayı kendisine derin bir nefret duyduğunu görünce bunu yapamadı ve pek de hazzetmediği Washington DC’de yaşamak zorunda kaldı. Usulsüzlükleri nedeniyle açılan davalarda suçunu kabul edip astronomik para cezaları ödemek zorunda kaldı. Hapse girmesine neden olacak vergi kaçakçılığı davaları sürerken 1937’de kansere yakalanıp ölecekti.
Yeni Sözleşme Koalisyonu ve sosyal demokrasi çağı
Terakkiperver (progressive) politikalar, Gilded Age’ın artçısı olan 1920’lerdeki gerilemeden sonra 1932 seçimi ile iktidara yeniden geldi. Kaderin bir cilvesi, aynı New York ailesinden bir Başkanın liderliğinde. 1932’de başkanlığı kazanan Demokrat Partili New York Valisi Franklin Delano Roosevelt, namı diğer FDR, birinci terakkiperver çağı başlatan Theodor Roosevelt’in kuzeniydi.
FDR’ın başkanlığı ile ABD, ‘bırakınız yapsınlar’ vahşi kapitalizmini bir kez daha terk ederek ‘Yeni Sözleşme’ diye anılacak yeni bir kapitalizm düzenine geçti.

Yeni Sözleşme reformları ile finans piyasalarına denetim mekanizması yapacak Sermaye Piyasası Kurulu (SEC) oluşturuldu. Bankacılık Kanunu ile bir firmanın aynı anda hem yatırım bankacılığı hem de ticaret bankacılığı yapması yasaklandı. Böylece şirketlerin ticari bankalarının piyasadan topladığı parayı, yatırım bankaları aracılığıyla kendi şirketlerinin hisselerini yükseltme, rakip firmaların hisselerini batırma gücü yok edildi. Bir banka sahibine, diğer sektörlerdeki bütün şirketlerine de sermaye piyasası kanunlarına tabi olma zorunluluğu getirilerek, banka sahibi olmak olağanüstü zorlaştırıldı. FED’in hem bankerlere karşı ‘kamu kurumu’ niteliğini tahkim eden, hem de siyasi otoritenin FED üzerinde etkili olmasına engel olan yasal bariyerler inşa edilerek piyasaya ve dolara istikrar getirildi.
Zenginlerden ve şirketlerden alınan federal gelir vergisi artırıldı. İlk defa emeklilik, sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası sistemi tesis edildi. Sendikalara hukuksal korumalar ve toplu sözleşme yetkileri kazandırıldı. İlk kez federal zorunlu asgari ücret belirlendi. Fazla mesaiye ek ücret zorunluluğu getirildi. Çocuk işçiliği tamamen yasaklandı. Madencilik başta olmak üzere bütün sanayi işyerlerinde işçi güvenliği standartları yasal zorunluluk oldu. Vergi kanunları değiştirilerek, yüksek gelirlilerin ve şirketlerin gelir vergisi artırıldı. Ve Hatch Kanunu gibi kanunlarla, memurları ve kamu kurumlarının yetki ve imkanlarının siyasi amaçlarla veya seçimlerde kullanımını tamamen yasaklanarak, ‘ganimet sisteminin’ son kalıntıları da yok edildi. Bu demokratik devrimin gücü o kadar büyüktü ki bu reformların bazısı FDR’a rağmen yapılacaktı.
‘Solcu’ yerine ‘liberal’ ifadesinin doğuşu
FDR, Cumhuriyetçilerin Birinci Dünya Savaşından itibaren ‘terakkiperver (progressive)’ ifadesi etrafında oldukça negatif bir algı oluşturmaları nedeni ile bu sözcük yerine politikalarını ‘liberal’ olarak isimlendirdi. ABD Başkanı FDR’ın konuşmalarında sık sık bu nitelemeyi tercih etmesi, günümüze kadar gelen Amerikan literatüründe, dünyanın geri kalanının aksine ‘liberal’ sözcüğünün ‘solcu’ anlamında kullanılmasına yol açacaktı.
36 yıl boyunca tek Cumhuriyetçi Partili başkan olan Eisenhower dönemindeki kısmi yavaşlamayı hesaba katmazsak 1970’lerin başına kadar sürecek Yeni Sözleşme Koalisyonu, oldukça büyük ve güçlü bir orta sınıf ortaya çıkardı. ABD tarihinin en eşitlikçi toplumsal düzenini yarattı. Ortalama bir çalışan, maaşıyla, kendisine ‘Amerikan Rüyası’ ile özdeşleştirilen müstakil ev ve araba alabiliyor, çocuklarını üniversitede maaşıyla okutabiliyordu. En zenginler ile en yoksullar arasındaki gelir farkı tarihin en düşük seviyesine geriledi. Politik istismardan bağımsız kamu bürokrasisi, denetim mekanizmaları, regülasyonlar, ABD tarihinde kamu yolsuzluğunun en düşük olduğu döneme yol açtı.
Şeffaflık, denetim ve regülasyonlar, sadece ekonomiyi değil, medyadan hukuka her alanı dönüştürdü. Yüksek Mahkeme, 40 yıl boyunca, tarihinin en ilerici içtihatlarını kabul etti. Güney eyaletlerinde okullardan toplu taşıma kadar kamusal alanda siyahlarla beyazların bir arada olmasını engelleyen Jim Crow ayrımcılık çağı sonlandırıldı. İç Savaş sonrası Yeniden Yapılanmanın gerçekleşememiş projesi olan Sivil Haklar Reformu 100 yıl sonra nihayet gerçekleşeceği politik iklimi buldu. Basına, kamunun asla müdahale edemeyeceği bir ifade özgürlüğü alanı yaratıldı. Basının bu gücü, şeffaflığı artırdı, yolsuzluğu ve yetki suistimallerini oldukça azalttı. ABD’ye göçmen alımında ‘beyazlık’ şartı ortadan kalktı ve ABD dünyanın her yerinden göçmenlere kapısını yeniden açtı. Üniversiteden yargıya bürokrasiden medyaya kadar kadroları neredeyse tamamen beyaz erkeklerden oluşan nitelikli işlerde, siyahların, kadınların kariyer yapmasını engelleyen bariyerler ortadan kaldıracak pozitif ayrımcılık zorunlulukları getirildi.
Beşinci Cadde’deki malikanelerin yıkılışı
Bu ekonomik ve kültürel değişiminin en çarpıcı göstergesi, süper zenginlerin Gilded Age döneminde doğmuş bulvarı Beşinci Cadde’ydi. New York’un bu ünlü caddesinde Gilded Age ve 1920’ler boyunca inşa edilen saray yavrusu dev malikaneler, 1940’lardan sonra teker teker yıkıldı ve yerlerine apartmanlar yükseldi. Elbette ki yine şehrin diğer yerlerine göre daha pahalı apartmanlardı ama ülkenin en zengin insanlarının artık benzerinde başkalarının da oturabildiği dairelerde yaşama tercihi, zenginlik hakkındaki kültürel değişimi göstermesi açısından ilginçti. Şehirde ayakta kalabilen bazı malikaneler ise müze, kütüphane gibi kültürel kurumlara dönüştü.
Yeni Gilded Age’ın başlaması
Yeni Sözleşme Koalisyonu, 1970’lerin başında dağılmaya başladı. Vietnam Savaşının neden olduğu travma, 1960’lar gençlik hareketi, feminizm ve Sivil Haklar Reformları muhafazakâr bir karşı dalgayı yükseltti. Bu dalgayı kendisine platform olarak seçen Cumhuriyetçi Partili Nixon’un başlattığı, 1980’de seçimi kazanan Ronald Reagan döneminde daha da artan bir ivme ile sürdürdüğü politikalarla regülasyonlar kaldırılmaya, şeffaf denetim mekanizmaları yok edilmeye başlandı.
Bağımsız bürokrasi, ‘bürokratik oligarşi’ olarak yaftalandı. 1883 yılında kuruluşu ile bağımsız bürokrasi devrini başlatan Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu’nun (ICC) 1995’te kaldırılması, adeta bağımsız bürokrasi çağının bitişinin de başlangıcı oldu. Bürokrasinin kendisini yenilememesinin bazı kamu yatırım ve hizmetlerinde neden olduğu hantallık, bürokrasi karşıtlığına toplumsal destek yarattı.
Yine 1980’lerden itibaren üniversiteler, aydınlar, gazeteler, ‘millet düşmanı elitler’ olarak nitelenmeye başlandı. Regülasyon ve denetim mekanizmalarını savunmak, şirketlerin suistimallerini eleştirmek ‘serbest piyasa düşmanlığı’ olarak lanse edildi.
Piyasada ‘gizli el’ yok, ‘aşikâr el’ var!
Sonradan bir galat-ı meşhurla tamamı ‘neoliberal’ olarak nitelendirilecek bu politikalar, kitaplarda kapitalizm ve serbest piyasa başlığında anlatılan bütün yararları da tehdit eden anti-liberal bir yönelimdi aslında.
Örneğin, ünlü ‘görünmez el’ varsayımı. Şirket ekonomisi tarihçisi Alfred Chandler, 1977’de yayınladığı ve kendisine Pulitzer Ödülü kazandıran ‘Aşikâr El’ kitabında, Gilded Age’tan itibaren şirket yönetimlerinin, piyasayı kendi çıkarları için nasıl şekillendirdiğini çarpıcı şekilde sergiliyordu. Adam Smith’in piyasayı yöneten ‘görünmez el’ kavramında ifade ettiği gibi üretim ve ticaretin doğal dengesi değildi bu. Şirketler eliyle yürütülen bir ‘planlı ekonomiydi’ bu.
Kaldı ki regülasyon ve denetim ortadan kalktığında politika, ekonomiden el çekmiş olmuyor aksine çok daha rahat müdahil olabileceği bir ortam oluşuyordu. Çünkü bir şirketin piyasanın dominant gücü haline gelmesi sadece rekabet gücü yüksek nitelikli üretim şartına bağlı değil. Şirketin lehine izinler, muafiyetler, teşvikler, ihaleler, vergi afları ve regülasyondan bağımsızlık gibi unsurlar da istenen şirketleri zirveye taşıyıp, istenmeyenleri batırabilir.
Nitekim, Gilded Age döneminin efsane gazetecilerinden Henry D. Lloyd bile daha 1890’lardaki ‘bırakınız yapsınlar’ kapitalizminden, “bu servet yaratan değil, servet transfer eden bir sistem” diye yakınacaktı. Teknolojik yenilik, rekabet ve demokratikleşmenin yarattığı servet birkaç kişinin eline transfer ediliyordu.
Nitekim regülasyon ve denetimlerin erozyona uğramaya başladığı 1970’lerin sonundan itibaren, ulusal servet yeniden çok küçük bir azınlığın elinde toplanmaya başladı. Orta sınıf hızla erimeye başlarken, yüzde 1’lik kesimin zenginliği devasa boyutlara ulaştı.
Data General firmasının 1960’ların sonunda, bilgisayarı, özel kişiler ve şirketlerin de sahip olabileceği taşınabilir boyuta getirip pazarı yaratmasından sonra bilgisayar teknolojisi, ekonomiyi, sosyal yaşamı ve günümüzde politikayı şekillendiren güç haline geldi. Bu yeni teknolojide tekel haline gelen şirketlerin sahipleri ise birinci Gilded Age’ın tekellerinin rüyalarında göremeyeceği bir parasal, politik ve dikkat yönetimi gücüne kavuştular.
İnternet teknolojisi, tıpkı Gilded Age dönemindeki demiryolu gibi, müthiş bir rant ekonomisi yarattı. Rant ekonomisi, sadece Amazon, UBER gibi platformların doğrudan başkalarının emeğinden para kazanmasıyla sınırlı değil. Google, Facebook, Instagram, X gibi platformlar bedava edindikleri data üzerinden milyarlarca dolar kazanıyor.
Nihayetinde sadece Elon Musk, Jeff Bezos ve Mark Zuckerberg’in toplam serveti, ülke nüfusunun yüzde 40’ının yani 160 milyon Amerikalının toplam servetinden daha büyük hale gelmiş durumda.
Walmart’ın kurucusu Sam Walton, ABD’nin en zengin ismiyken öldüğü 1992 yılında 8 milyar dolarlık servete sahipti. Bugün, servetinin büyüklüğü 350 milyar dolar eşiğine yaklaşmış Elon Musk, 30 yıl öncenin en zengini Walton’un toplam servetinden daha büyük parayı tek bir günde borsada kaybedip kazanabiliyor.
Kapitalizm ve demokrasinin çatışması
Tarihçi H. W. Brands, 1865-1900 arasındaki 35 yılın kapitalist öyküsünü anlattığı ‘American Colossus’ kitabında, Amerikalıların genellikle kapitalizm ve demokrasinin doğal şekilde iyi geçinecek iki ortak olduğu yanlış kabulüne sahip olduğuna dikkatimizi çekiyor. Özellikle de bu yanılgıya kör inançları, Cumhuriyetçi Partililerin kendilerini aynı anda hem serbest piyasasının hem de özgürlüklerin şampiyonu görmesi vehmine neden oluyor. Oysaki Amerikan siyasi tarihi, bir yönüyle bu ikisi arasındaki çekişmenin ve tansiyonun da tarihi.
Tarihçi H. W. Brands, kitabında, kapitalizmin, eşitsizlik olmadan varlığını sürdüremeyeceğini yazıyor:
“Demokrasi eşitliğe, kapitalizm eşitsizliğe dayanır. Demokrasideki vatandaşlar kamusal alana her biri bir oyla gelir; kapitalist ekonominin katılımcıları pazara eşit olmayan imkân ve kaynaklarla gelir ve pazardan eşit olmayan getirilerle ayrılır.”
Bu yüzden de kapitalizm, sadece güçlü yasal denetim, genel regülasyon ve işlevsel etik kurallar içinde işlediğinde verimi, rekabeti ve yeniliği güçlendiren bir motivasyona dönüşebilir. Yasal ve etik dizginlerden salındığında ise hırsları, açgözlülüğü ve yolsuzluğu tetikleyecek bir motivasyon olacağı, sayısız deneyimle görüldü.
Henry Demarest Lloyd da daha 130 yıl önce, 1894 yılında yayınlanan Servetin Ortak Yarara Karşı Savaşı kitabında, “özgürlük servet yaratır ama servet de özgürlüğü yıkar” diye benzeri bir uyarıda bulunuyordu.
Büyük miktarda sermayenin belli bir kontrol altında birikmesi, artış gücünden farklı olan yeni bir tür güç yaratır. Ülkede sermaye artışının gücü, doğası gereği yapıcıdır. Sermayenin belli ellerde birikimden gelen güç ise yine doğası gereği yıkıcıdır.
Sermayenin belli ellerde birikmesi sadece endüstrideki diğer rakipleri tehdit edecek bir güç değil, kaçınılmaz olarak herkesin özgürlük ve haklarını da tehdit edecek bir güce dönüşecektir.
Çünkü, sadece ‘piyasada tekel olmak’ yetmez, ‘her şeye sahip olmak’, tekelcinin nihai rüyasıdır. Şöyle açıklıyor Lloyd:
“Kültürün, tecrübenin, onurun her türlü sınırını aşmış hatta dahil oldukları sınıf veya statünün geleneksel ihtiyatını önemsemeyecek kadar güç ve servet sarhoşu bu adamlar, kendilerinin yükselen dalgada sörf yapanlar değil dalganın kendisi olduklarını sanıyorlar. Kendilerini yaratan işi de kendilerinin yarattığı yanılgısı yaşıyorlar.
Onlara göre bilim, doğanın onlar için biriktirdiği sonsuz bir yatırım repertuarı, devlet bir imtiyaz çeşmesi, uluslar müşteri birlikleri ve ‘milyon’ da sadece onlar için yazılmış yeni bir zenginlik aritmetiğinin ölçü birimi. Anonim, denetimsiz, mütemadi bir güce ve lükse sonsuz bir tamah içindeler. Bu gücün onları belli bir noktada doyuma ulaştırma olasılığı, – kesintisiz olarak önlerinde genişleyen imkân dünyası nedeniyle- imkânsız. ‘Milyar’ rakamına ulaşsalar bile doygunluk hissetmeyecekler ve artık yeter diyecekleri bir nokta olmayacak.
Kendilerini toplumun bir parçası olarak görmüyorlar. Kendileri dışındakilere insani duyguları kötürüm hale gelmiş. Toplumun sürekli korkutularak dizginlenmesi gereken bir tehdit olduğuna inanıyorlar.”
ABD, Lloyd’un tasvir ettiği bu açgözlü duyarsızlığın en çarpıcı örneklerinden birine 2008 krizinden sonra tanık oldu. Federal Hükümet, kendi hataları ve açgözlüleriyle batma noktasına gelmiş şirketlere, finans kurumlarına bir trilyon dolarlık yardım sağladı. Zararlarını telafi için aktarılan bu kaynağı, bu şirketlerin CEO’ları ile yönetim kurulu üyeleri, kendi astronomik yıllık ikramiye ve maaşlarına harcamaktan çekinmediler. Hem de açıktan. Hem de Amerikalı çalışanların çoğunun, bu CEO’ların neden olduğu 2008 krizinde ya gelirinin önemli bir kısmını ya işini ya da evini kaybettiği günlerde.
Kongre’de çoğunluk olan Cumhuriyetçi Partililer ise bir yandan bu CEO’ları, ‘iş dünyasını koruma’ adı altında savunurken, krizde evini işini kaybedenlere yapılacak yardımları ise ‘sosyalizm’, ‘anti-Amerikanizm’, ‘devlet eliyle refah paylaşımı’ diyerek engelleyecekti.
2012 yılında Kongre’de çoğunluk olan Cumhuriyetçilerin parti grubu lideri Eric Cantor’un, İşçi Bayramında (Labor Day) attığı Tweet’te, işçilerin değil, girişimcilerin ve iş insanlarının ‘emeğini’ kutlaması, yeni Gilded Age’ın bu politik pervasızlığının en ibretlik göstergelerinden biri olacaktı.
43 yılda CEO geliri yüzde 1460, işçi geliri yüzde 18 arttı
Zenginlerle yoksullar arasındaki gelir eşitsizliği 1970’lerin sonundan itibaren yeniden açılmaya başladı ve 2010’larda orijinal Gilded Age dönemini de aşan oranlara ulaştı. Ekonomik Politikalar Enstitüsünün 2022 raporuna göre 1978 ile 2021 arasında ortalama CEO yıllık geliri yüzde 1460 oranında arttı. Aynı 43 yıllık dönemde ortalama çalışanın maaşı ise sadece yüzde 18 oranında arttı. Reagan döneminin başında bile işçiler CEO’ların 60’ta biri kadar yıllık gelire sahipti. Günümüzde 60 binde biri kadar.
Şirketlerin kârının artmasının, otomatik olarak yeni yatırımlara yol açacağı ve ekonomiyi büyüterek herkesin refahının artıracağı öngörüsü de teorideki gibi gelişmedi.
Bazıları trilyon dolar değerine ulaşan olağanüstü gelirler kazanan şirketler çok düşük oranda vergi ödedikleri için bu büyüme ‘ortak kamusal refaha’ gerektiği ölçüde katkı yapmadı.
ABD’nin en fazla istihdam yaratan şirketleri, en büyük şirketleri değil. Kaldı ki, bu en büyük şirketler kâr ve gelirdeki astronomik büyümelerini, şirketlerin çalışanların maaşlarına da yansıtmıyor.
Ve hepsinden önemlisi bu olağanüstü kar ve gelirin çok azı yatırıma dönüşüyor.
Peki bu para ne oluyor?
ABD’nin en büyük birkaç şirketinin sadece ABD bankalarında yatan ve hiçbir yatırım için kullanmadıkları para 2 trilyon doları geçiyor. Google, Apple, Amazon gibi şirketlerin ne yapacaklarını bilmedikleri, bankalarda tozlanan muazzam büyüklükte para rezervleri var yani. Çoğu milyarderin parası da böyle.
Üstelik bu âtıl sermayeden vergi de alınamıyor.
Çalışanın her kuruşuna vergi var ama zenginin milyarına vergi yok
Trump’ın ilk başkanlığının tek yasal reformu, şirketlerin ve zenginlerin vergisini daha da aşağı çekecek reform oldu. New York Times’ın 2024 Nisan ayında yayınladığı rapora göre, tarihte ilk kez 2018 yılında ülkenin en zenginlerinin fiili vergi oranı, çalışanların fiili vergi oranlarının bile altına düştü.
Bunun en önemli nedeni, milyarderlerin gelirlerini maaş, kâr veya ücret olarak değil borsa hissesi gibi ‘menkul kıymetler’ olarak edinmesi. CEO’lar bile şirketlerinden maaş yerine hisse senedi gibi diğer menkul kıymet seçeneklerini tercih ediyor.
Mevcut yasaya göre, menkul kıymetler, sadece son bir yıl içinde işlem görmüşse oldukça düşük oranda vergilendirilebiliyor. İşlem görmediği sürece menkul kıymet şeklinde servet, kazanç vergisine tabi olmuyor. Bu da maaşlı çalışanın, esnafın kazandığı her kuruş için vergi vermek zorunda olduğu sistemde, yüzmilyonlarca ve milyarlarca dolar kazananların vergiden muaf olduğu bir düzen yaratıyor.
Amazon’un sahibi ve 200 milyar dolardan fazla serveti olan, bir hesaba göre saat başına geliri 7.9 milyon dolar olan Jeff Bezos’un bazı yıllar ‘yıllık maaş kazancı’ 150 bin doların altında kaldığı için çocuk desteği vergi kredisi aldığı ortaya çıkacaktı.
ProPublica’nın milyarder beyannameleri üzerinde yaptığı araştırma dünyanın en zengini Elon Musk’ın 2014 ile 2018 arasında yüzde 3,27 oranında gelir vergisi ödediğini belirlemişti. O günlerde ABD’nin en zengini olan Warren Buffet ise vergi oranı ise yüzde 0,1 gibi gülünç bir düzeyde kalmıştı. En düşük maaşlı çalışan vergi oranı ise yüzde 10.
Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman, bu durumu, NY Times’taki yazılarında sık sık, “bu tür kapitalizm, sadece yüzde 1 için kapitalizm. Toplumun en az yüzde 80’inin kapitalizmin nimetlerinden yararlanmasını engellemek için kurulmuş bir sistem bu.” şeklinde eleştiriyor.
Milyarderler, servetlerini vergiden korumak için yatırımlarını bile borçlanma ile yapıyorlar. Musk, Twitter’ı Tesla hisselerini ipotek olarak gösterip, 13 milyar dolarlık vergiden muaf kredi edinerek alacaktı örneğin.
Milyarderleri korkutan seçim vaadi
Joe Biden’ın, son bir yıl içinde işlem görmemiş olsa bile menkul değerden yıllık vergi alınması yönünde son yıllarda gündeme getirdiği reform isteği, Kamala Harris’in kampanyasında somut bir projeye dönüştü. Projeye göre 100 milyon dolardan büyük servet, son bir yıl içinde işlem görmemişse bile yüzde 25 vergiye tabi olacaktı. Bu seçim vaadi, teknoloji devlerinin ve milyarderlerin Trump’ın safına geçmesinin en önemli nedeni olarak görülüyor.
Politik bilimci Adam Bonica’nın, kampanya bağış kayıtları üzerinde yaptığı çalışma bu kırılmayı çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Cumhuriyetçi Parti’ye 10 milyon doların üzerindeki bağışlar önceki yıllarda Cumhuriyetçi Parti kampanyalarına yapılan toplam bağışın sadece yüzde 4’ünü oluşturuyordu. 2024 yılında bu oran yüzde 56’ya çıktı. Yani partiyi büyük ölçüde milyarderler finanse ediyor artık. Bu mega bağışçılar 2008’de sadece 58 milyon dolar siyasi bağışta bulunmuştular. 2024 seçiminde mega bağışçıların bağış toplamı 2.4 milyar doları geçti. Bunun yüzde 10’u ise tek başına Musk’a ait.
Adam Bonica bir ironiye dikkat çekiyor. Cumhuriyetçi Başkanlar dönemi neredeyse istisnasız olarak ekonomik krizle ve büyük gelir kaybıyla bitiyor. Demokrat Başkanların dönemi borsaların ve ekonominin toparlandığı, gelirlerinin yükseldiği dönemler oluyor. Ama milyarderler birkaç istisna dışında neredeyse topyekun Trump’ı desteklediler.
Bu tercihe yol açan psikolojinin önemli bir nedenine ise, 2013’te yayınlanan “21. Yüzyılda Sermaye” adlı klasiğiyle kapitalizm içi tarihi bir sorgulamayı alevlendiren Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin analizlerinde denk geliyoruz. İnsanlar, mevcutlarını korumayı, olası kazançlarına önceler. Milyarderler de farklı değil.
Piketty, anti kapitalist bir tartışma başlatmıyor. Kapitalizmin, olması gereken rayından çıktığını, sermayenin getiri oranının, ekonominin büyüme oranından yüksek hale geldiğini sergileyerek tartışıyor. Servetin çok küçük bir azınlığın elinde birikmesinin, politikanın ana gündemi haline gelmesi gerektiğini savunuyor.
İkinci Trump dönemi Yeni Gilded Age’ın zirvesi
Yeni ‘Gilded Age’, Donald Trump ile başlamış değil. 1970’lerin sonundan itibaren, çoğu Cumhuriyetçi ama Demokratların da içinde olduğu politik kadrolarca adım adım inşa edilmiş bir düzen bu. Yeniden Gilded Age düzenine dönüşte vitesi yükselten ise orijinal Gilded Age dönemindeki gibi Yüksek Mahkeme oldu.
Reagan döneminden itibaren üye atanan muhafazakâr üyelerin çoğunluğa geçmesiyle ABD Yüksek Mahkemesi, 20. Yüzyılın büyük bölümünde savunucusu olduğu ilerici, özgürlükçü ve eşitlikçi Anayasa yorumu çizgisini terk ederek Gilded Age Yüksek Mahkemesinin süper zengin dostu, dinci ve beyaz ırkçısı çizgisine geri dönmeye başladı.
Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da ABD tarihinin, saygınlıktan en uzak en yolsuz yüksek mahkemelerinden birine dönüştü. Mahkemenin en kıdemli muhafazakâr üyesinin, mahkemede dosyaları olan milyarderlerle, onların sağladığı parayla tatile çıktığı ortaya çıktı. Trump’ın atadığı bir üyenin, mahkemedeki görevine başlamadan birkaç ay önce yıllardır satamadığı evini, mahkemede dosyası önüne gelecek bir şirketin astronomik bir fiyata satın aldığı ortaya çıktı. Yüksek Mahkemenin muhafazakâr başkanı art arda patlayan skandallara, bağlayıcılığı olmayan bir etik kural listesi yayınlamaktan başka bir adım atmadı.
Mahkemenin ABD demokrasisine en büyük darbesi ise 2010 yılında “Citizen United v. Federal Election Commission” adlı davadaki içtihadı ile geldi.
İlerici Dönemde, 1907 yılında, şirketlerin seçim kampanyalarına bağış yapması yasaklanmış ve sonraki yasalarla paranın seçimleri etkileme gücü frenlenmişti. 2000’lerin başında bile seçim kampanyalarına sadece gerçek insanlar, kişi başına en fazla 2400 dolar olarak bağış yapabiliyordu.
Yüksek Mahkeme, şirketlerin ve Cumhuriyetçilerin 30 yıldır sürdürdüğü kampanyaya 2010 yılı içtihadında hak verdi ve şirketlere bağış yasağını ortadan kaldırdı. Mahkeme, şirketleri, tıpkı Gilded Age döneminde olduğu gibi yeniden anayasal anlamda ‘kişi’ olarak kabul ediyordu. Dolayısıyla bu ‘kişilerin’, seçim kampanyalarına bağış yapmasının engellenmesini de anayasal ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendiriyordu.
Daha da ötesi, şirketler, adayların resmi kampanyası ile kâğıt üstünde resmi bağı olmayan politik destek kampanyalarına (Super PAC) sınırsız bağış yapma imkanına da kavuştular.
Bugün bu içtihat sayesinde, Elon Musk, satın alıp adını X diye değiştirdiği Twitter üzerinden, yani aleni şekilde, Cumhuriyetçi Kongre üyelerini, “Trump’ın istediğinin aksine oy verenin karşısına milyonlarca dolarlık kampanya ile çıkar, önseçimi kaybettiririm” tehdidiyle susturabiliyor.
Kendisi başlatmamış olsa da Trump’ın başkanlığı özellikle de ikinci dönem başkanlığı bu yeni yozlaşma çağının zirvesini temsil ediyor. Milli irade şampiyonu Trump’ın yemin törenindeki oturma düzeni bile nasıl bir düzene geçildiğinin çarpıcı bir göstergesiydi. Amazon, Facebook, Google, X (Twitter) başta olmak üzere teknoloji devlerinin milyarder CEO’ları, eski ABD başkanlarının tam karşısına, Trump hanedanlık üyesinin arasında oturuyordu. Milletin temsilcisi Kongre üyeleri ve eyalet valileri ise arkaya ve balkonlara gönderilmişti.
Elitlere karşı, milletin milyarder evlatları
Para ile siyaset, son birkaç ayda, 19. Yüzyılda bile görülmemiş bir pervasızlıkla açıktan ilişkiye girmiş durumda. Sadece Trump ABD tarihinin en zengin başkanı olmakla kalmıyor, ABD tarihinin en zengini olan Elon Musk da bu yönetimin fiili iki numarası durumunda. “Elitlere karşı milletin evlatları” iddiasıyla kurulmuş Trump Kabinesi, ABD tarihinin en zengin kabinesi. Trump yönetiminde tam 13 dolar milyarderi var. Örneğin milyarder Howard Lutnick Ticaret Bakanı, milyarder Linda McMahon Eğitim Bakanı, milyarder Scott Bessent Hazine Bakanı. Silikon Vadisindeki işleriyle dolar milyoneri olan Başkan Yardımcısı J.D. Vance, yönetimin en “fakir” üyelerinden biri.
Bir önceki Başkan Joe Biden ve kabine üyelerinin toplam servetlerinin 118 milyon dolar olması, Yeni Gilded Age düzeninin ulaştığı hızı göstermesi açısından çarpıcı.
Tesla’yı devletin alternatif enerji kullanımı teşvikleri ve yardımları sayesinde büyüten, Space X başta olmak üzere milyarlarca dolarlık kamu ihalesiyle zengin olan Musk, ihale almak istediği federal kurumları, kamudan aldığı paraları nasıl kullandığını incelemekle görevli daireleri denetleyen kamu yetkilisi konumunda. Şirketlerine inceleme başlatmış bütün denetim kurumlarını, ‘bürokratik oligarşiye savaş’ adı altında susturuyor.
Eski Senatör Max Baucus, şubat ayında şirket yöneticilerine konuşurken, “sarayda sizi Trump’a ulaştıracak bir bağlantınız yoksa artık büyük çaplı iş yapamazsınız” tavsiyesinde bulunarak yeni düzenin gerçeğini sergiliyordu. Örneğin, milyarlarca dolarlık kamu ihalelerine talip olan Jeff Bezos, Melania Trump’ın yapımcısı olduğu özyaşam belgeseline 40 milyon dolar ödeyerek satın alıyordu. Bu açık birer rüşvetti. Ama bu tür haberler artık günlük hale geldiği için kanıksanır olmuş durumda.
Gazeteler, milyarder CEO’ların şimdiden Başkent DC’de Beyaz Saray’a yakın köşkler satın aldıkları haberleriyle dolu. Tarihte ilk kez bu kadar çok milyarder ABD başkentinde yaşamaya başlıyor.
İki Gilded Age’ın benzerlikleri
Birinci Gilded Age, artçısı 1920’ler ve günümüzdeki (aslında kısmen küresel bir Gilded Age de diyebiliriz) Gilded Age arasındaki benzerlik sadece para ile politika arasındaki ensest ilişkiden ibaret değil.
Beyaz ırkçılığı, göçmenler ülkemizi ele geçiriyor korkusu, din ve bayrak hamaseti, fetihçi dış politika hortlamış durumda. Köeliliği savunmuş bunun için Güney Ordusunda savaşmış generallerin isimleri siyah yerleşim birimlerinde binalara veriliyor, heykelleri ‘tarihimize sahip çıkma’ adı altında yeniden dikiliyor.
Beşinci Cadde ise 2000’lerin başından itibaren adeta küllerinden yeniden doğuyor. Art arda içinde ultra lüks malikaneler barındıran gökdelenler inşa ediliyor. Konak ve daire fiyatları akıl almaz derecede yükseliyor. Bunların sahiplerinin arasında dünyanın her yerinden yolsuz politikacıların olması, yeni Gilded Age çağının sadece ABD eksenli olmadığını, küresel bir Gilded Age düzenine girdiğimizin çarpıcı bir göstergesi.
Ve kambersiz düğün olmaz misali, “aile yok ediliyor” paranoyası da kutuplaşmanın baş köşesine yeniden yerleşmiş durumda…
Kadınlar ve kadın eşitliği hareketinin yanı sıra, eşcinsellerin eşitlik hareketine karşı muhafazakâr tepki, yeniden devlet politikası haline geliyor. Gilded Age ve 1920’lerde olduğu gibi, ‘erkekliğin tehdit altında olduğu’ iddiası, yeniden mâkes buluyor. En trajik olanı ise, kamu okullarında akran zorbalığı, dinsel, cinsel, ırksal ayrımcılık oluşmasını engellemeye matuf kuralların, sırf trans çocuklar da yararlanıyor diye kaldırılması. 360 milyonluk ülkede, dört milyon kamu okulu öğrencisi arasında sayısı birkaç bini geçmeyen cinsel kimliği belirsiz çocuktan, ‘kötülüğünü etrafındaki çocuklara bulaştıracak şeytanlar’ gibi bahsediliyor. Bu çocuklar korkunç bir yalnızlık ve çaresizliğe terk ediliyorlar.
Günümüz ile orijinal Gilded Age arasındaki en büyük fark
Bununla beraber iki dönem arasında bazı temel farklar da var. Bunlardan bazıları ana aktörlerin kişisel özellikleri gibi detay konular. Örneğin iki dönemin harami baronlarının kültürel nitelikleri. Birinci Gilded Age’ın baronları, iş dünyasındaki bütün açgözlülük ve zalimliklerine rağmen, kültüre, sanata, bilime ve entelektüel üretime saygıları ve destekleri olan insanlardı. Halk kütüphaneleri sisteminin kurulmasından dünyaca ünlü birçok müzeye ve üniversiteye kadar çok sayıda kurumun sponsoru oldular.
Günümüzün Musk, Bezos, Trump gibi harami baronları ise, kültürel, sanatsal ve entelektüel üretimi aşağılamalarıyla, “millet düşmanı elitizm”, “marjinallik”, “solcu lunatizmi” gibi ifadelerle nitelemeleriyle biliniyor. Trump’ı veya Musk’ı herhangi bir kültür sanat oluşumuna veya hayır organizasyonuna ilgili görmek neredeyse imkânsız. Trump, New York tarihinde, hayatı boyunca bir kültür sanat veya hayır kurumunun yönetim kurulunda üye olmamış tek milyarder.
İki dönem arasındaki en büyük farka ise tarihçi Steve Fraser dikkatimizi çekiyor. Fraser, birkaç yıl önce PBS’e verdiği röportajında, 19. Yüzyıl son çeyreği ile günümüzdeki Gilded Age arasındaki en büyük farkın, ‘günümüzdeki büyük sessizlik’ olduğunu belirtiyor.
19. Yüzyılın son çeyreğinde paranın ve siyasi gücün bir avuç insanın elinde toplanmasına karşı muazzam bir direniş gerçekleşmişti. Yıllar içinde artan direnç muazzam bir toplumsal hareketliliğe dönüşmüştü. Bazıları ülke geneline yayılan grevleriyle sendikalar, anarşistlerin, kadınların, siyahların, göçmenlerin ardı arkası kesilmeyen protestolarının neden olduğu sosyal baskı, önce eyalet kongrelerinin arından federal kongrenin Gilded Age’ın sonunu getirecek reformlar yapmasına yol açmıştı.
Günümüzde ise sendikalardan üniversitelere kadar genel bir kabullenmişlik ve acizlik egemen. Bunda günümüz Gilded Age düzeninin, 19’uncu yüzyıldaki ilham kaynaklarının rüyasında göremeyeceği bir medya, algı ve dikkat yönetme gücüne erişmiş olması rol oynuyor olabilir. Orijinal Gilded Age döneminin gazetecisi Henry Demarest Lloyd, o günlerde lokomotifin bütün seçim sandıklarından daha güçlü hale geldiği tespiti yapmıştı. Günümüze erse, lokomotif yerine ‘algoritma’ diyeceğine hiç şüphe yok.
Beyazlara karşı ırkçılık olduğu, göçmenlerin, kentli kadınların, siyahların, Müslümanların, eşcinsellerin kayırıldığı gibi paranoyalar etrafında oluşturulan keskin kültür savaşı, özellikle de beyaz Amerikalının zihnini, neden “şahlanan ekonomilerden”, “altın çağ”dan, refahtan pay alamadıklarını sorgulayacak kafa dinginliğine ulaşamayacak kadar meşgul ediyor.
Trump’ın ikinci döneminde, federal kurumdaki işini ve az da olsa gelirini kaybetme korkusu da bu ‘yel değirmenlerine’ eklenmiş görünüyor. Gilded Age düzeninin muhalif aydınlarından Upton Sinclair’ın da o dönemde yakındığı gibi, “Bir adamın bir gerçeği anlamasını sağlamak, eğer geçimi o şeyi anlamamasına bağlıysa, çok zordur”.
Timsahın suyuna gidenlerin trajedisi
Ana akım medya kurumları, düzenden zarar göreceği açık şirketler, büyük hukuk şirketleri, birkaçı dışında üniversiteler, ‘timsahın’ suyuna gitmeyi tercih ediyor. İngiliz Başbakan Churchill’in sık kullanımıyla meşhur olmuş benzetmedeki gibi. “Suyuna gidersek bizi yemeyi en sona bırakır. Sıra bize gelinceye kadar da düzen değişir” hesabı. Churchill’in de dediği gibi tarih bu hesabı yapanların trajedileriyle dolu.
İtirazın, beklentiyi kaybetmemenin ve umudun, gidişatı frenleme gücü unutulmuş gibi.
Alexis de Tocqueville’in yaklaşık iki asır önce dikkat çektiği gibi, biz insanlar refahımızı ve yaşam kalitemizi, genel standartlar üzerinden değil bir eğri üzerinde derecelendirme eğilimine sahibiz.
Tocqueville, bu yüzden, devrimci duyguları, kitleselleşen yoksullaşmanın değil, beklenti ve iyimserliğin artmasının kabartabildiğini yazıyor. Çünkü kendisini, adaletsizliğin ve eşitsizliğin kurbanı görmesi bir insanın pratikte adaletsizliğin ve eşitsizliğin kurbanı olmasından başka sonuç doğurmaz. Kendisinde bu gidişata dur deme gücü görmek, kurban olmayı reddetmek, daha iyisi mümkün deyip bunu istemek, bunun mücadelesini vermek ise gerçekten gidişatı değiştirecek şeydir.
Amerikan toplumu şimdi böylesi bir yol ayrımına gelmiş durumda. İtiraz ve dirençle karşılaşmazsa, bu yeni Gilded Age düzeninin, bütün Gilded Age düzenlerinin nihai gayesine, yani monarşiye yeltenmesi kaçınılmaz.
NOT: Trump’ın Altın Çağı dizisini, son bir yazıyla tamamlayacağım.