Skip to content
Menu

‘Her şey her şeyle irtibatlı’

(Alexander von Humboldt. Alman ressam Julius Schrade’nin portresi. 1858. Metropolitan Müzesi koleksiyonu.)

 

NOT: Bu yazı ilk olarak Atlas dergisinin Kasım 2020 sayısında yayınlandı.

CEMAL TUNÇDEMİR

Ekvador’un ‘kuru’ mevsimiydi. Bir Haziran ayıydı. Bir Cuma günüydü. Bir öğleden sonraydı. Arabamız And Dağlarının virajlı yollarında ilerlerken, görmeye can attığım şeyi görecek olmanın dayanılmaz heyecanı içinde yan camdan baş döndürücü manzaraları seyrediyordum. 

Guayaquil’den beri beraber seyahat ettiğim Don Roberto’nun, Cuenca – Riobamba yolunda heyecanlı, ‘Cemalito mira!’ seslenişi ile öne bakıyorum. ‘Mira, Chimborazo!’ diyerek parmağıyla doğru yönü gösteriyor. ‘And Dağlarının Kralı’nın kralının kapısındayım nihayet. Bir zamanlar bilimin, şiirin ve devrimlerin görkemli ilham kaynağı olan dağın, Chimborazo’nun huzurunda… 

Chimborazo Yanardağı, neredeyse Ekvator çizgisi üzerinde yer alıyor. Bu yüzden de denizden 6263 metre yükseklikteki zirvesi, yerkürenin, çekirdeğinden en uzak noktası konumunda. Yani, Dünyamızın, Ay’a, Güneş’e, dış uzaya en yakın karası aynı zamanda. Yaklaştıkça, bu mistik ve heybetli yanardağın neden bu kadar çok edebiyat eserine ve bilimsel çalışmaya konu olduğunu anlamak da kolaylaşıyor. 

Buzullarla kaplı dağdan sadece birkaç saat aşağıda tropik yağmur ormanları uzanıyor. Onlardan yukarı çıktıkça palmiye ve bambuların yerini meşe ve meyve ağaçları alıyor. Derken, Andlar’ın bereketli tarlaları, çayır ve meralıklarında buluyorsunuz kendinizi. Dağın yüksek kesimlerinde bu doku önce bozkıra, sonra tundraya, ardından çakıl ve kayalıklara, son olarak buzullara dönüşüyor. Chimborazo, sadece birkaç saatlik çevresiyle dünyamızın bütün iklim ve coğrafya özetini sunuyor. 

19’ncu yüzyılın ikinci yarısına kadar dünyanın deniz seviyesinden en yüksek dağının da Chimborazo olduğu sanılıyordu. Everest’in, deniz seviyesinden en yüksek dağ olduğu anlaşılıncaya kadar… Dolayısıyla Chimborazo, 19’ncu yüzyılda sayısız edebi eserin, felsefi metnin atıf yaptığı veya sembol olarak kullandığı bir yerdi. 

Chimborazo yanardağı, Riobamba.

Emily Dickinson, aşkın yüceliğini ve imkansızlığını, Chimborazo’nun henüz kimsenin çıkamadığı zirvesine ulaşmaya benzetecektiRalph Waldo Emerson, ‘Şair’ adlı denemesinde, şairi, ufuk çizgisinin üstüne tek başına çıkmayı başaran Chimborazo gibi, kendini çevreleyen sosyal düşünsel ufkun üstüne çıkmayı başarabilen insan gibi niteleyecekti. 

Aslında beni Chimborazo’nun eteğine gelmeye bu kadar heveslendiren de, Dickinson ve Poe’dan, Whitman ve Thoreau’ya birçok büyük ismin dimağına hiç görmedikleri Chimborazo’nun adını kazıyan kişiydi; Alexander von Humboldt. Kendisi de doğa bilimlerinin Chimborazo’suna dönüşecek, yükseldiği ufuk ötesinden ‘doğanın büyük resmini’ görecekti.

Benden yaklaşık 200 yıl önce, 1802 yılında, yine bir Haziran ayında bu dağın yamacına gelen Alexander von Humboldt, burada gördükleriyle, sadece bu dağa küresel şöhret kazandırmayacak, türümüzün doğaya bakışında da yeni bir çağ başlatacaktı. 23 Haziran 1802 günü Chimborazo’nun eteğine vardığında henüz 31 yaşında olan Humboldt, daha 20 yıl kadar önce doğadaki her şeye çok büyük merak duyan çocuğu hala içinde taşıyordu. Yerli rehberleri ve bilimci arkadaşları, Humboldt’un Chimborazo’nun yamacında, gördüğü her şeye yönelip, sevinç içinde çantalarına bitki ve taş örnekleri doldurmasını şaşkınlıkla izleyecekti. Bütün çocukluğu, sıkça okuldan doğaya kaçıp bunu yaptığı için annesinden azar işitmesiyle geçmişti. 

Humboldt , 1769’da oldukça zengin bir Prusya aristokratının oğlu olarak dünyaya gelmişti. Berlin yakınındaki malikanelerinde kardeşi Wilhelm ile büyürken, ailenin maddi olanakları sayesinde, fizikçi Marcus Herz gibi Aydınlanma çağının bazı düşünürlerinin özel eğitiminden geçtiler. Bu öğretmenleri, Humboldt’un zihin dünyasına, ‘hakikat, özgürlük ve öğrenme hevesinin’ tohumlarını ektiler. Bütün çocukluğu, ‘can sıkıntısının sarayı’ dediği malikaneden kurtulacağı, uzaklara özgürce gidebileceği günlerin düşlerini kurmakla geçecekti.  

Prusya devletinin maden bakanı olmasını isteyen annesinin baskısıyla madencilik akademisi okudu. Bunu da, jeoloji konusunda uzmanlaşmak için bir fırsata dönüştürdü. Botanik, zooloji, biyoloji, kimya, coğrafya zaten büyük ilgi duyduğu konulardı. Freiberg bölgesinde maden müfettişi olduğu günlerde Latince kaleme aldığı ve Freiberg florasını incelediği eseri, Almanya’nın büyük şairi Goethe’nin dikkatini çekecekti. Aslında Goethe, yıllar önce aileyi bir ziyaretinde çocuk yaştaki Humboldt ile tanışmıştı. Ama okuduğu metinden sonra bu kez yazar Humboldt ile tanışmaya büyük heves duyuyordu. İkisinin de yaşamında önemli bir dönemeç olacak tanışma, 1794 yılında Jena’da gerçekleşti. 

Humboldt’un kardeşi Wilhelm, Almanya’nın bu özgürlükçü üniversite kentine yerleşmişti. Goethe ise Jena’nın hemen yakınındaki Weimar’da yaşıyor, sık sık Jena Üniversitesinde de çalışmalar yapıyordu. Humboldt’un konaklayacağı evin tam karşısında ise Alman edebiyatının bir başka dev ismi Friedrich Schiller oturuyordu. 

Jena Üniversitesi, klasik çağ düşünce ve sanatını, romantizm ve aydınlanma idealleri ile harmanlayarak yeni bir hümanizm fikri oluşturan Weimar Klasikçileri olarak adlandırılacak ekolün merkeziydi. Schiller ve Goethe’nin yanı sıra, Hegel ve Schopenhauer’ın da öğrencisi olacağı, yaklaşık 40 yıl sonra Karl Marx’ın da doktora tezinin kabul edileceği üniversiteydi. 

Goethe’nin birkaç yıl önce yayınlanan Genç Werther’ın Acıları kitabı büyük yankı yapmış kısa sürede Avrupa’nın nerdeyse bütün dillerine çevrilmişti. Kitap öylesine popülerlik kazanmıştı ki Çinliler bile Avrupa pazarına satmak için ‘Werther porseleni’ üretmeye başlamıştı. Humboldt, Goethe ve Schiller’in de dahil olduğu bu seçkin grubun üyesi haline geldi. O günlerde 40’lı yaşlarında olan Goethe’den oldukça genç olmasına rağmen, bu sohbet grubunda çoğu zaman liderliği Humboldt yapıyordu. Yalnız bir dağ gibi olan ve başkalarını dinlemeye çok meraklı olmayan Goethe bile sonradan, onun hakkında, “sadece bir saat sohbet ederek, 8 gün kitap okumaya bedel bilgi öğrenebilirsiniz” diye yazacaktı. Bir başka defasında ise “onunla geçireceğiniz birkaç gün yedi sene ömre bedel” diye konuşacaktı.

Humboldt konusunda uzman tarihçi Andrea Wulf, Goethe’nin, ölümsüz eseri Faust’un baş karakteri Heinrich Faust ile Humboldt arasındaki büyük benzerliklerin tesadüf olmadığına dikkat çekiyor. Nitekim Goethe’nin, ilki 1808’de ve ikincisi 1832’de yayınlanan Faust’u yazmaya yoğunlaştığı zamanların hepsi, Humboldt’un ziyaretlerinden hemen sonrasıydı. 

Bugün sadece edebiyatçı olarak bilinse de Goethe aynı zamanda bir doğa bilimciydi. Yeryüzünün oluşumu ve botaniğe büyük merak duyuyordu. Goethe şahsi bilimsel teorilerini tartışabileceği, geliştirebileceği bir arkadaştan yoksundu. Humboldt ile tanıştığı gün bu değişti. Humboldt, onun yıllardır beklediği kıvılcımdı. Humboldt ile beraber geçirdiği saatlerde zihni her yöne doğru çalışıyordu. Eski not defterlerini, kitaplarını, çizimleri raflarından indirmeye başladı. 

Goethe, sınıflandırmayla branşlaşmayla çok ilgili değildi. Bitki ve hayvanlara bütün doğaya yön veren ana dinamikleri merak ediyordu. O yıl, bütün bitkilerin ilkel bir ‘urform’dan geldiğini savunan Bitkilerin Metamorfozu adlı bir deneme kaleme almıştı. Her bitki bu ‘urform’un bir varyasyonuydu. Geriye gidildiğinde bir ‘birlik’ vardı. Ona göre bu ‘urform’, ‘yapraktı. Sonradan taç yapraklar, sonra çanaklar diye diye çeşitleniyordu. “Evveliyatında ve ahirinde her bitki aslında yapraktır” diye yazacaktı. 

Yine Goethe, Darwin’den yaklaşık yarım yüzyıl önce, bitki ve hayvanların, yaşadıkları doğaya adapte olacak şekilde değiştiğini ifade edecekti. ‘’Fok balığı örneğin,’’ diyecekti Goethe, ‘’Yaşadığı deniz doğasına adapte olmuş bir bedeni var. Ancak içindeki iskelet, kara memelilerininki ile aynı düzene sahip.’’ 

Goethe bir defasında Schiller’e, “Humboldt’un öğrenme ve anlama merakı o kadar bulaşıcı ki, bütün bilimsel alakam kış uykusundan uyandı” diye konuşacaktı. Schiller ise, bu şahlanmış doğa bilimleri merakının, Goethe’yi şiirden ve estetikten uzaklaştırabileceği endişesi yaşıyordu. Schiller’in, tanıştıkları ilk aylarda Humboldt’a en büyük eleştirisi de buydu. Romantizmden yoksun görüyordu. Humboldt’un her şeyi bilimsel olarak ölçme merakının onun şeylerdeki anlamı görmesine engel olduğu kanaatindeydi. 

Humboldt’un Jena’dan ayrılmadan önceki son ayları bu açıdan oldukça verimli tartışmalarla geçti. Üçlü, Schiller’in veya Goethe’nin evinde yaz akşamları buluşup sonraki günün erken saatlerine kadar Goethe’nin deyimi ile ‘doğa, sanat ve zihin’ üzerinde konuşuyordu.

O günlerde bütün Avrupa entelektüellerini kutuplaştıran “doğayı nasıl anlayabileceğimiz” en önemli konularıydı. Bu tartışma çok kabaca, aydınlanmanın iki düşünce ekolonün, rasyonalizmin ve emprisizmin(deneycilik) güdümündeydi. Rasyonalistler, bütün bilginin kaynağının akıl ve akılcı düşünce olduğuna inanıyordu. Deneyciler ise insanın doğayı, ancak ‘deney ve gözlem ile bilebileceğine inanıyordu. Onlara göre sezgilerden ve duyulardan hiçbir şey gelmezse zihnin kendi kendine bilebileceği hiçbir şey olamazdı. Bir taraf bilgilerini mutlaka deneye dayandırırken diğerleri en nihayetinde akla ve mantığa dayandırıyordu. 

Humboldt’un Jena’da Goethe ile tanışmasından sadece birkaç yıl önce Immanuel Kant adlı Alman filozof, aydınlanmanın bu dev tartışmasına noktayı koyacak, kendi deyişi ile, ‘250 yıl önce Kopernik’in yaptığı kadar radikal bir devrimi felsefede yapan’, Saf Aklın Eleştirisi adlı kitabını kaleme almıştı. Kant, doğayı anlamada, emprisizm ve rasyonalizmi buluşturup bütünleyen bir yol oluşturuyordu. Aydınlanmaya yeni bir açılım getiren Kant’ın düşünceleri ve ünü kısa sürede Jena Üniversitesine de ulaşmıştı. Etkisi her geçen gün büyüyordu. Öyle ki Jena Üniversitesindeki Kantçı öğrencilerinden biri, o günlerde Kant için, ‘’bugünlerde henüz dünya tanımasa da gelecek yüzyılda İsa kadar ünlü olacak’’ iddiasında bulunacaktı. Humboldt da, tıpkı Goethe gibi Kant’ın yaklaşımından derin şekilde etkilenenler arasındaydı. 

O dönemde Prusya’ya bağlı Könisberg Üniversitesinde hocalık yapan Kant’ın en popüler derslerinden biri de Fiziki Coğrafya dersleriydi. Kant bu derslerinde, bilginin sistemli bir yapısı olması gerektiğini, bir anlam kazanabilmesi için tekil bilgilerin çok daha geniş bir çerçevede bir araya getirilmesi gerektiğini savunuyordu. Bir evin inşasını örnek veriyordu. Tuğlalar parçalar üst üste konulmadan önce, bütün evin planının nasıl olacağı fikrinin oluşması gerekirdi. Bu, Humboldt’un bilime bakışını ve doğayı bir bütün olarak anlama çabasının temel taşı olacaktı. 

Jena’ya, doğayı sadece ölçme ve deney yaparak anlamaya çalışan biri olarak gelen Humboldt, Goethe ve Schiller’in etkisiyle, doğaya, şiirsel ve sansasyonel bakış da kazanacaktı. Doğanın kapsamlı kavranışı, bizim dünyaya dönük estetik tecrübemizden ayrılamazdı. Doğayı anlamak için onu anlama isteğine sahip olmanız gerekirdi. Onu anlama isteğini besleyecek şey ise doğa sevgisi ve ona temaşa nazarıyla bakabilmekti. Kant, Goethe ve Schiller’in etkisinde gelişen bu bakış, Humboldt’un en bilimsel yazılarının bile zaman zaman şiirsel ve romantik bir üsluba sahip olmasının temel nedenidir. Nitekim Humboldt da sonradan, Jena’da Goethe ile geçirdiği yılların ona, doğayı anlamak ve doğaya baktığında gerekli olanı görebilme imkanı veren ‘yeni organlar kazandırdığını’ yazacaktı. 

Bütün bu zihinsel değişimden sonra Humboldt, biyografisi konusunda uzman isimlerden biri olan Andrea Wulf’un deyimi ile ‘’Doğayı hem gözü, hem kalbiyle göreceği yere’’, Güney Amerika’ya doğru yola çıkmaya artık hazırdı. 

Doğa bilimleri tarihin belki de en önemli yolculuğu 5 Haziran 1799 günü Pizzaro Gemisinin Galiçya’dan demir almasıyla başladı. Paris’te tanışır tanışmaz arkadaş olduğu Fransız botanikçi Aimé Bonpland ile birlikte, 16 Temmuz’da Venezuela’nın Cumaná liman kentine ayak bastılar. 

Humboldt’un doğup büyüdüğü dönemde,  aydınlanma düşüncesi ile yeni tekonolojilerin yol açtığı bilimsel dönüşümlerin, doğa ile ilişkimizi de yeniden düzenlediği bir dönemdi. James Watt’ın buharlı motoru icadı doğayı kontrol duygusunu güçlendirirken, Benjamin Franklin’in ‘paratoneri’ icadı insanlarda ‘doğa korkusunu’ yok etmeye başlamıştı. Aristo’dan beri egemen olan ve insanı doğanın merkezine yerleştiren bakış, gelişen teknolojik imkanlarla daha da pekişmişti.

Doğanın, teknoloji ve tarım kullanılarak ehlileştirilebileceği, mükemmelleştirileceği fikri yaygınlaşmıştı. Düzenli tarlalar, ayıklanmış ormanlar ve planlı köylerle vahşi doğa, çok daha verimli ve yararlı bir alana dönüştürülecekti. Hatta, o çağda Kuzey Amerika’da bazı düşünürler, öncü yerleşimcilerin yaban yerlere yerleşmesinden sonra iklimin düzeldiğini bile savunabiliyordu. Onlara göre el değmemiş ormanlardan kesilen her ağaç ile hava biraz daha arınıp, ılıman hale geliyordu. 

Humboldt ise, çağının bu yaygın kabullerine taban tabana zıt bir görüşteydi. İnsan, doğanın efendisi değil bir üyesiydi. Doğadaki her şey birbiriyle etkileşim içindeydi. İnsan, doğayı, kendi çıkarları ve keyfine göre şekillendirmeye kalkmamalıydı. “İnsan sadece doğanın sistemine uygun hareket etmeli. Doğanın kanunlarını öğrenerek, onunla uyumlu olmalıydı”. 

Henüz kimsenin doğanın, tahrip olabilir bir sistem olduğunun farkında bile olmadığı bir çağda, insanın, tür olarak doğayı yok edebilecek potansiyele sahip olduğu ve bunun çok yıkıcı sonuçları olabileceğini düşünüyordu. 

Humboldt’un bugünkü Venezuela içinde kalan tropik Aragua Vadisinde gözlemleri, bu endişesini daha da besledi. Yerlilerin isteğiyle Valencia Gölünün su seviyesinin hızla düşmesi ve gölün kurumaya başlamasının sebeplerini araştıran Humboldt, temel neden olarak yamaçlardaki ormanların kereste elde edilmek için hızla yok edilmesini belirleyecekti. Kereste, o yüzyılın petrolüydü ve çok değerliydi. 

Humboldt, sonraki yıllarda güney Peru’da, İtalya Lombardiya’da, on yıllar sonra Rusya’ya yaptığı ziyaretlerde de orman kıyımını çok ciddi bir sorun olarak gözlemleyecekti. Ağaçların su depolaması, atmosfere nem kazandırması, toprağı koruması, serinletici etkileri ve oksijen üretmeleriyle ormanların, ekosistem ve iklim için yaşamsal önemine dikkat çeken ilk bilimci olacaktı. 

O günlerde Orinoco yağmur ormanlarında misyonerlerin kiliselerini aydınlatmak için kaplumbağa yumurtası yağı kullanarak kaplumbağa nüfusunu nasıl dramatik şekilde azalttıklarına, bir kaç ay sonra da Venezuela sahillerindeki inci avcılarının kontrolsüz avlarıyla bölgedeki istiridye stokunu nasıl tükettiklerine de dikkati o çekecekti. Ormanlara ve doğal çevreye dönük ‘bu vahşi tahribatın’ sonraki kuşaklar için sonuçlarının ‘katastrofik’ olacağı uyarısını kaleme alacaktı. Bu tarihi uyarılarıyla modern çevreciliğin temellerini atacaktı. 

Doğa, özgürlüğümüzün cumhuriyeti 

Humboldt’un eserlerinde üzerinde en fazla durduğu hasletlerden biri ’empati’. İnsanı doğadan ayrık görmediği için, ağaca empati ile insana empatiyi ayırt etmiyordu. O yüzden de ağaç kıyımına üzüldüğü kadar, notlarında, ‘günümüzde yok etmemiz gereken en acil ve en büyük şeytanlık’ diye andığı kölelik de onu kahrediyordu. Venezuela’nın liman kenti Cumana’da yerleştiği evin tam karşısındaki pazarda, Afrika’dan getirilmiş genç kadın ve erkekler her gün çıplak şekilde açık artırmaya çıkarılıyordu. Çekiciliklerini artırmak için kokonat yağıyla yağlanıyorlardı. Aylarca her sabah tanık olacağı bu satışlar, onu, sonraki yaşamında ‘kölelik karşıtı hareket‘in en büyük seslerinden birine dönüştürecekti.

Kolonicilerin, bu çaresiz insanlara davranış ve zulmüne duyduğu öfke ve elem her gün notlarına ve günlüğüne yansıyordu. Cumana çevresinde hangi çiftliğe gitse, sırtında kırbaç izleri olan köleleri görüyordu. Bir keresinde bir çiftçinin kölesine kendi dışkısını zorla yedirdiğine tanık olmak zorunda kalacaktı.

Humboldt, deri rengi farklı olan her insanı, beyazlardan ruh ve zihniyet olarak aşağı ve ilkel gören yaygın görüşü de ret ediyordu. O dönemde kolonyalizmin etkisiyle bütün Avrupa’ya egemen bakışa aykırı olarak ‘yerlileri’ de, ilkel ve barbar insanlar olarak değil, ‘kendi kültür, inanç ve dilleriyle kısıtlı insanlar’ olarak görecekti. Kolonicilerin ve misyonerlerin yerlilere, zalimce ve aşağılayıcı muamelelerini ise ‘kendisine uygar diyen insanın barbarlığı’ olarak nitelendirecekti. 

Yerlilerin, Avrupalı kolonicileri çok aşan, doğa bilgisi ve aşinalığına ise büyük hayranlık duyuyordu. Haklarında bir defasında ‘’türümüzün en iyi coğrafyacıları’’ diye yazacaktı. Bütün yolculuk notlarında yerliler hakkındaki tek yakınması, kendisinin sonu gelmez sorularının tamamına cevap bulmasını iyice zorlaştıran bir çok yerel dil konuşmaları ve onun sonu gelmez sorularından çabuk sıkılmalarıydı. 

Humboldt’a göre, kölelik ve insanlar arasında hiyerarşi olduğu anlayışı doğaya aykırıydı. Doğaya aykırı her şey ise, adaletsizlikti, kötülüktü ve geçerliliği yoktu. Kölelik, insanın doğayı inkarının yansıması bir sapkınlıktı. Deri rengi, dini, dili, kültürü, coğrafyası ne olursa olsun bütün insanların aynı kökten geldiğinin en büyük göstergesi, ‘hepimizin nihai gayesinin özgürlük olmasıydı’. Ona göre, en büyük öğretmenimiz olan doğanın bize en büyük dersi de özgürlüktü. ‘Doğa özgürlüğün yurdu’ diye yazacaktı bir defasında. Doğanın çeşitliliğinde oluşturduğu denge, ona göre, moral ve politik tartışmalarımıza da yön vermeliydi. En küçümsenen sinek ve böcekten, fillere ve dev meşe ağaçlarına kadar hepsinin doğada aynı önemde bir rolü vardı. Hepsi beraber doğayı bütün yapan şeydi. İnsan da bu doğanın efendisi değil, sadece bir parçasıydı. Doğa, ‘’hepimizin özgürlüğünün cumhuriyetiydi’’. 

And Dağlarının kralının huzurunda 

Yağmur ormanlarında geçirdiği 1 yıldan sonra Humboldt’un güzergahı artık And Dağları’ydı. Patagonya’daki buz tarlalarından, Kolombiya’da yağmur ormanlarıyla kaplı zirvelere, 7500 kilometre boyunca uzayan, kürenin en uzun sıradağlarını görmeye can atıyordu. En çok da bu dağ silsilesinde çokça bulunduğunu duyduğu volkanları… 

Aydınlanmanın etkisiyle o dönemde bilimciler ilk kez, yeryüzünün Kutsal Kitap’ta bahsedildiğinden çok daha yaşlı olabileceğini açıktan yazmaya tartışmaya başlamışlardı. Ancak Yer’in nasıl oluştuğu konusunda uzlaşamıyorlardı. Neptünistler, suyun asıl faktör olduğunu, çökelmeyle kayaları oluşturduğunu, sonra da zaman içinde iptadi okyanuslarda dağların, minerallerin ve jeolojik formların oluştuğunu savunuyordu. Volkanistler ise yeryüzyünün volkanların büyük patlamalarıyla kabuk bağlamaya başladığını savunuyordu. Avrupalı volkanistlerin en büyük problem ise bütün gözlemsel bilgilerinin Etna ve Vezüv volkanlarıyla sınırlı olmasıydı. Humboldt kıta dışındaki volkanlarda bilimsel araştırma yapacak ilk bilimci olacaktı. And Dağlarında görecekleri, gençliğinde ‘neptunist’ olan Humboldt’u, adanmış bir volkaniste dönüştürecekti. 

Volkanlara bir diğer merakı ise, volkanların, o günlerde yaygın şekilde düşünüldüğü gibi lokal ve tekil oluşumlar mı yoksa yer kabuğunun altında birbiriyle bağlantılı yapılar mı olduğunu bilme isteğiydi. Bu sorunun yanıtının, yer kabuğunun oluşum sebebini keşfetmede çok önemli olduğuna inanıyordu. 1802 Ocak ayında geldiği Quito şehrinde (Günümüzde Ekvador’un başkenti) heyecandan uyuyamayacaktı. Şehrin hemen yakınındaki Piçinça (Pichincha) ilk hedefi oldu. O günlere aktif olan ve her birkaç dakikada bir depreme neden olan Piçinça’da, çılgınca bir kararla kratere kadar tırmanmayı ve içine bakmayı başardı. Bu sırada sülfür zehirlenmesi tehlikesi bile yaşadı. Birkaç hafta sonra Cotopaxi volkanına tırmanmak istedi ama kar yağışı buna izin vermedi. 

Alexander von Humboldt, nihayet, 22 Haziran 1802 günü, benim durduğum yere, And Dağlarının Kralı’nın huzuruna ulaşmıştı. Meraklı çocuklar gibi çantalarını taşlarla ve bitki çeşitleriyle doldurduktan sonra zirveye yönelmeye karar verdi. Günümüzdeki bilgi, donanım ve güvenlik önlemlerinden tamamen yoksun şekilde tırmanmaya başladılar. Her birkaç yüz metre yürüyüşten sonra barometresini ve diğer cihazlarını yeniden kurup ölçümler yapıyordu. Baş dönmesi, tansiyon ve mide bulantısı eşliğinde yükseklik vurgununu hissetmeye başlamışlardı. 4700 metreye ulaştıklarında yerel hamallar daha fazla yükseğe çıkmayı reddetti. HumboldtBonpland ve onlara Quito’da katılan genç yoldaşları Carlos Montufar yalnız şekilde, bulutların içinden tırmanmayı sürdürdüler. 

Nihayet bir noktada içinden geçtikleri sisin ve bulutların üstüne çıktıklarında Chimborazo’nun zirvesini de karşısında gördü. Ama aynı zamanda, tırmandıkları güzergahın bir uçurumla kesildiğini de… Ayakkabısı yırtılmış ve ayağını kan içinde bırakmıştı. Dondurucu soğuk ve yükseklik vurgunu bedensel güçlerini oldukça olumsuz etkiliyordu. Artık daha fazla tırmanmak hayati tehlikeydi. Barometresini kurdu ve yüksekliği 5917 metre olarak ölçtü. Bu, tarihte o güne kadar, kayıtlı olarak bir insanın tırmandığı en yüksek noktaydı. 

Sonradan, ‘doğa her insana, onun ruhuna tanıdık bir dille konuşur‘ diye yazacaktı. Bu müthiş yükseklikte doğa ona en büyük sırrını verecekti. ‘Büyük resmi’ artık daha net görmeye başlıyordu. Kardeşi Wilhelm onu, “beyni sürekli şeyleri birbirine bağlayarak veya şeyler arasındaki zincirleri keşfederek çalışan biri” olarak tanımlamıştı bir keresinde. Avrupa’da Alplere tırmanış deneyimlerini hatırladı. Kuzeye doğru gittikçe değişen bitki örtüsünü hatırladı. Quito’dan Chimborazo’ya süren yolculukları botanik açıdan, Ekvator çizgisinden kutuplara yapılan yolculukla aynı manzara akışına sahipti. Ekvatordan kuzeye doğru veya deniz seviyesinden yükseğe doğru çıktıkça her yerde doğa, benzer değişimler geçiriyordu. Bu şu demekti: Ne kadar uzak coğrafyalarda olursak olalım hepimiz aynı doğanın parçasıydık. 

O zamana kadar her yerin bitki örtüsü, tanrının o yere lütfettiği özgün bir zenginlik olarak görülüyordu. Humboldt, bunun iklimle bağıntılı olduğu basit gerçeğini kayda geçiren ilk bilim insanı olacaktı. Alexander von Humboldt, o Haziran günü, 5917 metre yükseklikten aşağıya, tropik yağmur ormanlarına doğru uzayan manzaraya baktığında, doğayı bir bütün olarak gördü. Doğa bir ölü kümeler topluluğu değil, yaşayan bir bütündü. Atmosfer bile, oksijeniyle, taşıdığı polenler, tohumlar, böcek yumurtalarıyla geleceğin hazırlayıcılığını yapıyordu. Dağın yamacında her bitkiyi, olması gerektiğini düşündüğü yerde buluyordu. Bir hiyerarşi yoktu, bir denge ve bütünleşme vardı. Her şey her şeyle etkileşim içindeydi

Chimborazo’dan inince ilk işi ‘Bitkilerin Coğrafyası Üzerine Denemeler’i yazmaya başlamak olacaktı. Kelimeler gördüğünü anlatmakta kifayetsiz kalınca, Chimborazo’daki bitki örtüsünün ve jeolojik formların yükseklik ve iklimle paralel değişimini gösteren bir çizim yapacaktı. Sayfanın kenarlarında da dünyadaki diğer yüksek dağlarda aynı doğa örtüsünün karşılık geldiği yükseklikleri işaret ederek karşılaştırma olanağı sunuyordu. Bilim tarihinde çığır açacak bu çizime Naturgemälde dedi. Bu Almanca sözcük birebir çeviri olarak ‘Doğanın Tablolaştırılması’ anlamına geliyor. Ama kavramsal olarak, ‘Doğanın bir bütün olarak büyük resmi’ni ima ediyordu. Onun deyişi ile, ‘tek bir sayfaya sığan mikrokozmos’ veya, ‘Çokluktaki birliğin tablosu’. 

Naturgemälde, doğanın, kıtalara yayılmış iklim bölgelerinden beslenen küresel bir güç olduğunu ilk kez gösterdi. Bitkileri cins kategorilerine göre değil, iklimsel yerlerine göre ayırarak, günümüzde bile ekosistem anlayışımıza yön veren bakışın temellerini attı. Naturgemälde, bilimsel grafiğin başlangıcı olarak kabul ediliyor. Humboldt, bütün seyahat notlarına gördüğü şeylerin çizimlerini yapmayı da ihmal etmedi.

(1807 yılında yayınlanan ‘Bitkilerin Coğrafyası Üzerine’ kitabında, Humboldt, bitki örtüsü dağılımını Chimborazo’nun yüksekliğine orantılı olarak gösteriyor. Yükseklik, iklim ve hatta diğer ünlü dağlardaki benzer bilgilerle karşılaştırma verileriyle Naturgemalde, tarihin ilk ekolojik infografiği aynı zamanda.)

Humboldt, 29 yaşındayken çıktığı beş yıllık tarihi bilim yolculuğunu, 35 yaşına girmesine haftalar kala tamamlayarak, 1804 Haziran ayında gemi ile Fransa’ya döndüğünde, yanında, binlerce sayfalık not ve çizim, binlerce astronomik, jeolojik ve botanik gözlem, onbinlerce bitki ve taş örneği ile birlikte doğaya yepyeni bir bakışı da taşıyordu. Paris’te çok görkemli şekilde karşılanacaktı. Herkes heyecanla anlatacaklarını, paylaşacaklarını yazacaklarını bekliyordu. 

Napolyon’un ‘Humboldt’ kıskançlığı 

Humboldt, Güney Amerika’dan döndüğünde, 1798’de bıraktığından çok farklı bir Paris’le karşılaşmıştı. Ayrıldığında Fransa bir cumhuriyetti. O Güney Amerika’dayken Napolyon 1799’da kendisini önce başvekil ilan ederek tek adam haline getirmişti. Humboldt’un döndüğü yıl ise kendisini Fransa İmparatoru olarak ilan edecekti. Buna rağmen, Berlin’e gitmek yerine Paris’te kalmaya karar verdi. Çünkü Paris, dünyanın her yerinden bilim insanları ile dolu bir kentti ve yine bir çok önemli bilim insanı hükümet yönetiminde görev alıyordu. Başını nereye çevirse yeni bir bilimsel gelişmenin veya fikrin öncüsüyle karşılaşıyordu. 

Örneğin, o günlerde tanıştığı doğabilimcilerden Georges Cuvier, fosiller üstünde yaptığı çalışmalarla, o güne kadar tartışmalı bir bilimsel teori olan ‘bazı canlı türlerinin zaman içinde soyunun tükendiği’ görüşünün bilimsel bir gerçek olduğunu ispatlıyordu. 

Tanıştığı bir başka doğa bilimci olan Lamarck ise, o günlerde, yarım yüzyıl sonra evrim teorisine yol verecek türlerin transmutasyonu teorisini ilk kez gündeme getiriyordu.

Bitkilerin Coğrafyası, Humboldt’un Paris’te varmasından kısa süre sonra yayınlandı. İlk gençliğinde Newton ve Descartes’ın ‘mekanik doğa’ anlayışına yakın düşünen Humboldt, artık, doğayı, ‘canlı bir organizma’ olarak görüyordu. Bu iki bakış arasındaki fark, bir saat ile bir hayvan arasındaki fark kadar büyüktü. Humboldt’a göre bu bir bilimsel devrimdi. Ona, doğaya bu şekilde bakışı kazandıran ismi ise, asla unutmayacaktı. İşte bu nedenle de, Bitkilerin Coğrafyası Üzerine Denemeler’i, Goethe’ye ithaf edecekti. Kitabın ön sayfasındaki çizimde de, şiir tanrısı Apollo, doğa tanrıçasının duvağını kaldırıyordu. Doğanın gizemini çözmek için şiirin de gerekliliğine vurgu yapıyordu. 

Goethe de arkadaşının bu ithafına, o günlerde yayınlanan Seçici Yakınlıklar kitabında kahramanı Ottilie’yi, “Ah, şu an Humboldt’u konuşurken dinlemek için neler vermezdim” diye konuşturarak yanıt verecekti. 

Daha sonra yazacağo Tabiat Manzaraları kitabı da bilimsel sunumda bir çığır açacaktı. Daha  sonra ise, tamamlanması yaklaşık 20 yıl alacak yedi ciltlik ‘Ekvatoral Coğrafyaya Seyahat Hakkındaki Şahsi Hikayem’ kitabını yayınlanmaya başlayacaktı. 

Alman olan Humboldt’un ‘düşman ülkenin’ başkentinde yaşaması, bazı kitaplarını Fransızca yazması hem bazı Almanları hem de ev sahibi Napolyon’u rahatsız ediyordu. Napolyon, Humboldt’tan hazzetmediğini, Güney Amerika dönüşü ilk tanışmalarında belli edecekti. ‘Demek bahçe bitkiyle uğraşıyorsun?’ diye soracak ve ardından ‘karımın da temel meşgalesi bu’ diyerek kendince küçümseyecekti. Humboldt bir kaç kitabını hediye etse de Napolyon bunların hiçbirini okumadı. Humboldt, ‘benden nefret ediyor’ diye yazacaktı bir arkadaşına.

Napolyon’un bu antipatisinde temel nedenin haset olduğunu düşünen tarihçi ise çok fazla. Napolyon, 1798 Mısır seferine 200 kadar bilimci de götürmüş ve ortaya ‘Mısır’ın Tasviri’ adlı 23 ciltlik dev bir bilimsel seyahat eseri çıkmıştı. Humboldt’un seyahat gözlemleri ise, bu kitaptan çok daha fazla ilgi görüp yankı yapıyordu. Üstelik Humboldt bütün seyahatin masrafını kendi cebinden karşılamıştı ve hiçbir devlet desteğine sahip değildi. Napolyon, kişisel bir girişimin, kendi impratorluğununkiyle yarışan bu popülerliğine büyük kıskançlık duyuyordu. Yıllarca içinde de Humboldt’un Alman casusu olduğu paranoyasına kapıldı. Mektuplaşmalarını takip ettirdi, evine baskın düzenletti. Ve nihayet 1810’da ülkeyi terk etmesi için 24 saat süre verecek ama Fransa’nın önemli bilimcilerinin araya girmesi üzerine bu kararını geri çekecekti. Napolyon, egosunu bir kenara bırakıp nihayet, Humboldt’un ‘Şahsi Hikayem’ kitabını 1815’te okuyacaktı. Kendi hikayesinin biteceği yere, Waterloo’ya giderken… 

Humboldt’un politik dünya görüşünü 1789 Fransız devrimi şekillendirmişti. Bir hiyerarşi ve mutlak itaat ülkesi olan Prusya’da doğup büyümesine rağmen, ‘eşit vatandaşlık’ anlayışını savunan Humboldt, 1790’da devrimin birinci yıldönümü kutlamaları yapıldığında Paris’teydi. Amerikan kolonilerinin 1776 bağımsızlık bildirgesiyle başlayan Amerikan devrimine de aynı cumhuriyetçi nedenle büyük sempati ve ilgi duyuyordu. Nitekim, Güney Amerika’da beş yıllık yolculuğunu tamamlayıp, Avrupa’ya dönmeden önce, kürenin yeni cumhuriyetini yerinde görmek isteğiyle, yeni kurulmuş ABD’ye de uğrayacaktı. 

Washington DC’de bilim, cumhuriyet ve özgürlük idelallerini paylaştığını bildiği başkanı Thomas Jefferson ve onun politik müttefiki James Madison ile tanışacak, ABD’nin kurucu babalarından olan bu iki önemli isimle dostluğu sonraki onyıllar boyunca karşılıklı mektuplaşmalarla sürecekti. ABD’de geçirdiği iki haftalık sürede, bilimsel eğitim, doğa ve yerli kültürlerini koruma duyarlılığı fikirleri büyük iz bırakacak ve genç cumhuriyetin doğa algısını değiştirecekti. Ormanları ve doğayı koruma konusunda çok erken bir farkındalık yaratacaktı. 

Ama Humboldt’un Güney Amerika’ya etkisi, Kuzey’dekinden çok çok daha büyük olacaktı. 1804 yılında Güney Amerika’dan döndükten birkaç ay sonra bu tropik coğrafyaya büyük bir özlem duymaya başladığı günlerde Carlos Mortifar aracılığı ile Paris’te yaşayan bir grup Güney Amerikalı genç ile tanışmıştı. Onlardan biri olan Simon Bolivar ile çabuk kaynaşacaktı. Venezuela’nın en elit melez ailelerinden birinin çocuğu olan 21 yaşındaki Bolivar, karısını genç yaşında kaybetmenin eleminden kurtulmak için Avrupa’ya gelmişti. 

Bolivar, Humboldt’u çalışma ortamında ziyaret ettiğinde, kendi coğrafyasına ait çok sayıda çizim, örnek ve notla karşılaşacaktı. Humboldt Güney Amerika’yı kimsenin bilmediği detaylar ve etkili bir dille anlattıkça, Bolivar’ın hayranlığı da büyüyordu. Kendi coğrafyasına artık yepyeni bir gözle bakıyordu. 

Tanışıklıklarında konuşma konularının politika ve devrimlere gelmesi de çok sürmeyecekti. O kış Napolyon’un kendisini imparator ilan etmesine ikisi de tanık olmuştu. Bolivar, Cumhuriyetçi kahramanı Napolyon’un, kendisini bir despota ve ikiyüzlü bir tirana dönüştürmesinden büyük hayal kırıklığı yaşıyordu. Bununla beraber İspanya’nın Napolyon karşısında nasıl güçsüz kaldığını da görüyordu. Avrupa’da değişen bu güç dengelerinin, Güney Amerika’daki İspanyol kolonileri için bir fırsat sunduğunu düşünmeye başlamıştı. Humboldt, ‘koloni hükümeti’ konseptini ‘ahlak dışı bir politik müessese’olarak görüyordu. Humboldt’un Güney Amerika’nın devrime nasıl hazır olduğuyla ilgili gözlemlerini paylaşmasıyla, Bolivar da kolonilerin bağımsızlık devrimini artık mümkün görmeye başladı. Dostluklarının başlamasından 3 yıl sonra Bolivar, Avrupa’dan Venezuela’ya döndü. Yanında, Aydınlanmanın özgürlük ideallerini, kuvvetler ayrılığı ve toplumsal sözleşme konseptlerini taşıyordu. Humboldt’tan aldığı ilham ile bağımsızlık savaşını başlattı. Bütün mücadelesi boyuncada Humboldt ile mektuplaşmayı da sürdürdü. 

Güney Amerika’daki gelişmeleri yakından takip etmeye çalışan ABD Başkanları Jefferson ve halefi Madison, Bolivar’ı ve kıtayı en iyi tanıyan isme Humboldt’a başvuracak ve sık sık mektupla onun bilgi, fikir ve yorumlarına danışacaklardı. 

Bolivar, Humboldt’a bir mektubunda, onun Güney Amerika için önemini vurgularken, ‘’Bizi, yaşadığımız coğrafya ile gurur duyar hale getirdiniz. Sizin yazdıklarınız sayesinde ben ve arkadaşlarım cehaletten uyandık’’ diye yazarak onu ‘Yeni Dünyanın Kaşifi’ olarak niteleyecekti. 

Simon Bolivar, 15 yıl sonra ordusuyla Caracas’a girdiğinde ülkesi artık bağımsızdı. On yıl boyunca devlet başkanı olacağı ve bugünkü Ekvador, Kolombiya, Panama ve Venezuela’yı kapsayan Büyük Kolombiya’yı kurdu. Kıtanın kalan kesimlerinin koloni yönetimlerinden bağımsızlığını kazanması mücadelesini sürdürdü. 

Bolivar, 1822 Haziran ayında Quito’ya geldi. Kendisinden sadece 20 yıl önce yine bir Haziran ayında Humboldt’un büyük bir coşkuyla yürüdüğü güzergahta And Dağlarında ilerlerken, gücünün de zirvesindeydi. Bolivar, Napolyon impratorluğunun en büyük olduğu zamandan bile daha büyük bir coğrafyanın, iki buçuk milyon kilometrekarelik Güney Amerika coğrafyasının lideriydi. Bu kudretle Chimborazo’nun eteklerine ulaştığında, hissiyatının da zirvesindeydi artık. Burada yaşadığı duygusal coşkunluğu, ‘Chimborazo’daki Cerbezem’ adıyla bilinen en ünlü şiirinde sözcüklere yansıttı: 

‘’Bütün dünyayı görebileceğim kuleye tırmanmak için, şafağın pelerini giydiğim yerden, kutsal Orinoco Nehrinin, su tanrısına secde ettiği yerden geldim.

Amazon’un şakıyan sularını geçtim. Humboldt’un ayak izlerini takip ederek, And Dağlarının omuzlarına basarak yükselip buzulları aştım.

Havanın çok inceldiği nefes almanın güçleştiği yerdeyim. Tanrının giydirdiği elmas tacına hiçbir insanın ayak basamadığı And Kralının zirvesindeyim. Chimborazo’nun beyaz saçlarında… 

Ruhsal bir depremle sarsılıyorum şu an. Humboldt’un ayak izlerini da geride bırakıp, daha yüksekte, Chimborazo’nun zirvesini çevreleyen sonsuz kristallere kendi ayak izlerimi bırakıyorum. ’’ 

Simon Bolivar

 

Darwin: ‘İçimde sönmez bir ateş yaktı’ 

Humboldt, 1827 yılında Londra’yı bir kez daha ziyaret ettiğinde, Avrupa’nın en etkili bilimcisiydi. O günlerde Edinburgh Üniversitesinde öğrenci olan 18 yaşındaki Charles Darwin de Humboldt’un ‘Şahsi Hikayem’ini okumaya başlamış ve çok etkilenmişti. Bu kitap, önce Charles Darwin’in bütün yaşam öyküsünün, sonra da bilim tarihinin dönüşümünde çok önemli bir rol oynayacaktı. Darwin, ilk ciltte okuduğu Kanarya Adalarına büyük merak duymaya başlamıştı. Avrupa’da kimsenin ilgilenmediği bir coğrafya iken Humboldt’un anlattıkları sonrası herkesin ilgilendiği bir coğrafyaya dönüşen Güney Amerika’ya gitmek en büyük arzusu haline gelmişti. Doktor olmaktaki isteksizliğine öfkelenen babası onu aynı yıl, din adamı yetiştiren bir okula kaydettirecekti. Darwin ise, sonradan ‘İçimde sönmez bir ateş yaktı’ diye anacağı Humboldt’un izinden gitmeye kararlıydı.

Dünyadaki önemli limanların konumlarını belirlemek için dünya turuna çıkacak HMS Beagle gemisinin kaptanının, seyahate iştirak için bir doğa bilimci aradığını öğrendiğinde, hemen başvurdu. Beagle gemisi 27 Aralık 1831 sabahı İngiltere’den demir alırken, 22 yaşındaki Charles Darwin de, en önemli ilham kaynağının izinde, bilim tarihini bir kez daha yeniden şekillendirecek yolculuğu için güvertedeydi. 

Aslında kaderin bir cilvesi, Humboldt’a Güney Amerika’ya gitme arzusunu eken de bir başka Darwin’di. Gençliğinde, Darwin’in dedesi Erasmus Darwin’in ‘Zoonomia’ kitabını okumuş ve çok etkilenmişti. Humboldt ve arkadaşı Goethe 1790’larda dede Darwin’in ‘Doğa Aşkı’ şirinden de çok etkileneceklerdi. Bu kez Charles Darwin, Beagle gemisinin içindeki küçük kabininde baş ucunda Humboldt’un ‘Şahsi Hikayem’ adlı kitabını taşıyordu. ‘Neredeyse tamamını ezbere biliyorum’ diye anacağı ve yaşamı boyunca sürekli yeniden, yeniden okuyacağı kitabı… Darwin’in seyahat günlüğünün, adeta Humboldt ile sohbet ediyormuş gibi olmasının nedenidir bu… 

Darwin’in, beş yıl süren yolculuğundan dönüşü Humboldt’unki kadar görkemli olmadı. Sessiz dönüşten yaklaşık 3 yıl sonra ‘Beagle Gemisi ile Yolculuk’ kitabını yayınlayıncaya kadar… Ona ani bir ün getiren kitabında Darwin, doğayı tıpkı ilham kaynağı Humboldt gibi bir yandan bilimsel verilerle diğer yandan şiirsel bir dille betimliyordu. O günlerdeki ilk işlerinden biri, kitabını, Humboldt’a göndermek oldu. Humboldt’tan aldığı uzun teşekkür mektubu Darwin’i çok mutlu edecekti. Humboldt, “eğer eserlerim böylesi mükemmel bir kitaba ilham kaynağı olduysa bu benim için en büyük başarıdır” diyor ve “görkemli bir istikbal seni bekliyor” taltifinde bulunuyordu. Bununla da kalmayarak, Londra Coğrafya Cemiyetine yazdığı bir mektupla Darwin’in kitabını, ‘okuduğu en önemli kitaplardan biri olarak’ tavsiye edecekti. 

Darwin, idolünün bu iltifatlarını, ‘hayatım boyunca çok az şey beni böylesine mutlu etmiştir’ şeklinde kaydediyor. 1840’larda kaşif ve botanikçi arkadaşı Joseph Dalton Hooker’a, Humboldt’a da iletmesi ricasıyla, “Bütün hayatım, bir genç olarak Humboldt’un Şahsi Hikayem kitabını okumak ve yeniden okumaktan oluşuyor” diye yazacaktı. 1842’de nihayet ilk kez yüzyüze tanışacaklardı. Bu kişisel buluşma Darwin’in hep hayal ettiği kadar etkileyici olmadıysa da, Humboldt’a ve yazdıklarına ilgisi artarak sürecekti. 

19’ncu yüzyılın en ünlü bilimcisi 

Humboldt tıpkı doğanın birliği gibi, bilimin de birliğini savunuyordu. Her bilim insanının sadece kendi alanında değil, farklı bilimsel alanlarda da bilgili olmasına gerektiğine inanıyordu. Felsefe, mantık, biyoloji, kimya, coğrafya, astronomi, jeoloji, zooloji, botanik vs birbirinden ayrılamazdı. Sıklıkla, ‘Hezarfen (Polymath)’ olarak da anılmasının nedeni budur. 1834 yılında, bilimsel disiplinlerde uzmanlaşma sürecinin işaret fişeği olan ‘scientist’ sözcüğünün ilk kez kullanıldığı yıl, Humboldt, en önemli eseri ‘Kozmos’u bu anlayışın tam zıddı bir yöntemle yazmaya başlıyordu. Bilimin doğada gözlemler yapmaktan, ihtisas laboratuvarları ve üniversitelerin mahsus departmanlarına çekilerek tek bir bilimsel alana yoğunlaşmaya başladığı o günlerde o, profesyonel bilimin ayrıştırdığı şeyi umutsuzca bir araya getirmeye çalışıyordu. Uzayı, galaksileri, yıldızları da ‘doğa’nın birer uzantısı olarak gösterdiği bu kitabı için, farklı konularda uzman bilimciler, tarihçiler, edebiyatçılar gibi bir çok insanı bir araya getiriyordu. 

Kozmos’un başarısı o kadar büyük oldu ki, Humboldt’un adı ABD’de, herkesin bildiği bir isme dönüştü. Sadece İngiltere’deki bir baskısı 40 bin kopya satacaktı. 20’nci yüzyılda ‘bilim’ dendiğinde hepimizin aklına ilk olarak Einstein’ın gelmesi gibi, bütün 19’ncu yüzyıl boyunca bilim dendiğinde herkesin aklına gelen ilk isim Humboldt’tu. Öyle ki, 14 Eylül 1869 günü, yani 100’ncü doğum yıldönümü, küresel bir doğum günü partisine dönüşecekti. Buenos Aires’ten Paris’e, İskenderiye’den Berlin’e, Mexico City’den Melbourne’a, Chicago’dan Philadelphia’ya kadar dünyanın farklı kıtalarında binlerce kişi Humboldt’un doğumunun yüzüncü yılını kutlayacaktı. O gün, New York’ta da binlerce kişilik bir grup Manhattan sokaklarında bir yürüyüş yaptıktan sonra Central Park’ta, Doğal Tarih Müzesinin karşısında bugün de hala ziyaretçilerini selamlayan Humboldt büstünü açacaktı.

Moskova gazeteleri ondan ‘bilimin Shakespeare’i’ diye söz ediyordu. Paris Bilimler Akademisi onu ‘Çağımızın Aristo’su’ olarak ilan ediyordu. Humboldt’un adına dünyanın ve bilimin her yerinde bugün de rastlamamız bundan. Pasifik kıyısı boyunca devam eden ünlü Humbodlt Akıntısından, Humboldt Penguenleri ve sayısız humboldt bitkisine, Greenland’taki Humboldt buzulundan, Yeni Zelanda, Güney Afrika ve hatta Çin’deki Humboldt dağlarına kadar… Nevada bile 1860’larda ABD’ye dahil edildiğinde, bu yeni eyaletin ismi ne olsun tartışmaları sırasında az daha ‘Humboldt’ ismine sahip olacaktı. Rocky Dağlarına, Humboldt And Dağları adı verilmesi gündeme gelecekti o yıllarda. ABD’de çok sayıda idari bölge, dağ, ırmak ve şehir hala onun adını taşıyor. 

Ralph Waldo Emerson’a göre Humboldt, ‘dünyanın harikalarından biri’ydi. ‘Yazdıklarıyla, örümcek bağlamış gökyüzünü temizliyordu’. Walt Whitman, Çimen Yaprakları’nı yazarken, masasında Humboldt’un ‘Kozmos’ kitabı vardı. Henry David Thoreau, şiir klasiği Walden’i Humboldt’un kitaplarının öğretmenliğinde yazacaktı. ‘Doğaya Humboldt’un bana kazandırdığı gözlerle bakıyorum’ diyecekti bir defasında. Edgar Allan Poe, son büyük kitabı olan “Eureka”yı Humboldt’a ithaf edecekti. Lord Byron onu, ünlü şiiri Don Juan’da anarak ölümsüzleştirecekti. Jules Verne’in en önemli ilham kaynağı Humboldt’tu. Olağanüstü yolculuk öykülerinde Humboldt’tan sıkça alıntı yapıyordu. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ın Kaptan Nemo’sunu, ‘Humboldt’un bütün külliyatına sahip biri’ olarak övüyordu. Mary Shelley, 1818’de Frankenstein’ı yazarken, Güney Amerika’nın vahşi sonsuzluğuna o günlerde okuduğu Humboldt sayesinde atıflar yapıyordu. 1828’de St. Petersburg’u ziyaret edecek Humboldt’un konferansını dinleyenler arasında, ona büyük hayranlık duyan Puşkin de vardı. Rus edebiyatının bu dev ismi, Humboldt hayranlığını, ‘’Ağzından çağlayan sözler, dinleyeni esir alıyor’’ şeklinde paylaşacaktı. 

Humboldian dünya: Bilimsel ve küresel işbirliği 

Humboldt’un en sıradışı özelliklerinden biri, bilginin özgürce ve ücretsizce paylaşımına verdiği değerdi. Yaşamının değişik aşamalarında ücretsiz kurslar verecek, ücretsiz konferanslarda konuşacaktı. Humboldt, bilimin, herkesin erişimine açık hale getirme konusunda da çağdaşlarından ilerideydi. Kitelesel eğitim fikrinin yükseldiği bir çağda, doğru zamanda,doğru yerde, doğru kişiydi. Paris’te sokaktaki insandan esnafa ve faytonculara kadar onu tanımayan yoktu. Latin Amerika’dan getirdiği çok değerli örnekleri, Avrupa’da talep eden her bilimciye göndermekte hiç tereddüt etmiyordu. Öleceği güne kadar dünyanın bir çok ülkesinde bilimcilere ve öğrencilere yazacağı on binlerce mektupla bütün bilgisini cömertçe paylaşmayı sürdürdü. Humboldt, küresel işbirliğine çok inanıyordu. Durmaksızın yazdığı ve çok önemli bilimsel düşünceleri adeta dünyaya yaydığı mektupları ile bir küresel ağ kuruyordu. 1814 yılında, onu Paris’teki enternasyonal ağında yer alanlardan biri de İngiliz kimyacı James Smithson’du. 

Varlıklı bir kimyacı olan Smithson, çok şey öğreneceği Humboldt’un ‘bilgiyi ve aydınlanma ideallerini yayma’ hevesinden çok etkilenecekti. Humboldt’un ailesinden kalan servetini bilimsel çalışma için harcamasından ilhamla, o da, 1829 yılında ölmeden önce, bütün mal varlığı ile Washington DC’de bilimi yayıp öğretecek ve kendi adının verileceği bir kurum kurulmasını vasiyet etmişti. Vasiyeti yerine getirilerek Smithsonian Enstitüsü kurulacaktı.  Humboldt’un ‘bilgiyi artırma, harmanlama ve isteyen herkese yayma’ misyonu için kapılarını 1846’da ziyaretçilerine açan Smithsonian, günümüzde, 19 müze, 21 kütüphane, 9 araştırma merkezinden oluşan dev bir bilimsel kompleks artık. 

Humboldt, tıpkı doğada birliğe inandığı gibi bilimde de işbirliği ve birliğin, ortak çalışmanın bizi gerçeklere daha çabuk ulaştıracağı düşüncesindeydi. Humboldian bakış, 21’nci yüzyılda, bilimsel konuların dışında, ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda küresel işbirliğine de esin kaynağı oluyor. Sadece 2020 yılı içinde en az üç dünya liderinin önemli konuşmalarında atıfta bulunduğu isim oldu. Son olarak ise Alman Başbakan Angela Merkel, Münih Güvenlik Konferansında, dünya liderlerine, küresel işbirliğinin yaşamsal önemini, Humboldt’u anlatarak vurgulayacak ve kendisi de iyi bir Humboldian olarak, ‘Çünkü her şey her şeyle irtibatlı’ diye konuşacaktı. 

Türlerin Kökeni’nin yayınlandığını görecek kadar yaşamadı 

Humboldt, 89 yaşında olduğu 6 Mayıs 1859’da yaşamını yitirdi. Acı haber Avrupa’ya kısa sürede yayıldı. Humboldt’un öldüğü gün, henüz bundan habersiz Charles Darwin, Kent’teki evinden Londra’da yayıncısına gönderdiği mektupta, Türlerin Kökeni adını verdiği kitabının ilk altı bölümünü birkaç hafta içinde göndereceğini haber veriyordu. Bilim dünyasını sarsacak kitap, birkaç ay sonra yayınlanacaktı. İki gün sonra İngiliz gazeteleri Humboldt’un öldüğünü manşetlerinden duyururken, aynı gün New York’ta binlerce kişi, Amerikan ressam Edwin Church’un, 1,8 metreye 3 metre büyüklüğünde tuvale yaptığı And Dağlarının Kalbi tablosunu görmek için kuyruğa girmişti. Amerikan sanatının dev ismi olan Church, o gün sergilenmeye başlanan ve büyük bir sansasyona neden olan tabloyu, çok etkilendiği Humboldt’un Güney Amerika’daki yolculuk güzergahını adım adım takip ettiği seyahatinden sonra yapmıştı. Ne Church, ne de o gün 25 cent verip resmi görebilmek için saatlerce kuyrukta bekleyen binlerce New Yorklu, henüz Humboldt’un öldüğünü bilmiyordu. Haber Amerika’ya 10 gün sonra ulaşacaktı. 

(And Dağlarının Kalbi, Edwin Church. New York Metropolitan Müzesi koleksiyonu. )

İronik olarak Humboldt’un öldüğü yıl yayınlanan Türlerin Kökeni, Humboldt’un da gölgede kalmaya başlamasının en önemli dönemeci oldu. Özellikle de İngilizce konuşan dünya artık, Darwin’in Güney Amerika yolculuğunu, en önemli bilimsel yolculuk olarak görüyordu. Humboldt’un adı, Birinci Dünya Savaşında Anglo Sakson evrene çöken ‘anti-Alman’ iklimde ders kitaplarından çıkarıldı ve 20’nci yüzyılın büyük bölümünde unutuldu. Ta ki, iklim, doğa ve küresel işbirliği konularındaki 200 yıllık uyarıları ile ne kadar önemli olduğunun hatırlanacağı 20’nci yüzyıl sonuna kadar… 

Ama Darwin, herkesin onu ve bilim dünyasını sarsan evrim teorisini konuştuğu yıllarda bile Humboldt’u hiç unutmadı. Ölümüne yakın, 1881’de arkadaşı Hooker’a yazdığı bir mektubunda, ‘Humboldt, gelmiş geçmiş en büyük bilim seyyahı. O benim için her zaman, organizmaların coğrafi dağılımının kurucusu’ diye yazacaktı. Darwin, hastalığına ve 71 yaşında olmasına rağmen, 6 Haziran 1881 günü, geçmişte defalarca okuduğu yedi ciltlik ‘Şahsi Hikayem’i bir kez daha okumaya başladı. Kendi el yazısıyla kitabın arka sayfasına aldığı nota göre 3 Nisan 1882 günü okumayı ya da kendi deyişi ile ‘yeniden okumayı’ bitirdi. Humboldt’un kitabı ‘Şahsi Hikayem’, Darwin’in okuduğu son kitap oldu. 16 gün sonra, 19 Nisan 1882 günü yaşamını yitirdi. 

Darwin, ‘Şahsi Hikayem’i son kez okumaya başladığında İngiliz dağcı Edward Whymper, Ekvador’da, Humboldt’un ulaştığı yüksekliği de aşıp Chimborazo’nun zirvesine tırmanmayı başaran ilk insan oluyordu Whymper’ın tırmanış güzergahı, bugün de Chimborazo’ya en kolay ve en popüler tırmanış güzergahı. Ben, Whymper Güzergahı üzerinde, yaklaşık 4 bin 800 metre yükseklikteki Carrel Barınağının önünde oturmuş bir yanda Humboldt ve Bolivar’ı düşünüp bir yandan da zirvesi bulutların içinde kaybolan Chimborazo’yu seyrederken, Don Roberto kötü haberi getiriyor. Kar tabakasının yumuşamasının yarattığı çığ tehlikesi nedeniyle, en az iki hafta boyunca yukarıya doğru yürüyüşler yasaklanmıştı. 

Fotoğraf makinesinin olmadığı bir çağda Humboldt’un çizerek günümüze ulaşmasını sağladığı Chimborazo resimleri ile günümüzdeki Chimborazo manzarası arasındaki fark, iklim değişikliğinin ulaştığı tehlikeli boyutun da en çarpıcı örneklerinden biri artık bugün. Humboldt’un çizimlerinde çok daha aşağı kesimlerde yer alan buzullar son yüzyılda yok olduğu gibi, zirveye yakın bir çok buzul da son yarım yüzyılda hızla erimeye ve küçülmeye başladı. Riobamba’dan son bir kez daha dönüp Chimborazo’ya bakarken, And Kralının huzuruna kabul edilmeyişimin hüznünden çok, bu manzaranın kaygısını hissediyorum.

And Dağlarının Kralı beyaz tacını kaybediyor. Bu sadece tek bir dağda basit bir manzara değişikliği değil. Chimborazo tacını tamamen kaybederse, hepimizi büyük bir felaket bekliyor demektir. Çünkü doğada her şey birbiri ile ilişkili. Bir kişi sayesinde artık daha iyi biliyoruz. 

CEMAL TUNÇDEMİR’i Twitter’dan takip edebilirsiniz 

Humboldt hakkında daha fazla okuma yapmak isteyenler için yazıdaki biyografik bilgilerin kaynakları: 

  1. Selected Writings (Seçme Yazılar) Alexander von Humboldt, (Andrea Wulf’un editörlüğünde) Everyman’s Library Yayınevi, 
  2. Alexander von Humboldt: How the Most Famous Scientist of the Romantic Age Found the Soul of Nature(Alexander von Humboldt: Romantik Çağın En Ünlü Bilimcisi Doğanın Ruhunu Nasıl Keşfetti) Maren Meinhardt BlueBridge Yayınevi, 
  3. The Invention of Nature: Alexander von Humboldt’s New World (Doğanın Keşfi: Alexander von Humboldt’un Yeni Dünyası) Andrea Wulf, Vintage Yayınevi