
“Zenginlik Allah’tan yoksulluk günahtan!”
CEMAL TUNÇDEMİR
10 Nisan 2025
Amerikan işçi sınıfı, kendisiyle ilgili temel gerçeğin farkına ilk kez 1870’lerin başında varmaya başladı. O yıllara kadar, işçiliklerini veya maaşlı çalışmayı bir hayat meşgalesi olarak görmüyorlardı. Fabrikalarda, inşaatlarda çalışmayı, kendi işini kurmadan, kendisine bir tarım arazisi almadan veya zenginleşmeden önce “geçici bir zahmet safhası” olarak görüyordular.
Bu yanılgıları da kendi sefil çalışma koşulları ve düşük ücretlerini, küçük bir azınlığın muazzam zenginleşmesini veya politikanın yolsuzluk, rüşvet ve torpil şeytan üçgeninde kaybolmasını hoş görmelerine yol açıyordu.
1870’lerin ortasından itibaren, alt sosyal sınıfın kalıcı bir üyesi oldukları ve zenginlikle aralarında görünmez ve aşılmaz bariyerler oluştuğu gerçeği ile yüzleşmeye başladılar. Maaşlarıyla günün birinde kendilerine iş ve ev kurmak bir yana ölünceye kadar günlük temel yaşam ihtiyaçlarını güçlükle karşılamanın ötesine geçemeyeceklerini gördüler. Adorno’nun ‘Minima Moralia’sından ödünç alacak olursam, “yanlış bir yaşamı doğru şekilde yaşayamayacaklarının” farkına vardılar.
Bu farkındalık, işçilerin zihninde radikal bir değişim yarattı. Sınıf bilinci oluşmaya başladı. O güne kadar ‘anarşi’ veya ‘bozgunculuk’ olarak gördükleri hak talebi mücadelesine, düşük ücrete itirazlara ve sendikal hareketlere katılmaya başladılar.
1877 yılında işçileri, Amerikalı tarihçilerin ‘Büyük Kıyam (Great Upheaval) diye andıkları ilk ulusal greve taşıyan en önemli faktörlerden biri bu zihinsel değişim oldu. ABD tarihinin ilk ulusal grevi, demiryolu işçilerinin maaşlarında kesinti kararından hemen sonra 14 Temmuz 1877 günü, Baltimore şehri ile Ohio eyaletinde başladı ve kısa sürede, New York’tan West Virginia’ya, Missouri’den Illinois’ye kadar çok sayıda eyalete yayıldı.
Bu grev dalgasının tarihçilerce ‘ekümenik grev’ şeklinde adlandırılmasına neden olan sıra dışı bir özelliği daha vardı. Küçük ve orta ölçekli çoğu sanayi şehrinde grev, sadece maaşlarında kesinti yapılan işçi grubunun katıldığı bir eylem olmanın çok ötesine geçmişti.
Örneğin Baltimore ve Ohio’da grev başladığında, Baltimore şehrindeki veya Ohio eyaletindeki diğer bütün işçiler, zanaatkarlar ve esnaf da dükkân ve fabrikalarını kapatıp sokağa çıkarak grevcilere destek verdiler. Bunda, esnafın da şehrin hayat kalitesini yükseltecek ve çarşı pazara canlılık getirecek şeyin birkaç aç gözlü işveren ile birkaç politikacının süper zenginleşmesi değil, işçilerin, maaşlı çalışanların alım gücünün artması olduğunun farkına varmış olmasının payı vardı.
Zalim bir sömürü düzenini ayakta tutan en önemli güç halkın zihnidir. Bu zihinsel dönüşüm, o güne kadar tamamen Harami Baronların lehine işleyen sistemde dengeyi sarsan bir faktördü. O güne kadar süper zenginlerin etkisinde hareket eden belediye başkanları ve eyalet valilerinin bir kısmı kendi seçmenleri ile karşı karşıya gelmeyi göze alamadı.
Bu fenomen çoğunluğun birbirini tanıdığı, komşuluğun güçlü olduğu yerleşim birimlerinde daha güçlü yaşanıyordu. Bazı büyük şehirlerde demiryolu firması sahipleri, grevlere o güne kadar yaptıkları gibi eyaletin milis orduları veya günün mafyası olan ‘özel dedekliflik grupları’ ile müdahale ettiler. Harami Baronlardan biri olan Thomas Scott, “İşçileri birkaç gün ekmek yerine mermi yemek zorunda bırakalım bakın nasıl hizaya geliyorlar” diyerek bu kör şiddetin amacını özetliyordu.
Ülkenin en önemli sanayi kentlerinden biri olan Pennsylvania eyaletinin Pittsburgh kentinde, bu ilkel mantıkla işçilerin üzerine salınan milis ordusunun 20 işçiyi öldürmesi tam tersi etki yaptı. Pittsburgh halkının haftalarca yatıştırılamayacak topyekûn bir ayaklanma başlatmasına neden oldu.
Pittsburgh’ta yaşanan vahşet, bazı eyaletlerde, milis ordularının halka karşı şiddet kullanmayı reddederek grevcileri ve halkı korumayı tercih etmesine yol açtı.
Halkın zihnini kaybetmekte olduğunu gören demiryolu şirketleri ve onlara bağlı propaganda makinesi, itiraza yeltenmiş bu zihni yeniden kabuğuna çekecek ilkel korku ve paranoyaları tetiklemeye yöneldi.
Fransa’da altı yıl önce 1871’de oluşan ‘Paris Komünü’ benzeri ‘dinsizliğin’ ABD’de kurulacağı korkusu pompalanmaya başlandı. ‘Komün’, sonraki yarım yüzyılın politik korku paranoyalarının ve suçlamalarının en sihirli sözcüğü olacaktı. Sömürüye her itiraz, her hak arayışı, “dinsiz bir komün kurmak istiyorlar” denilerek, geniş toplumda duyulmaz, görülmez hale getirmeye çalışılacaktı.
Grev yayıldıkça eyalet ve yerel yönetimlerden umudunu kesen Harami Baronların imdadına nihayet federal hükümet koştu. Grevin başlamasından 52 gün sonra ABD Başkanı Rutherford Hayes’in emriyle federal ordu grevci eyalet ve şehirlere girerek müdahale etti ve grevleri askeri güç kullanarak sona erdirdi. Ülke genelinde 100’den fazla işçi ölmüş, binlerce kişi tutuklanmıştı.
Grev dalgası bastırılmıştı ama baronlar da sadece bir Pirus zaferi kazanmıştı. Grev sırasında ABD’nin toplam nakliyesinin yarısı tamamen durmuştu. Nitekim Chicago’daki bir demiryolu patronu, “nihayetinde yapmaya çalıştığımız maaş kesintisi, maaşa zamdan daha fazla zarara neden oldu” itirafında bulunacaktı.
Dahası, “emeğin hakkı” ilk kez Amerikan ana akım politikanın ve toplumsal gündemin en önemli konularından birine dönüşecekti. Federal hükümet bile kayıtsız kalamayacaktı. ‘Çalışma Dairesi’ kurulacak, böylece işçi hakları ilk kez kendisine federal devlet politikalarında yer bulacaktı. Yeni oluşmakta olan işçi hakları örgütlerinin (sendika) üyeliklerine rağbet görülmemiş ölçüde artacaktı.
Gelir ve servet uçurumunu vurgulamak için en zenginlere atıfla sıkça kullanılan ‘yüzde 1’ deyimini ilk kez literatüre kazandıran isim olan ekonomist Henry George, 1879 yılında yayımladığı “Terakki ve Yoksulluk” adlı kitabı ile ekonomi ve zenginlik anlayışında çığır açarken, ‘terakkiperver (progressive)’ diye anılacak yeni bir politikacı kuşağının doğmasında da etkili olacaktı. George’un bu önemli kitabı, sonraki yarım yüzyıl boyunca Tolstoy’un romanlarından Emma Lazarus’un şiirlerine kadar geniş yelpazede literatüre tesir edecekti.
“Bir devrime yol açacak kadar hayal kırıklığı ve öfke birikiyor” uyarısı da yapıyordu kitabında Henry George. Nitekim, Amerikalı işçiler, 1880’lerden itibaren taleplerini daha da yükselttiler. Her gün sabah karanlığından akşam karanlığına kadar aralıksız çalıştırılan işçilerin en öncelikli itirazları ise insanca yaşamayı imkânsız kılan çalışma süresineydi.
Bu itirazın resmi marşı haline gelen ‘Günde Sekiz Saat’ şarkısında şöyle haykırıyorlardı:
“Biz de güneşin tadını çıkarmak istiyoruz
Biz de çiçekleri koklamak istiyoruz;
Bunu Allah’ın da buyurduğuna inanıyoruz!
Tersanelerden, fabrikalardan, atölyelerden derlediğimiz
Gücümüzle,
Sekiz saattir talebimiz!
Sekiz saat iş!
Sekiz saat istirahat!
Sekiz saatte de ne istersek o!”
1 Mayıs’ın doğuşu
1884 yılında ülkenin en büyük sendika federasyonu, ‘günde en fazla sekiz saat çalışmaya’ fiilen geçme kararı aldı ve bu uygulama için başlangıç günü olarak 1 Mayıs 1886 tarihini belirledi. 1 Mayıs 1886’ya aylar kala henüz Kongre’nin bu konuda yasal düzenleme yapmaması üzerine İşçi Federasyonu, bu kez 1 Mayıs 1886 tarihini genel greve gitme günü olarak ilan etti.
Ülke genelinde milyonlarca işçinin katıldığı greve en büyük katılım ve kitlesel protestolar Chicago’daydı. Grevin üçüncü gününde polisin iki işçiyi öldürmesi üzerine ertesi günü Haymarket Square adlı meydanda bir protesto gösterisi düzenlendi. Bu barışçıl eylemi de şiddet kullanarak dağıtmak için toplanan polislerin arasına, kimlikleri bilinmeyen (ve hiçbir zaman da bilinmeyecek) iki maskeli kişi dinamit atınca, polis grevci işçilerin üzerine rastgele ateş etmeye başladı. Yedi polis ve dört işçinin öldüğü Haymarket Katliamı, sonradan olay yerinde bile olmadıkları ortaya çıkacak bir grup anarşist liderin sorumlu tutularak alel acele idama mahkûm edilmesiyle daha trajik bir boyut kazandı.
Haymarket Katliamı, işçi hareketinin, toplumdan gördüğü desteği sarstı ama işçiler arasında desteği azalmadı. Amerikan İşçi Federasyonu (AFL), günde sekiz saatten fazla çalışmama talebinde ısrar etti. 1889 baharında, 1 Mayıs 1890 tarihi yeni genel grev günü olarak ilan edildi. AFL Başkanı bu ilandan birkaç ay sonra Paris’te toplanacak İkinci Enternasyonal’e yazı yazarak, en fazla sekiz saat çalışmanın küresel talep haline getirilmesini istedi. İkinci Enternasyonal toplantısında hem bu talep kabul edildi hem de Haymarket Katliamını anmak için de yıldönümü olan 1 Mayıs günü, Uluslararası Emek Günü olarak ilan edildi.
1894’te ABD’nin muhafazakâr Başkanı Grevor Cleveland, 1 Mayıs’ın sosyalizm fikrinin propagandasına hizmet ettiği korkusuyla Eylül ayının ilk Pazartesi’ni İşçi Günü (Labor Day) ilan eden yasayı imzalayacaktı. İşçi ve Emek Günü, dünyanın büyük bölümünde hala 1 Mayıs’ta kutlanırken, ironik olarak, 1 Mayıs’ın doğduğu ülke olan ABD’de Eylül ayında kutlanmaya devam ediyor.

İşçi hareketi eylem yaratmada ulaştığı dinamizmi politik güce yansıtmakta ise uzun süre aynı ölçüde başarılı olamadı. Bunda karşılarında halka sürekli ‘komün’ paranoyası aşılayan dev bir propaganda sisteminin işlemesi, eyalet örgütlenmeler arası iletişimsizlik ve koordinasyonsuzluk gibi sebepler rol oynadı.
Önemli nedenlerden biri ise sendikaların en azından başlangıçlarında, siyahların, Katolik göçmenlerin ve kadınların üyeliğine kapalı ırkçı ve sosyal ayrımcı zihniyetiydi. Mevhum bir kimlik (beyaz Protestan erkek) üstünlüğü duygusunu, yoksulluğa ve hukuksuzluğa mahkûm yaşama endişesine tercih ediyorlardı. Sigara üreticileri sendikası gibi küçük sendikalar, kadın ve siyah işçileri üyeliğe kabul eden ilk sendika olacaktı.
Kadın hareketi, sendikalarca başlangıçta iki temel nedenle önemsiz görülüyordu. Öncelikli neden, tamamı erkeklerden oluşan işçi önderlerinin kültürel fobisiydi. Kadın eşitliği hareketini, geleneksel toplum ve aile düzenine marjinal bir başkaldırı ve sapkınlık olarak gören kültürün çocuklarıydılar. Kadınlar ilk kez ‘Kadın Hakları Bildirgesini’ ilan ettiklerinde Amerikan gazeteleri, “böyle giderse bunlar yarın bir gün doktor öğretmen de olmak isterler” başlıkları atmıştı.
İkinci neden ise kadınların ne seçme ne de seçilme hakkının olmamasıydı. Zaten, politik bir güç olamayacak kadın hareketinin desteğini kazanmak çok da öncelikli bir endişeleri değildi.
Ancak kadın hakları savunucuları bu dışlanmışlığa ve küçümsemelere aldırmadan, sadece haklılığın sağlayabileceği ahlaki üstünlükle Gilded Age dönemindeki birçok sosyal adalet ve eşitlik reformunun itici gücü oldu. 20. Yüzyılda Nobel Barış Ödülü kazanacak Jane Adams’tan Frances Willard’a kadar birçok kadın lider, genç kızlar için ‘rıza yaşı’ eşiği getiren yasaların çıkarılmasından yoksullara yardım organizasyonlarına, sekiz saatten fazla çalıştırılmama talebinden, çocuk işçi çalıştırma yasağına kadar birçok mücadelenin itici gücü olacaktılar.
Aktivist kadınların 1890’larda yaygın şekilde bisiklet kullanmaya başlamaları, onlara ‘erkeklerinden bağımsız’ bir mobilizasyon gücü sağlarken erkek dünyasındaki ‘aile, erkeklik ve içtimai düzenimiz dinsizlerce yok ediliyor’ paranoyalarını da zirveye taşıyacaktı.
Sendikal hareketin, Katolik işçilere mesafesi ise kadın hareketi ile olan mesafesinden önce kapanacaktı. Çünkü, işçilerin çok önemli bir kısmını İrlandalı, İtalyan, Yahudi göçmenler oluşturuyordu. Bu göçmenler beraberlerinde Avrupa’da yükselen işçi hakları mücadelesinin fikirlerini de getirmişti.
Ganimet sistemine ilk darbe
Büyük Kıyam sonrası işçilerin daha da artan huzursuzluğuna paralel olarak, toplumda bir başka grubun daha memnuniyetsizliği artık politikacıların görmezden gelemeyeceği kadar büyüyordu. ‘Ganimet Sisteminin’ mağdurlarıydı bunlar. Yani kamunun ve bütün kamu imkanlarının seçimi kazanmış partiye adeta kiraya verildiği sistemin…
Memurların yasalara ve topluma hizmet yerine kendilerini o işe yerleştiren siyasi güce ve partiye hizmet etmek zorunda olduğu ganimet sistemi, neden olduğu ayrımcılık, yolsuzluk ve haksızlıklarla artık toplumsal tepkilerin hedeflerinden biri haline gelmişti. Dahası, ehil olduğu halde torpili veya siyasi tarafgirliği olmadığı için kamuda iş bulamayanların sayısı da oldukça artmıştı.
Ganimet sisteminin yasaklanması talebi, İngiltere’de Gladstone Hükümetinin 1870 yılında Devlet Memurları Reformu yapması sonrası ABD’de de ana akım politikaya taşınmıştı. Devletin parti referansıyla işe girmiş liyakatsiz ve yolsuz bir memur kadrosu ile sosyal değişimler, sanayileşme ve kentleşmenin getirdiği dev sorunların altından kalkamayacağı aşikârdı. Birçok Demokrat ve Cumhuriyetçi Partilinin uzlaşabildikleri nadir konulardan birine dönüştü bu talep.
1870’ler boyunca her seçimde siyasetçiler, ganimet sistemi aleyhine ateşli konuşmalar yapıyor ama seçildikten sonra sistemin meyvelerini yemek için hiçbir değişikliğe gitmiyordu. Politikacıların neyi nasıl yaptığından çok neyi nasıl söylediğine daha çok değer veren şuursuz toplumların kaderini yaşıyordu Amerikan toplumu.
Tarihçi John Lukacs’ın ‘aşırı demokrasiyi’ anlatırken dile getirdiği gibi toplum bir politikacının söylediklerini kastetmediğini biliyorsa ve bunu da ‘nihayetinde siyasetçi’ diyerek kabullenebiliyorsa, o zaman o politikacının ağzından çıkan sözlerin gereğini veya vaatlerini yerine getirmesi beklentisine de sahip olmuyor. Bu beklentisizlik sadece politikayı serbest atışa çevirmekle kalmıyor, toplum, ağızdan çıkan sözlerin hiçbir değerinin olmadığı bir laneti yaşamaya başlıyor. Bir toplumun başına gelecek en yıkıcı felaketlerden biridir bu. Lukacs’ın dediği gibi Antik Yunanlılar bunu biliyordu. İlk vurguları söze ve kelama olan kutsal kitaplar bunu biliyordu. “Yalanın normalleşmesi tek başına toplumu yıkmaya yeter” diyerek bu kadim gerçeği aydınlanma dünyasına taşıyan Montaigne bunu biliyordu.
1880 seçiminde James Garfield de “Ganimet sistemini kaldıracağım ve yerine liyakat sistemini getireceğim!” vaadiyle ABD Başkanlığını kazandıktan sonra, mevcut düzen aynen devam etti. Ta ki, “seçimde seni desteklediğim halde, desteğimin karşılığında beni kamuda göreve atamayarak hakkımı elimden alıyorsun” diyen ganimet sistemi yanlısı bir kişi tarafından öldürülmesine kadar. ABD Başkanı Garfield’in öldürülmesi, tıpkı Kennedy’nin 1963’te öldürülmesinin ABD’de sivil haklar reformunu tetiklemesi gibi devlet memurları reformunu tetikledi.
Başkanın öldürülmesinin neden olduğu psikolojik baskı nedeniyle Kongre, 1883 yılında ABD’nin ilk Devlet Memurları Kanunu’nu kabul etmek zorunda kaldı. Kendisi de ganimet sistemi sayesinde başkan yardımcılığına (Garfield öldürülünce yerine otomatik olarak başkan olmuştu) kadar yükselmiş ABD Başkanı Chester Arthur yasayı imzalamak zorunda kaldı. Kamu atamalarında ganimet sistemi yasaklanarak, ‘liyakat sistemi’ne geçildi. Federal memurların, atandıkları iş için en ehil isim olduklarını belirleyecek, sınav, mülakat gibi mekanizmaları yönetecek ve yine devlet memurlarının iktidara gelmiş parti tarafından siyasi nedenlerle işlerinden çıkarılmalarını engelleyecek partiler üstü Kamu Hizmetleri Komisyonu kuruldu.
Ayrıca, ‘performans temelli ücret’ sistemine son verilerek maaş uygulamasına geçildi. O güne kadar memurlara düzenli maaş ödeme sistemi yoktu. Örneğin, postacılar sattıkları pul sayısına, savcılar açtıkları dava sayısına göre komisyon alıyorlardı. Bu da neredeyse bütün kamu memurlarının rüşvetle geçimini sağlamasına yol açıyordu.
Devlet Memurları Kanunu, milletvekilleri ve politikacıların kamuya torpille çalışan sokmasının önünü kapattığı, memurlara politik baskılara direnme gücü verdiği için Amerikan politikasının şeklini, dengelerini ve işleyişini tamamen değiştirdi. Parti ağalarının (party boss), Amerikan literatüründe ‘patronage’ diye anılan güçleri erimeye başladı.
Kamu hizmet ve imkanlarının siyasi ağaların tahakkümden bağımsızlaşmaya başlaması, milletvekillerinin kısmi oy özgürlüğü kazanması, sonradan etkileri devrim boyutunda olacak bir reforma daha yol açtı.
1887 yılında Eyaletler Arası Ticaret Komisyonu (ICC) kuruldu. Demiryolu şirketlerinin farklı eyaletlerde farklı fiyat tarifeleri, taşıma standartları uygulayarak bu eyaletlerdeki ekonomi ve politikayı yönlendirmeleri engellendi. Demiryolu ağı şirketleri için eyalet kongresi seçimlerine para yatırıp seçimi etkilemeyi gereksiz hale getirmesiyle eyalet politikalarında arınma süreci başlatacaktı. Bu komisyon bir süre sonra telefon ve telgraf şirketlerini de kapsayacak şekilde genişletildi.
Ama daha önemlisi ICC Komisyonu, 20. Yüzyıl Amerikan kamu düzenine rengini verecek ‘tarafsız bürokratik kurumlar’ çağının başlangıcı oldu. Komisyonun yedi üyesi de komisyonun bütün memur kadrosu da tam zamanlı bu işle görevli kişiler oldular. Yani maaşlarından başka bir kazanç kapılarının olmaması veya denetim yaptıkları sektörlerle hiçbir ekonomik bağlarının olmaması öncelikli şarttı. ICC’nin başarısı ile diğer alanlarda da özerk teftiş kurumu ve regülasyon fikri gelişecekti.
Tekelleri korumak için çıkarılan anti-tekel yasası
1890’lar Harami Baronların güçlerinin zirvesine ulaşacağı bir onyıl olurken, ABD’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ile toplumun geri kalanı arasındaki gelir uçurumu da tarihi bir derinliğe ulaşıyordu.1890 yılında ABD’nin yüzde 1’lik en zengin sınıfı ülkedeki bütün servetin yüzde 51’ine sahipken, toplumun en yoksul 44’lük kesimi sadece yüzde 1.2’sine sahipti.
ABD Kongresi 1890 yılında çıkardığı iki önemli yasa ile Gilded Age zenginlerine istediklerini verirken, bu iki yasanın sonradan felaketleri olacağının farkında değildiler.
İlki Ohio Milletvekili William Mckinley’nin hazırlaması nedeniyle ‘Mckinley Yasası’ diye onun adıyla anılacak gümrük vergisi yasasıydı. Gümrük vergilerinde harami baronları rekabetten koruyacak alanlarda gümrük vergilerini yüzde 50 gibi rekor oranlarda artıran bu yasa enflasyonu tetikleyecek ve çarşı pazarda büyük bir zam fırtınasına yol açacaktı.
Diğer yasa ise hazırlayıcısı Ohio Senatörü John Sherman’a atıfla anılacak ‘Sherman Anti-Tröst Yasası’ adlı tekel karşıtı yasaydı.
Önde gelen iki süper zengin, John D. Rockefeller ve J.P. Morgan, 1880’lerin başından itibaren bir sektörün tamamını yeniden organize edecek güçte, ‘trust (tröst)’ diye anılacak yeni bir yöntem geliştirmişlerdi. Tröst, merkezdeki tek bir şirketin, sektöründeki neredeyse bütün önemli şirketlerin hisselerini kendi emanetinde tutmasıyla onların bütün faaliyetleri üzerinde egemen olmasıydı. Nihayetinde merkezdeki şirket, ilk krizde diğer şirketleri batma kıyısına getirip hepsinin sahipliğini de kazanıyordu. Merkezdeki bir şirketin, diğer şirketlerin yönetim ve finansal varlıklarını sahibi olduğu ‘Holding’ diye anılan bu yeni formun ilk örneği ise Rockefeller ve J.P. Morgan’ın ülke ekonomisinin kalbi olan kuzeydoğudaki bütün demiryollarını kontrol etmek için 1901’de kurdukları ‘Northern Menkul Kıymetler Holdingi’ olacaktı.
1881’de Standard Oil ile başlayan bu tekelci yöntemler, sadece yeni kuşak politikacılar arasında değil iş dünyasının bir bölümünde de ‘tröst’ eğilimine karşı rahatsızlık yaratıyordu. Bu baskının sonucunda Kongre nihayet tekel karşıtı bir yasayı da gündemine almak zorunda kaldı. Ne var ki, bu sözde anti-tekel yasa, New York Times gazetesinin o günlerde dikkat çektiği gibi görüntüsünün aksine Harami Baronların tekellerine karşı direnci hedef alıyordu. Öncelikle, pahalılığı körükleyen Mckinley gümrük vergisi yasasının kabul edilmesinin toplumda oluşturacağı tepkiyi, “bakın tekeller ile de mücadele ediyoruz” diyerek dengelemeyi amaçlıyordu. Ancak daha da önemlisi yasa metnine ustaca eklenen detaylar ile, yasa, Harami Baronların tröst ve tekellerinden çok, sendikaları hedef tahtasına koyuyordu. Sözde iş dünyasındaki tekellere karşı çıkarılan Sherman Anti-Tekel yasası, 1900’lerin başına kadar sadece, ‘tekel haline gelmişler’ iddiasıyla ulusal işçi sendikalarının dağıtılmasına araç olacaktı.
Anti-Tekel yasasının şirketlere uygulanmasının önünde siper olan güç ise ABD Yüksek Mahkemesi’ydi. Nitekim, ABD Yüksek Mahkemesi, Amerikan Şeker Şirketinin ülke şeker üretiminin yüzde 98’ini kontrol eder hale gelmesini sağlayan şirket alımı sonrası, Sherman Anti-Tekel Yasasının ihlal edildiği gerekçesi ile 1895 yılında önüne gelen davada, Federal Hükümetin tröstleri yasaklayamayacağı içtihadı ile yasanın gerçek niyetini deşifre edecekti. Bu içtihadı, Yüksek Mahkemenin Gilded Age düzeni ile tek işbirlikçiliği değildi.
Büyük Çöküşün Yargısı
ABD Yüksek Mahkemesinin, Gilded Age dönemindeki önemli kararlarının tamamı, bugün hukuk fakültelerinde bir utanç kataloğu olarak öğretiliyor. Bu utanç kataloğu, tekelciliğin, haksız zenginleşmenin ve politik yolsuzlukların ancak farklı sosyal grup ve kimliklere karşı ayrımcılığı hoş gören toplumlarda mümkün olacağının güçlü bir hatırlatıcısı da olacaktı. Yüksek Mahkemenin ırkçı, ayrımcı veya dinci içtihatları ile toplumdaki desteğini pekiştiriyor sonra da bu destekle halkı sömürenlerin yolsuz politikacıların önünü açıyordu. Halkın sıra kendilerine geldiğinde “ama kurunun yanında yaş da yanmasın” feryadı işe yaramıyordu.
Yüksek Mahkemenin, 1870’lerin başından 1890’ların sonuna kadar verdiği ve Cumhuriyetin kanun önünde vatandaş eşitliği hedefinden ve temel haklardan keskin bir sapmayı temsil eden bu içtihat serisini, Amerikan hukuk literatürü ‘The Slump Cases (Çöküş Davaları)’ nitelemesiyle anıyor.
Örneğin, Yüksek Mahkeme, Myra Bradwell’ın adlı hukuk mezunu kadının avukat lisansı için başvurusunu, “Allah insanları farklı işler yapsın diye cinslere ayırmış. Bradwell kadın olduğu için avukatlık yapamaz. Kadının asıl görevi karılık ve anneliktir” diyerek reddeden Illinois Yüksek Mahkemesinin kararını 1’e karşı 8 oyla haklı bulacak ve kadınların avukatlık yapmasının önünü kapatacaktı.
1875 yılında Minor v. Happersett davasında, Virginia Minor adlı kadının, seçmen yazılmak için müracaatını, ‘kadın olduğu için seçmen olamaz’ diye reddeden memur Reese Happersett aleyhine açtığı dava önüne geldiğinde Yüksek Mahkeme oy birliği memuru haklı bularak eyaletlerin kadınların oy hakkını tanınmamasına federal koruma getirecekti.
1883’te Alabama’da siyahi erkek Tony Pace ile Mary Cox adlı beyaz kadının evliliklerini, ‘ırklar arası evliliğin Allah’ın yasalarına aykırı olduğu için evlilik olamayacağı’ teziyle evlilik olarak kabul etmeyip üstüne de ‘zina suçu’ işledikleri gerekçesiyle hapis cezasına çarptıran Alabama eyaletine karşı açtıkları davada Yüksek Mahkeme eyalet yönetimini haklı bulup, ırklar arası evliliğin suç haline getirilmesine kapı aralayacaktı.
1896’da Plessy v. Fergusson davasında, Louisiana’da beyazlara ait yolcu vagonuna oturduğu gerekçesiyle trenden atılan Homer Plessy adlı bir melezin açtığı davada, ABD Yüksek Mahkemesi, “kamu hizmeti sağladıkları sürece, farklı ırklara farklı yerlerde hizmet sunmaları anayasal eşitliğe aykırı olmaz” tezine dayanan “ayrı ama eşit (separate but equal)” içtihadını oluşturacak ve güney eyaletlerinde siyahlara karşı uygulanan Jim Crow ayrımcılığına sonraki yarım yüzyıl boyunca anayasal koruma getirecekti.
Bireysel haklara geldiğinde son derece kısıtlayıcı bakış açısına sahip Mahkeme, şirketlere geldiğinde tavizsiz bir hak ve özgürlük koruyucusu oluyordu. 1872’de Louisiana eyalet kongresinin bütün hayvan kesim işini tek bir mezbahaneye vererek yasayla resmi tekel kurmasına karşı kasapların, köleliği ve rızası dışında çalıştırılmayı yasaklayan Anayasa ek 14. Madde’nin ihlali olarak dava açtıklarında Yüksek Mahkeme, eyaletlerin tekel kurabileceklerine hükmederek, tekelciliğin ve piyasaya şirketler lehine devlet müdahalesinin kapısını açacaktı.
Yine Yüksek Mahkeme, 1886’da önüne gelen bir davada (Santa Clara County v. Southern Pacific Railroad) ilk kez şirketlerin ‘kişi’ olduğuna ve Anayasa Ek 14. Maddedeki kişi haklarına sahip olduğuna hükmedecek, böylece herhangi bir regülasyonu, ‘kişi özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, hareket özgürlüğünü’ kısıtlayan, ‘rızası dışında iş yaptırılmama’ ilkesini ihlal eden davranışlar olarak görüp şirketlere ne istiyorlarsa yapma özgürlüğü getirecekti.
Terakkiperver politikanın doğuşu
Yasama ve yargı erkinin on yıllar süren işbirliğinin aksine ABD Başkanları ise, Gilded Age’ın ekonomik düzenine, açıktan eleştirmeseler bile genellikle mesafeli durmayı tercih etmişlerdi. Örneğin Dönemin Başkanı Rutherford Hayes, 1888’de günlüğüne, Lincoln’un “Halk için, halk eliyle, halkın yönetimi” sözüne atıfla, “Şirketler için, şirketler eliyle, şirket devletine dönüştük” serzenişini not edecekti. Ancak Gilded Age ABD başkanlarının toplumda fazla karşılığı olmayan zayıf karakterler olması, Kongre’de fazla müttefikleri olmaması, onları Gilded Age düzeni için tehdit haline getirmiyordu.
Ta ki, ganimet sisteminin yasaklanmasının, 1890’lardan itibaren öngörülmemiş bir sonucu ile ilk kez yüzleşilmesine kadar…
Kamu hizmet ve imkanlarının siyasi ağaların elinden bağımsızlaşmaya başlamasının en önemli sonuçlarından biri daha nitelikli ve daha eğitimli insanların politikaya girip yükselmesine alan açması olacaktı.
Gilded Age’ın sona erdirilmesinde en önemli rollerden birini, ABD literatüründe “progressive” diye anılacak bu yeni politikacı kuşağı oynayacaktı. ‘Progressive’, bizde 19. Yüzyıl sonunda “terakkiperver” 20. Yüzyılda ise “ilerici” şeklinde adlandırıldı.
Yasaları yapacak politikacıların ve onları uygulayacak kamu görevlilerinin eğitimli insanlar olması gerektiğini savunuyorlardı. Ve bu eğitimli insanlar günün şartlarına uygun çözümler üretmeliydi. Bu nedenle, 1876’da Hegelci çizgide bir anlayışa sahip Johns Hopkins Üniversitesinin kurulmasını Batı Yarımkürenin tarihindeki en büyük eğitim olayı olarak gören tarihçiler de var.
Johns Hopkins Üniversitesi, ABD’nin ilk araştırma üniversitesiydi. O güne kadar üniversiteler sadece geçmişin bilgilerinin öğretildiğini yerlerdi. Johns Hopkins ise bilginin aynı zamanda üretildiği de bir yer olacaktı. Çağın sorunlarına çağdaş çözümler getirecek yeni bilgiler… Kısa süre sonra Harvard’tan Princeton’a kadar bütün önemli üniversiteler Johns Hopkins’in yöntemini benimseyecek bu da ABD’yi modern bilgiye de açık yeni bir eğitimli insan kuşağıyla tanıştıracaktı.
Bu tür eğitimin meyvesi olan terakkiperver politikacılar, hakların, doğuştan otomatik olarak gelmeyeceğini, mücadeleyle ve devlet politikalarıyla edinilecek şeyler olduğuna inanıyordu. Dahası zenginliğin ve yoksulluğun kader olmadığını, politik ve ekonomik düzenin sonuçları olduğunu savunuyorlardı. Süper zenginler, yasal ve ekonomik düzeni manipüle edebildikleri için bu kadar zengindiler. Yoksullar, işçiler, küçük esnaf ve zanaatkârlar yeteneksiz veya tembel oldukları için değil, haksız servet transferi, fırsat eşitsizliği nedeniyle bu kadar yoksuldular. Toplumun sağlık, yaşam, eğitim koşulları, kamu politikalarıyla ileriye götürülebilir, iyileştirilebilirdi.
Bu savlar, o dönem Amerikan Protestanlığına egemen olmaya başlamış tebliğci Hristiyanlık (Evanjelik) eğiliminde önemli bir çatlağa neden olacaktı.
Geleneksel ana akım Protestan öğretisi, yeni oluşan kozmopolit şehir yaşamına, Katolik göçmen akınına, sosyal ve teknolojik değişimlere hitap etmekte zorlanıyordu. Evanjelizm ise, Calvinci kaderciliğe mesafeli Amerikan Protestanizmine yeni bir soluk getirmişti.
Kabaca, “ilk insanın günahı nedeniyle iradesi elinden alındığı için insan soyundan kimin kurtulacağına, kimin refaha kavuşacağına tanrı karar verir, insan kendisi kurtuluşunu kazanamaz” şeklinde özetleyebileceğimiz Calvinci kaderciliğin tefritine karşı; kabaca, “insanın zenginliği de yoksulluğu da sadece kendi bireysel tercihlerinin, yeteneklerinin, eylemlerinin ve günahlarının sonucudur” şeklinde özetleyebileceğimiz bir Evanjelik ifrat yükseliyordu.
Bu Evanjelik yorumun öne çıkan lideri, 1877’de Büyük İşçi Kıyamı ile aynı günlerde Chicago’da ‘tebliğ’ faaliyetine başlayan Dwight L. Moody oldu. Kamu politikalarının değil bireysel tercihlerin, bireysel günahların, zenginlik ve yoksulluk kaynağı olduğu teziyle Harami Baronlar başta olmak üzere zenginlerin ve yolsuz politikacıların desteğini kazanacak Vaiz Moody, sadece Gilded Age dönemine değil, 20. Yüzyıl Amerikan politik Evanjelizmine de rengini verecekti.
Moody’nin, zenginliği ve muktedir olmayı Allah’ın sevgili kulu olmanın, fakirliği veya iktidar kaybetmeyi günahkarlığın bir sonucu gibi gören inanç çizgisi, dönemin yükselen ideolojisi Sosyal Darwinizm ile de son derece uyumluydu. Sosyal Darwinizmin keskin bir savunucusu olan sosyolog William Graham Sumner, 1883 yılında “sosyal sınıfların birbirine ne borcu var?” sorusunu başlık yaptığı kitabında cevabı, özetlersem, “hiçbir şey” olarak verecekti. Yoksullar, yeteneksizlikleri, tembellikleri ve öngörüsüzlükleri yüzünden yoksuldu. Süper zenginlerin ve politikacılar Allah verdiği için zengindi.
Moody, 1899’da ölünceye kadar milyonlarca Protestan’ın duygu ve inanç dünyasında derin iz bıraktı. Örneğin, sonradan ABD Başkanı olacak Eisenhower, 1890’da doğduğunda, anne ve babası ona, Moody’nin adını (Dwight) verecekti. Moody’nin 20. Yüzyılda Billy Graham ile devam edecek ana akım çizgisi, en aşırı uçlarında ‘zenginlik ilahiyatı (prosperity theology)’ denen formlar da oluşturacaktı. Özellikle de günümüzde ‘televanjelik’ denen televizyon vaizlerinin, lüks malikanelerde yaşamayı, şahıslarına özel uçaklar satın almayı övünülecek bir şey olarak görüp açıktan paylaşmaları da ‘zenginliği ve gücü Allah sevgisinin ispatı’ gören zenginlik ilahiyatının bir sonucu. Dünyadaki bütün politikacıların aksine Amerikalı muhafazakâr politikacıların zenginliklerini, gösterişli evlerini seçimlerde propaganda aracı olarak göstermelerinde bu kültürel arka plan rol oynuyor.
Gilded Age dönemine dönersem, dini kesimlerin, yolsuz politikacıları ve toplumdaki korkunç eşitsizliği meşrulaştıran dini görüşleri, özellikle eğitimli Protestanlar arasında bazı Amerikalı tarihçilerin ‘büyük manevi kriz’ diye andıkları kiliseden soğuma eğilimini yükseltecekti.
Moody’nin Evanjelik yorumuna karşı yine Evanjelik Hristiyanlar içinden ‘Hristiyanlık bu değil’ itirazının yükselmesi de çok sürmeyecekti. Yoksulların ve işçilerin sömürülmesini, çocuk çalıştırmayı, adaletsizliği, yolsuzlukla zenginleşmeyi, zenginlerin, politikacıların hukuku kolayca çiğneyebilip hiç sorumlu tutulmamasını ‘sosyal günahlar’ olarak gören bu Evanjelik çizgi, ‘içtimai ilahiyat (social gospel)’ adıyla anılacaktı.
Washington Gladden ve Walter Rauschenbusch adlı Protestan din adamları bu yeni ilahiyat yelpazesinin en önemli temsilcileri oldular. Sosyal Darwinizmi reddeden Sosyal İlahiyat hareketi, yoksulları, kendi beceriksizliklerinin ve günahlarının cezasını çeken insanlar olarak görmeyi reddediyordu. Yoksullara bedava yemek dağıtmayı, barınma imkânı, çocuklara eğitim hizmeti sağlamayı, haksız zenginleşmeye politik yolsuzluğa karşı çıkmayı dini görevler olarak görüyordu. Sosyal Öğreti, terakkiperver politikanın manevi zeminini oluşturdu.
Evanjelik sosyal ilahiyatın, terakkiperver politikanın ve bu çizgideki aydınların tepkisi zenginliğe değildi. Zenginliğin kazanılması yollarınaydı. Dolandırıcılıkla, işçi istismarıyla, yolsuzlukla kazanılmış zenginlikten ikrah ediyorlardı. Örneğin terakkiperver yazar Herman Melville, Gilded Age dervinde zenginleşen karakterlere baktığında, “Bu devirde zengin olmamak, kişiye bir asalet ve ayrıcalık kazandırıyor” demekten kendini alamayacaktı.
Modern batı kültürünün en uzun soluklu iddiası olan bireyin kendi kaderi üzerinde hakimiyetini tanıyorlardı. John Locke’tan Voltaire’e ve Rousseau’ya uzanan, bireyin hak ve özgürlüklerini, devlet müdahalesinden koruyan klasik liberalizme bağlıydılar. Serbest Pazar ilkesini vazgeçilmez görüyordular. Ama Gilded Age çağındaki ekonomik düzenin ‘serbest piyasa’ olmadığını savunuyorlardı. Sadece bir grup titanın ‘serbest’ olduğu geri kalan herkesin onlara çalışmaya mahkûm olduğu bir piyasaydı. ‘Bırakınız yapsınlar’ anlayışını piyasanın özgürlüğünü değil, piyasaları nihayetinde tekellerin denetimine sokacak bir aşırılık görüyorlardı. Öte yandan, devleti ezilenlerin, sömürülenlerin, yoksulların, zayıfların, haksızlığa uğrayanların destekçisi olması gerektiğini savunan bir Protestan ahlaktan da besleniyorlardı.
Amerikan progresivizminin öncü isimlerinden biri olacak John Dewey’in ‘Amerikan Liberalizmi’ nitelemesi yapacağı bu anlayış, 20. Yüzyılda Amerikan solunun çizgisi olacaktı.
İşte Gilded Age için sonun başlangıcı olacak 1896 ABD başkanlık seçiminde iki başkan adayı, birçok başka ayrımın yanı sıra Evanjelizmin ve liberalizmin bu iki yorumunun da temsilcileriydiler.
Gilded Age düzeninin adayı Ohio Milletvekili William McKinley’di. Demokrat Partinin başkan adaylığını ise, sosyal ilahiyat takipçisi, henüz 36 yaşında, hitabet gücü yüksek ve karizmatik bir politikacı olan William Jennings Bryan’ın kazanması Gilded Age zenginleri arasında paniğe neden oldu.
Vanderbilt, Carnegie, J.P. Morgan ve John D. Rockefeller gibi süper zenginler bütün çekişmeleri bir kenara bırakıp, McKinley’nin kampanyasına milyonlarca dolar yağdırmaya başladı. Gilded Age düzeninin en önemli savunucularından ve en zengin politikacılarından biri olan Ohio Senatörü Mark Hanna’nın koordinatörlüğünde dev bir seçim kampanyası başlatıldı.
Kampanyasına maddi destek bulmakta zorlanan Bryan, seçime kadar aylarca kasaba kasaba gezerek insanlara ulaşmaya çalıştı. Mckinley ise evinden bile çıkmadı. Parayla tutulmuş yüzlerce hatip onun adına mitingler düzenliyordu. Her şehirde parası ödenmiş gazeteler onun propagandasını yaparak, ‘radikal ve aşırı Bryan’ın kazanmasının felaket olacağı’ korkusunu yayıyordu.
Nihayetinde seçimi harami baronların adayı McKinley kazandı. ABD Başkanlığını adeta satın almak, baronların o güne kadarki en cüretkâr siyasi zaferi oldu. Ama karşılarında artık hiç kimsenin duramayacağı bir güç gibi görünmeleri en büyük zaafiyetlerine dönüşecekti. Kongre’de, yargıda, medyada, politikada, işçi ve hak örgütlenmelerinde güçlü bir itiraz kabarmaya başlayacaktı. Bu partiler üstü bir itirazdı.
Ne var ki, ABD’nin kendi coğrafyası dışında ilk kez savaşa girmesi, bu itirazı, kısa süreliğine gölgede bırakacaktı.
Amerikan İmparatorluğunun doğuşu
ABD’nin önemli gazeteleri 1895 yılında Kübalıların İspanya’ya karşı başlattığı mücadeleye abartılı bir destek vermeye başlamıştılar. Öyküsü Yurttaş Kane filmine konu olan William Randolph Hearst ile Joseph Pulitzer’in gazetelerinin, bugün ‘sarı gazetecilik’ olarak adlandırılan tiraj rekabeti kamuoyunda savaş taraftarlığının yükselmesinde önemli rol oynayacaktı. 1898’de başlayan ABD-İspanya savaşı, Küba’nın İspanya’dan bağımsızlığını kazanması, Porto Riko, Guam Adası ve Filipinler’in ise ABD tarafından işgali ile sonuçlandı.
Emperyalizme karşı isyanla bağımsızlığını kazanmış ilk koloni olan ABD’nin, Avrupalı güçlere katılıp emperyalist lige yükselmesinin asıl motivasyon kaynağı ise ticaretti. Nitekim İspanya-ABD Savaşının asıl kazananı şeker endüstrisi olacaktı.
Savaş, tıpkı ekonomik kriz gibi, halka sefaletin, yolsuz politikacılara ve zenginlere ise daha da zenginleşmenin kapılarını açar. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Porto Riko’ya atanan ilk vali olan Charles Allen’dı. Sadece 15 ay süren valiliğinde Porto Riko’nun bütün önemli konumlarına kendisine sadık adamları atayan Allen, daha sonra J. P. Morgan’ın desteğini alarak Amerikan Şeker Şirketinin yönetimine geçti. Karayiplerdeki şeker kamışı üretim tekeli kurmasıyla Amerikan Şeker Şirketi dünyanın en büyük şeker üreticisi haline gelecekti. Bu şirket günümüzde hala Domino Sugar adıyla yoluna devam ediyor.
ABD yönetiminin bu yeni emperyalist dış politikayı halka pazarlamada kullandığı retorik ise, dini ‘fetih’ söylemiydi. ABD Başkanı Mckinley, ABD’ye çok uzak, Pasifik’in ortasındaki Filipinler’in işgalini, Beyaz Saray’daki bir toplantıda, “Filipinlilerin hepsini eğitip, Hristiyanlaştırmaktan başka çaremiz yok” diyerek gerekçelendirecekti.
Dini ve hamasi Protestanlık söylemi, 1898 İspanya Savaşını bir yönüyle Katolikliğe karşı savaş olarak da görüyordu. Evanjelizm, uyuşuk, uysal ve tembel Katolikliğe alternatif olarak Protestanlığı canlı, delikanlı, erkeksi ve güçlü bir alternatif olarak tasvir ediyordu. Katolikliğin özellikle de Avrupa’da ‘iktidar işlerine müdahil olmayı bırakıp’ laikliğe alan açmasına tepkiliydiler. Bu zihniyet Evanjelizmin bir kolunu, İktidar ve siyasete düşkünlükleri tanrıya olan düşkünlüklerinden çok daha baskın dinci bir harekete dönüştürecekti.
Bu ilk emperyal savaşın kabarttığı histerik ve hamasi iklimde gidilen 1900 seçiminde McKinley, William Bryan’ı bir kez daha rahatlıkla yenecekti.
Terakki çağının başlaması
McKinley’nin ikinci döneminde Başkan Yardımcısı ise Theodore Roosevelt’ti. Devlet memurlarının bağımsızlığını korumak için kurulmuş Kamu Hizmetleri Komisyonu’nun yedi yıl boyunca başkanlığını yapmak Roosevelt’i terakkiperver politik çizgiye yakınlaştırmıştı. Örneğin, ABD Yüksek Mahkemesinin, New York eyaletinin, işçileri günde 10 saatten fazla çalıştırmayı yasaklayan yasasının iptali Roosevelt’i oldukça öfkelendirmiş, “İnsanların kendilerini yönetme hakkı şirketlerce açıktan gasp ediliyor. İşte bu kıyameti koparır!” diye konuşmuştu.
Roosevelt, 1898’de New York Valiliğine seçildikten sonra tekellere karşı politika ve kararları ile, ülkenin en kudretli zengini J. P. Morgan başta olmak üzere harami baronları rahatsız etmeye başlamıştı. Morgan, New York halkının sevdiği Teddy Roosevelt’i doğrudan karşısına almaktansa terfi gibi görünen pasif bir görevle New York dışına göndermenin daha doğru olacağını düşünmüştü. ABD Başkan McKinley 1900 yılında ikinci kez başkanlık yarışına girdiğinde kendisine başkan yardımcısı adayı olarak Teddy Roosevelt’i seçmesini telkin eden J.P. Morgan’dı. Başkan Yardımcılığı, olağanüstü bir gelişme olmazsa ülkedeki en pasif kamusal görevdi.
O olağanüstü gelişme ABD Başkanı William McKinley’nin ikinci dönemine başlamasından yaklaşık 6 ay sonra gerçekleşecekti. McKinley’nin bir anarşist tarafından suikastla öldürülmesi üzerine, 42 yaşındaki Theodore Roosevelt ABD’nin 26. Başkanı (ve bugüne kadarki en genç başkanı) oldu. Roosevelt’in başkanlığı ile terakkiperver hareket ilk kez ABD yönetiminde kendisine müttefik buluyordu. Sonrasında ise Morgan ve Rockefeller’ın korktuğu her şey olmaya başlayacaktı.
Roosevelt, göreve başlamasından birkaç ay sonra J. P. Morgan’a, ABD yönetimi olarak, “Northern Menkul Kıymetler Tröst’ünü, anti tekel yasasını ihlal gerekçesiyle dava edeceklerini söylediğinde Morgan büyük bir şok yaşayacaktı. Morgan çok daha büyük bir şoku ise 10 yılı aşkın süredir Sherman Anti Tekel Yasası ihlali davalarında hep şirketler lehine karar veren Yüksek Mahkeme’nin 4’e karşı 5 oyla bu kez aleyhlerine karar verip, Morgan’ın demiryolu tröstünü dağıtması kararıyla yaşayacaktı. Sadece J.P. Morgan ve Rockefeller değil bütün ülke yeni bir dönemin başladığının farkına varıyordu. Nitekim bu dava, Roosevelt yönetiminin sonraki yıllarda tröst ve tekellere karşı açacağı 44 davanın ilkiydi.
“Gübre eşeleyicisi” gazeteciler
1900’lerin başında, Harami Baronların başındaki tek bela kendisini kazara başkanlıkta bulmuş Roosevelt değildi. 1890’lar ilk örnekleri ortaya çıkmış yeni bir gazeteci türü düzenleri için artık tam bir tehdide dönüşmüştü. Araştırmacı gazeteciliğin öncüsü bu bir grup bağımsız gazeteci, süper zenginlerin ve politikacıların, toplumun gözünden o güne kadar başarıyla kaçırmayı başardığı manipülasyonları, yolsuzlukları, emek sömürülerini, dolandırıcılıkları belgeleyerek kamuoyuna sunuyor topluma şok üstüne şok yaşatıyordu. Ayrıca, kentlerin gettolarındaki yoksulluktan, fuhuş sektöründeki kadın istismarına, çocuk işçilere yönelik istismardan açlığa ve sağlıksız gıdaya karşı her karanlığa ışık tutuyor, toplumu kendi gerçeği ile yüzleştiriyordular.
Bu gazeteciler, ‘gübre eşeleyicisi (Muckraker)’ diye anılacaktılar. Bu ismin kaynağı 17. Yüzyıl İngiliz püritan vaiz John Bunyan’ın kaleme aldığı ‘The Pilgrim’s Progress’ adlı bir kıssaydı. Bunyan, ilahi kurtuluş yerine gübre çamurunda debelenen insanı nitelemek için bu tabiri kullanmıştı.
Gazetecilere, ‘sürekli b.k karıştırarak kimin ne yediğini bulmaya çalışıyorlar’ imasıyla bu hakaretamiz ismi takan ise sözde müttefikleri olması gereken Roosevelt olacaktı.
Teddy Roosevelt, başkan olduktan sonra ilk kez Beyaz Saray muhabirliğini oluşturmuş, basın sözcüsünü kabine üyeliğine yükseltmişti. Bu tutumu, gazetecilerin saygısını kazanmasına neden olacaktı. Ama politikanın, hükmetmenin doğası gereği gerçek gazeteci ile politikacı arasında asla aşk olamaz.
En dürüstlük iddialı politikacı bile bağımsız gazeteciliği sevmez. Çünkü dönemin bir editörünün dediği gibi, “gazeteci devlet yönetiminin müdafii değil, devlet yönetimine karşı toplumun savcısıdır”. Nitekim muckraker gazeteciler, yandaşı oldukları Roosevelt’e de diğer haberlere yaklaşıkları gibi yaklaşmakta devam ettiler. Beyaz Saray’a akredite olan gazeteciler, yönetimin her kararı ile ilgili içeriden sorgulamalar yaparak, ‘kontrol edilebilir’ olamayacaklarını gösterdiler.
Roosevelt 1906’daki bir konuşmasında, kendi yönetimi ile ilgili de araştırmacı gazetecilik yapılmasına ima ile, “Kabul ediyorum, gübre eşelemek (muck-rake) bir toplumun selameti için vazgeçilmez bir iş ama eşelemenin durdurulması gerektiği zaman da bilinirse” diye konuşacaktı. Roosevelt’in bu konuşmasından sonra ‘muckraker’ deyimi oldukça yaygınlaşacak ve bütün 20. Yüzyıl boyunca ‘araştırmacı gazeteciliğin’ yerine isim olarak kullanılacaktı.
Rockefeller’ı dize getiren kadın gazeteci
McClure Dergisi, muckraker gazeteciliğin amiral gemisine dönüşecekti. En önde gelen muckraker gazetecilerin bazıları kadındı. Ida Tarbell, 1902’den itibaren McLure dergisinde kaleme aldığı yazıları, Standard Oil Şirketinin Tarihi adıyla kitaplaştırdığında yer yerinden oynayacaktı.
Gazeteci Ida Tarbelll’in Standard Oil kitabının yarattığı fırtına, Yüksek Mahkeme’nin Rockefeller’ın petrol tröstünün Sherman Anti-Tekel Yasasını ihlal ettiğine hükmederek 34 ayrı şirkete bölünmesine karar vermesinin yolunu açacaktı
Standard Oil’in her bir parçasından 20. Yüzyılda petrole damga vuracak bir başka şirketin çıkması bile bu tekelin gücü hakkında bir fikir verebilir. Örneğin New York Standard Oil’in adı Mobil olacaktı. Rockefeller’ın kendisinde kalacak New Jersey Standard Oil, 1973’te Exxon adını alacak ve 1999’da Mobil ile birleşerek Exxon Mobil’e dönüşecekti. California Standard Oil, Chevron adını alacaktı. Indiana’daki iki Standard Oil şirketinden bir Marathon Oil diğeri ise Amoco adını alacaktı. Conoco ve Philips 66 da (2002’de birleşerek ConocoPhilips adını aldılar) Rockefeller’ın cebinden çıkan petrol şirketleri arasındaydı. İlk firma olan Standard Oil Ohio (Sohio) ise 1987’de BP tarafından satın alınacaktı.
Yüksek Mahkemenin aynı gün parçaladığı bir diğer tekel ise J.B Duke’ün tütün piyasasına hükmeden Amerikan Tobacco Company adlı şirketiydi. Mahkemenin oluşturduğu dört rakip firma arasında Kent, Newport gibi sigaraları üreten Lorillard Şirketi; Camels, Winstons, Salems, American Spirit gibi sigaraları üreten R. J. Reynolds Şirketi ile L&M sigarasını üreten Liggett-Meyers Şirketi vardı. Duke’ün elinde kalacak original American Tobacco Company ise Pall Mall, Durham, Lucky Strike, Fatima, Mecca, Turkey gibi sigaraları ile piyasada varlığını sürdürecekti.
Muckraker gazetecilerin ilk yükseldiği dönemde ABD medyası, sansasyonel sarı gazeteciliğin etkisindeydi. Gazete sayfaları toplumda anlık sansasyona neden olacak yüzeysel ve değersiz tartışmalar, tiraj kazandıracak uydurma haberler ve hamasetle doluydu.
Uzun vadeli politikaları tartışmak, topluma egemen kültürün neden olduğu haksızlık ve sömürüyü anlatmak tiraj getirmeyeceği için karanlıkta kalıyordu.
İşte Muckraker gazeteciler, ‘asıl büyük resmi’ ortaya koyacak derinlikli araştırmalar yaparak bu toplumsal kültürde ve devlet politikalarında değişimin kapısını aralayacaktılar.
Bir önceki yazıda birkaç alıntı yaptığım Lincoln Steffens, “Şehirlerin Utancı (The Shame of the Cities)” yazı dizisi ile yerel yönetimlerdeki yolsuzlukların yol açtığı sefaleti gözler önüne seriyor ve kentsel yönetimlerde reform çabalarını tetikliyordu.
Ray Stannerd Baker, Amerikan “Çalışma Hakkı (The Right to Work)” kitabı ile madenlerin durumunu, maden işçilerinin grevini, greve gitmeyeceği garantisi ile işe alınmış niteliksiz madencilerin çoğu zaman ölümle sonuçlanan çalışma koşullarını, ocakların karanlığından aydınlığa taşıyacaktı.
David Graham Phillips, “Senato’nun İhaneti” kitabıyla ABD Senatosunun nasıl süper zenginlerin oyuncağı haline geldiğini, halkı değil şirketleri temsil ettiklerini ifşa edecekti. Bu kitap yarattığı etki ile, Senatörlerin de artık halk oyu ile seçilmesini sağlayan 17. Ek Madde’nin Anayasa’ya eklenmesine neden olacaktı.
Phillips’in seçim kampanyası finansmanına ışık tutan bir başka çalışması ise Kongre’nin, şirketlere seçim kampanyalarına bağış yapma yasağı getirdiği Tillman Act adlı yasanın 1907’de Kongre’den geçmesini sağlayacaktı.
Sadece yazı dizisi ve araştırma kitapları değil, roman formatında da gazetecilik yapıyorlardı. Örneğin Upton Sinclair, “The Jungle” romanı ile mezbaha ve et endüstrisindeki işçilerin köleliğinin yanı sıra, halkın sağlığına büyük tehdit oluşturan koşulları da betimleyecek ve bu kitap ABD’nin ilk gıda standartları yasasının çıkmasına neden olacaktı.
Muckraker gazeteciler, finans düzeninden, ilaç endüstrisine, işsizlikten, cenaze firmalarının yolsuzluklarına kadar ‘sıkıcı’ konuları, halkın anlayabileceği şekilde halkın gündemine ilk kez taşıyor, her yazı dizisi, her kitap yeni bir reformun kapısını aralıyordu.
Nihayetinde kamuda yolsuzluk keskin şekilde azalmaya başladı. Deneyimli ve uzman kamu görevlileri kamu kurumlarına saygınlık ve başarı getirdi. Muhalifler de dahil halkın kamuya güveni yükseldi.
J.P. Morgan’ın düşüşü
Harami Baronların tek tek iş dünyasından çekilip, isimlerini temizlemek için hayır, eğitim ve sanat işlerine kendilerini adadığı dönemde en uzun süreli direnen J. P. Morgan oldu. Yüksek Mahkemenin değişik sektörlerdeki tekellerini tek tek kırmasına rağmen hala finansal gücünü koruyordu. ABD’nin bütün ekonomisini uçurumun kenarına getirecek 1907 ekonomik krizinde de henüz böylesi durumlara müdahale edecek bir kamu otoritesi ve merkez bankası olmadığı için bütün gözler bir kez daha ona dönecekti.
Morgan, kurtarılacak tröstler, bankalar, şirketler listesi yaparak bunlara finansman sağlayarak “ekonomiyi kurtardı”. Tabii ki kendisini neredeyse bütün ekonominin patronu haline getiren bir güce kavuşarak. Krizin sönmesi Morgan’a yeniden popülarite sağladı. Dönemin önemli araştırmacı gazetecisi ve entelektüeli Upton Sinclair başta olmak üzere terakkiperver hareket ve politikacılar ise J.P. Morgan’ın krizi bitiren kahraman değil, aslında kendi çıkarı için krizi kasten inşa eden adam olduğunu savunuyordu.
Gücünün doruğu, düşmeye başladığı nokta oldu. Hakkında açılan soruşturmalar nedeniyle çok uzun bir tatile çıktı ve dünyada dolaşmaya başladı. Bu sırada kendisinin de yolcusu olmaktan son dakikada vazgeçtiği Titanik’in batması ile ilgili soruşturma, Titanik’in bağlı olduğu şirketin asıl sahibi olması nedeniyle ona da uzandı. Dünya seyahatinin Mısır durağında hastalanınca getirildiği Roma’da 1913’te öldü.
Teddy Roosevelt, ABD’de Gilded Age’ı bitirerek terakkiperver çağı başlatan başkanlığında kazandığı popülariteye rağmen, 1908 seçiminde, ‘geleneğe uyacağım’ diyerek üçüncü kez başkan adayı olmadı ve yerine arkadaşı William Taft’ın adaylığını destekledi. Taft döneminde de devam eden terakkiperver reformlar, 1912’de Woodrow Wilson’un seçilmesiyle doruğa çıktı.
John Hopkins Üniversitesinin yetiştirdiği ve ABD tarihinde doktora derecesi sahibi tek başkan olan Wilson, siyasi etkiden bağımsız ve yetkin bürokrasinin tahkiminde, bilimsel eğitimin yaygınlaştırılmasında önemli adımlar attı. Devletin ve ekonominin Morgan gibi finansörlere muhtaç olmaması gerektiği, krizlerde finans piyasasına müdahil olabilecek bir kamu otoritesine gereksinim olduğu gerekçesiyle ABD Merkez Bankası (FED) kuruldu. Aynı yıl ABD Anayasası da değiştirilerek federal hükümete gelir vergisi toplama yetkisi getirildi.
Donald Trump’ın ‘Altın Çağın’ bitişi olarak 1913 yılını göstermesinin nedeni bu reformlardı.
Devam edeceğim
(Yeni bir Gilded Age)