‘Bilmediğin şeyi durduramazsın’
CEMAL TUNÇDEMİR
6 Aralık 2020
Amerikalı bilim gazetecisi ve yazar Laurie Garrett’a bugünlerde herkes ‘Kassandra’ diyor. Yunan mitolojisindeki ünlü karaktere atıfla…
Kassandra Truva Kralı Priam’ın kızıydı. Herkesin ilgisini çeken bir güzeller güzeli olmasına rağmen o bakire bir rahibe olmak istiyordu. Bununla beraber geleceği görebilen biri olmayı da çok arzuluyordu. Onun güzelliğine çarpılan tanrı Apollon, Kassandra’yı elde etme isteğiyle arzusunu yerine getirdi ve ona geleceği görebilme yeteneği verdi. Ancak Kassandra bu yeteneği kazandıktan sonra da bakire rahibe olma ısrarını sürdürünce öfkelenen Apollon onu bu kez, ‘söyleyeceklerine kimseyi inandıramamakla’ lanetledi.
Appollon’un ona verdiği yeteneği sayesinde Yunanlarla savaşın Truva’nın sonunu getireceğini görebilen Kassandra, Apollon’un lanetiyle de Truva savaşının korkunç bir yenilgiye neden olacağına babasını ve kardeşlerini inandıramadı. Truvalılar, başlangıçta savaşı kazanan taraf görünmeleriyle de öngörüsünden dolayı Kassandra’yı aşağıladılar. Ancak, yenilmiş görünen tarafın gönderdiği yenilgi hediyesinin (Truva atı) içinde saklı askerlerin şehri içerden yıkmasıyla, Truvalılar savaşı ve şehirlerini kaybetti. Kassandra da Agamemnon’un savaş esiri olarak Sparta’ya götürüldü ve hizmetçi yapıldı.
1994 yılında kaleme aldığı ‘Yaklaşmakta Olan Salgın’ kitabıyla ünlenen Garrett, on yıllardır, dünyayı, ‘küresel virüs salgınları’ konusunda geç kalınmadan hazırlık konusunda uyarmaya çalışan bir avuç sesten biri. Zaire’deki Ebola virüsü salgını konusunda yaptığı araştırma haberleri ile 1996 yılında Pulitzer Ödülü kazanacaktı.
2005 yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan ‘’Müstakbel Pandemi’’ başlıklı yazısında, bir sonraki küresel salgının, 50 milyon insan öldüren 1918-19 İspanyol gribi salgınından çok daha fazla insanın öldürebileceği ve ekonomileri alt üst edebileceği uyarısında bulunacaktı:
‘’Ülkeler, çare olarak sınırlarını kapatmak, ve belki de aylarca normal yaşam düzenini tamamen bozacak kitlesel karantinalar uygulamak zorunda kalacaklar. Böylesi bir kapanma, küresel seyahat, ticaret ve üretimi sarsacak’’
Kuş gribi nedeniyle virüs tehdidinin az da olsa kendine gündemde yer bulabildiği o yıl, aynı derginin aynı sayısında bu kez Minnesota Üniversitesi Salgın Hastalıklar Araştırma Merkezinin yöneticisi Doktor Michael Osterholm da, ‘’Müstakbel Pandemiye Hazırlık’’ başlıklı yazısında ‘’Tarihin kritik bir dönemecindeyiz. Müstakbel pandemiye hazırlanma konusunda zamanımız hızla azalıyor. Gecikmeden hemen şimdi kararlılıkla hareket geçmek zorundayız’’ çağrısı yapacaktı.
Dünya Sağlık Örgütü de, 2018 yılında, henüz ne olduğu ve nasıl bir tehdit oluşturacağının bilinmemesine atıfla, ‘’X Hastalığı’’ adını vereceği ve ‘’mevsimsel gripten daha yüksek ölüm oranına sahip ama onun kadar da hızlı yayılabilen’’ bir müstakbel salgına hazırlık kategorisi oluşturacaktı.
Tabii ki ne politikacılar, ne de varoluşunu ve gündemini tamamı ile bu politikacılar ile özdeşleştirmiş ve yaşamın bütün gerçeğini politikacılardan öğrenebileceğini sanan yığınlar bu uyarılara kulak asmadı.
Hatta, pandemi başladıktan sonra bile bazı ülkelerde yığınlar, doktorlar yerine, kendi kariyerine odaklanmış Trump gibi kifayetsiz ama muhteris politikacıları dinlemeyi sürdürebildi. Örneğin maskesiz mesafesiz Trump mitinglerine, doktorların aksi yöndeki tüm uyarılarına rağmen, binlerce kişi, bu cahilce tavırlarını ‘politik ve dini bir meydan okuma’ zannederek toplanmayı sürdürdü. O mitinglere milyarlarca virüsün de katıldığını, sonra da bu virüsleri evlerine, hasta, yaşlı yakınlarına taşıdıkları gerçeğini cahilce görmezden geldiler. Yaz aylarında Trump destekçisi birçok eyalet, virüsün ana yayılma bölgelerine dönüştü. Politika da, tıpkı dini ve etnik kimlik gibi, açık ki, ne insanın biyolojisi ne de virüsün, yani doğanın umurunda olan bir şey değildi. Müslüman nüfus yoğunluklu coğrafyanın çok büyük bölümüne de virüs, başlayan salgına rağmen Mekke’ye umre seyahatlerini sürdürmekte ısrar eden Müslümanlarca taşındı.
‘Pandemi’, kaynak olarak insanın kontrol kapasitesini aşan doğal bir fenomen. Homo Sapiens, 200 bin yıl önce yürümeye başladığında, virüsler gezegen üzerinde 3-5 milyar yıllık bir tarihe sahipti bile. Mikrop, 5 milyar yıldır aynı mikrop. Bize bir kötülük kastı yok. Kaldı ki koronavirüs açısından baktığımızda ‘kovid’ evrimsel bir başarı öyküsünden başka bir şey değil. Koronavirüs artık bir insan virüsü. Gezegende ona ev sahipliği yapanlar, bir yerden bir yere taşıyanlar, yarasalar veya diğer bazı tropik hayvanlar değil, biziz.
Koronavirüs bu anlamda Darwinian koşutların üçünden ikisini gerçekleştirmiş durumda: çoğaldı ve coğrafi varlığını çeşitlendirdi. Üçüncü şart, kalıcılık için mücadele halinde. Büyük olasılıkla da başaracak. Bu başarısının türümüze maliyeti ise bize bağlı.
İnsanın 200 bin yıllık, modern insanın 10 bin yıllık tarihinin çok büyük bölümü, türümüzün, canlı olup olmadıkları bile tartışmalı bu mikroplarla ilişkisinin tarihi. Ama insanlık tarihi, bu önemli mücadeleyi hep görmezden geldi. Sadece çiçek hastalığı virüsü tek başına, tarih boyunca bütün savaşların öldürdüğünden daha fazla insan öldürdüğü halde, tarihteki virüs salgınları bugün bile, ‘bizim’ atalarımızın zaferleri ve iyiliği ile ‘onların’ atalarının kötülükleri ve hezimetlerinin anlatılmasından ibaret tarih kitaplarının dipnotları arasında yer almaya devam ediyor.
Peki bazısı son derece öldürücü virüs salgınlarını nasıl aşıp da bugüne kadar gelebildik?
Sadece türümüze ait iki yetenek sayesinde:
Birincisi, insanın, hasta türdaşları ile ilgilenen, onların hastalıkla mücadelesine yardımcı olabilen bir canlı olması.
İkincisi ise, insanın, virüs bulaşmasına karşı önceden koruma tedbirleri geliştirebilen tek tür olması.
Her ikisinin de kilit noktası ise hep ‘’bilgi’’ oldu. Gerçek bilgi…
Hala içinden geçtiğimiz pandemide, ABD’de Trump, Brezilya’da Bolsonaro gibi bilimi ve bilgiyi aşağılayan liderler, tıpkı Çin’de salgını haftalarca halktan gizleyerek yayılmasına yol açan komünist partisi yöneticileri gibi virüsün ülkeleri ve insanlık için maliyetini korkunç boyutlara taşıdılar.
Garrett, virüs tehdidine aşina her uzman isim gibi Trump’ın salgın karşısında takındığı tutuma oldukça tepkili. Trump’ın Ocak ayından Mart ayı ortalarına kadar rahatlığı ve koronavirüsün ABD için bir tehdit oluşturmadığı iddiasında olması; doğrulu ispatlanmamış bir çok yöntemi, tedavi gibi sunması; maske ve mesafe kuralını ‘’solcuların dayattığı faşizan bir politik bir tercih’’ olarak sunup önemsizleştirmesi; ülke çapında işbirliğine dayalı bir mücadeleyi koordine etmekten kaçınması gibi bir çok tercihinin sonucunda ABD küresel salgının merkez üssü haline gelecekti.
Dahası, Trump, Obama yönetiminin Ebola salgını sonrası, bir sonraki salgına karşı küresel ve ulusal müdahale işbirlikleri için oluşturduğu bütün birimleri, ‘devleti küçültüyorum’ veya ‘’banane Afrika’lı, Çinli köylünün hastalık kapmasından, önce Amerika milliyetçisiyim ben’’ kafasıyla tasfiye etmişti. Dar görüşlü bütün cahiller gibi, politik sınırları kapatmanın, ülkesini virüsten korumaya yeteceği yanılgısındaydı.
Virüsün neden olduğu ölüm sayısı, ‘lanet solcu şehirler’den sonra, Iowa, South Dakota, Wyoming gibi ‘Trumpçı mübarek eyaletlerde de’ artınca da bu kez doktorlara savaş açacaktı. Trumpian koronun, Amerikan Tabipler Birliğine (AMA) yönelik gerçek dışı suçlamaları Ekim ayında akıl almaz bir seviyeye yükseldi. Trump, Michigan’daki bir mitinginde, ‘hepsi çok zeki ve kurnaz, biliyorsunuz değil mi?’ diye bahsettiği Amerikalı doktorların, para kazanmak için vaka ve ölü rakamlarını bilerek şişirdiklerini bile iddia edebildi. O gün itibarı ile Kovid’e yakalanan Amerikalı sayısı 12 milyona yaklaşmışken ve ölen Amerikalı sayısı 250 bini aşmışken, hala bunun, ‘solcu doktorların’ rakamlarda oynayarak ‘abarttığı bir tiyatro olduğunu’ iddia edebildi. Bir noktada kendisini, ‘’rakibim başkan olursa bilimcilere kulak verecek. Ben ise kendi bildiğini okuyabilecek bir liderim’’ şeklinde bile övebildi.
Bir devlet başkanının bu tür saçmalıkları herkesin önünde konuşması, Twitter’dan paylaşması basitçe kişisel görüş açıklamak değil. Çünkü devlet başkanının ağzından çıkan kelimelerin birçok yaşam üzerinde telafisi imkansız yıkımları olur.
Örneğin NBC muhabiri Dasha Burns, 29 Kasım’da attığı bir Twitte, Kovid19’un en çok etkilediği coğrafyalardan biri olan Appalachian Dağları eyaletlerinin hastanelerinde geçirdiği 3 gündeki gözlemlerini dehşetle paylaşacaktı. Bölgedeki hastanelerin hepsi kapasitesinin çok üzerinde Kovid hastasına sahip olmasına rağmen, birçok hasta ve yakını, hala, Kovid19’un gerçekte var olmadığını, küreselcilerin uydurduğu bir kurgu olduğunu savunabiliyordu. Bir hemşire, çoğu hastanın, yoğun bakımlık hale gelmeyinceye kadar Kovid19’un gerçek bir hastalık olduğuna inanmadığından yakınacaktı:
‘’Kovid19’un politize edilmesi ve kutuplaşma aracı olmasının gerçek yaşamlar üzerinde ciddi etkileri var. Birçok sağlık çalışanı, komşularının, liderlerinin onlara ‘Kovid 19 bir oyun’ sözlerine inanıp hiçbir tedbir almadıkları için ölmelerini izlemek zorunda kalıyor’.
South Dakotalı yoğun bakım hemşiresi Jodi Doering de 15 Kasım’da bir Tweetinde benzeri bir şaşkınlığı paylaşacaktı. Yoğun bakımdaki bir hastası, ‘solunum cihazına bağlıyken bile, ‘bunlar hep oyun. Joe Biden ABD’yi yok edecek’ diye bağırıyormuş örneğin. Hastalarının, hemşire ve doktorların virüsten korunma amaçlı giyinme şekillerine tepki göstererek, ‘’Niye böyle giyiniyorsunuz? Koronavirüs diye bir şey yok. Bunların hepsi oyun!’’ tepkisi sergilediklerini paylaşan hemşire Doering, ‘’Entübe edilmesi gerekli hale düşünce sadece hastalıklarının ciddiyetini anlayıp itirazdan vazgeçip susuyorlar. Korku filmi gibi’’ gibi diye yazacaktı.
Oysa, Trump’ın kendi kabinesinin sağlık bakanlığının 2019’da, Kovid19’un başlamasından birkaç ay önce hazırladığı ve Trump yönetiminin bütün önemli departmanlarının katıldığı, ’Crimson Contagion’ adı verilen ‘salgın tatbikatı’ simülasyonunda, Çin’den gelen bir turistin getirdiği grip türü bir virüsün Chicago’da başlatacağı salgında, iki ayda 110 milyon Amerikalı virüse yakalanıyor yarım milyondan fazlası ölüyordu. Simulasyonun vardığı bu korkunç sonucun nedeni ise, ABD’nin sağlık altyapısının bir salgına kesinlikle hazırlıklı olmadığıydı. Trump, tabii ki bu çok yaşamsal raporu da diğer birçok uyarı brifingi gibi hiç okumayacaktı.
Garrett’e göre de bir salgınla mücadele için en hayati şey, bilgi. Doğruluk ve şeffaflığa dayalı bilgi ve analizinin salgınla mücadelede en kritik araçlar olduğuna dikkat çekiyor. Trump ise tek endişesi kendi iktidarının akıbeti olan birçok otoriter eğilimli narsist lider gibi, kendisinin siyasi ‘narrative’ine ve çıkarlarına hizmet etmeyecek hiçbir gerçeğin halkça bilinir olabilmesinden hazzetmiyor. Resmi kurumların açıkladığı veriler hatırlatıldığında bile o an anlattığı politik öyküye uymuyorsa, ‘fake news’ deyip kestirip atabiliyor. Ortaya çıkan korkunç tablonun sorumluluğunu da, önce, ‘’beceriksiz, yağmacı protestocuların himayecisi ve Amerikan düşmanı solcu belediyelere’’, sonrasında ‘Çin virüsü’ deyip Çinlilere ve en nihayetinde doktorlara ve bilimcilere yükleme kolaylığına sığınarak sıyrılabiliyor.
Hastalığın epidemiden pandemiye dönüşmesinin bir numaralı nedeni de, Çin’de Wuhan bölgesel komünist yönetiminin, ‘bölgemizde yönetim şahane, halkımız devletinden çok memnun’ propagandası takıntısını, halkının sağlığından daha fazla önemsemesi olacaktı. Antarktika ve brkaç izole Pasifik adasını saymazsak, dünyada şu ana kadar Kovid19 konusunda ‘’sıfır vakaya’’ sahip kalmayı ‘’başaran’’ iki yerin, Kuzey Kore ve Türkmenistan, yani, ‘devletimiz ve liderimiz şahane çalışıyor’ iddiasına gerekirse bütün ülkeyi kurban edebilecek iki ülke olması, tesadüf değil.
Virüsle mücadelede ‘’doğru bilginin’’ erken ifşasının çok kritik önemine dikkat çeken bir başka uzman ise, çiçek hastalığının insanlığa tehdit olmaktan çıkarılmasındaki nihai mücadelenin yakın tanıklarından doktor Larry Brilliant.
2006’da çiçek virüsünün dünyadan nasıl yok edildiğini anlattığı ve ‘’Dünyadaki en şanslı doktorlardan biriyim. Çünkü, dünyadaki son çiçek virüsü vakasını gördüm’’ diye başladığı TED konuşmasında, ‘’Çiçek hastalığının yok edilebilmesinde tek bir anahtar vardı; Vakaların erken teşhisi ve bu vakalara erken müdahale’’ diye konuşacaktı.
‘Vakaların erken teşhisi ve bu vakalara erkenden tedbir alınması’.
Bu cümlesini bütün konuşması boyunca defalarca tekrarlayacaktı Brilliant. Çünkü, sadece semptom göstermiş ve hastalanmış insanları hastanelerde tedavi etmekle yetinen bir mücadelenin başarı şansı olamazdı.
Brilliant’ın bahsettiği vaka, 16 Ekim 1975 yılında hastalığa yakalandığı tespit edilen Rahime Banu adlı 3 yaşındaki Bengalli küçük kız çocuğuydu. 24 Kasım 1975 günü, Banu’nun hastalığı yendiği duyurulacaktı. Bugün hala ABD Salgın Hastalıklar Dairesinin (CDC), Atlanta’daki özel korunaklı laboratuvarında saklanan ve gezegendeki iki çiçek virüsü örneğinden biri olan (diğeri Rusya devlet virüs araştırma enstitüsünde saklanıyor) çiçek virüsü, Banu’dan alınmış virüsler. Bir coğrafyada çiçek virüsünün varlığının en fazla 8 ay gözetimden kaçabildiği daha önceki bilimsel araştırmalarla biliniyordu. Banu’dan sonra yaklaşık 5 yıllık bekleme süresinden sonra Dünya Sağlık Örgütü 1980 yılında, en az 10 bin yıldır, yüz milyonlarca insanı öldürmüş çiçek hastalığının tarihe karıştığını ilan edecekti.
Bu müthiş başarıda da aynı iki şey rol oynamıştı: Bilgi ve küresel işbirliği.
Salgın hastalıklarla sınırlar ötesi işbirliğinin önemine farkındalık, virüslerin varlığının keşfedildiği 19’ncu yüzyıl sonunda yükseldi. İlki 1851 yılında Fransa’nın organizasyonuyla 1851’de toplanan ve Osmanlı Devleti dahil 12 ülkenin katıldığı Uluslararası Hijyen Konferansı, tarihin ilk küresel işbirliği organizasyonlarından biri oldu. Sonraki 80 yılda 14 kez toplanacak konferansın, kolera salgınına karşı işbirliği amaçlı üçüncüsü 1866 yılında İstanbul’da yapılacaktı. İlk küresel organizasyonlardan birinin ilk toplantılarından birini İstanbul’da yapmak istemesi tesadüf değildi. Sebep, önceki yıl, Cava adasından gelen hacıların getirmesiyle Mekke’den bütün dünyaya yayılan kolera salgınıydı.
İnsanlığın tarihsel deneyimi, dini yolculukların da ticari yollar kadar pandemilerde rol oynadığını gösteriyor. Kürenin en enternasyonal dini ziyaret mekanı olan Mekke’ye giden yollar da bu nedenle yüksek salgın riski taşıyan güzergahların başında geliyor. 1866 İstanbul Konferansında Mekke-i Mükerreme’ye giden yollara salgın takip ve kontrol merkezleri kurulması kararlaştırılacaktı.
Türümüzün gezegendeki onbinlerce yıllık varlığının en küresel iş birliği teşkilatı olan Birleşmiş Milletler, nihayet 1945 yılında kurulduğunda, küresel sağlık konusunun ilk gündem olması tesadüf olmadı. Çin, Norveç ve Brezilya’nın teklifi ile 1946’da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kuruldu. DSÖ, BM’nin hem ilk özel konulu hem de bütün BM üyelerinin kurulmasını kabul ettiği ilk birimi oldu.
İlk kez bir uluslararası organizasyonun adında ‘uluslararası’ yerine ‘Dünya’ kelimesinin kullanılması, organizasyonun bazı milletler arası bir istişare konferansı değil, küresel çapta icra oluşumu olacağını ima eden bilinçli bir tercihti. 1948 yılının, artık Dünya Sağlık Günü olarak da kutlanan 7 Nisan günü faaliyete geçen DSÖ’nün ilk kararı da Dünya Sağlık Meclisi oluşturmak oldu. BM üyesi ülkelerin sağlık bakanlarından oluşan Dünya Sağlık Meclisi, her yıl Mayıs ayında Cenevre’de toplanmaya devam ediyor.
Dünya Sağlık Meclisinin, 1958 yılındaki 11’nci toplantısında, Sovyetler Birliği Sağlık Bakanı, çiçek hastalığının yenilmesi için dünya ülkelerinin işbirliği yapması gerektiğini savunan bir teklif sundu. O yıl 63 ülkede tespit edilebilen 280 bin vaka vardı. Tabii ki bu vaka sayıları gerçeği yansıtmaktan uzaktı ve gerçek rakamlar bunun en az 100 katıydı. O dönemde yılda en az 2 milyon kişi çiçek hastalığından ölüyordu. On binlercesi ise kalıcı olarak görme yeteneğini veya bazı vakalarda bir organını yitiriyordu. Sovyetlerin teklifi genel kabul gördü, bazı kitlesel aşı programları başlatıldı ancak yetersiz kalındı. Çünkü, çoğu vaka, hastanelere ve resmi kurumlara bildirilmiyor veya resmen kayıt altına alınmıyordu bile.
Dünya Sağlık Meclisinin 1966’daki 19’ncu toplantısında daha güçlü bir adım attı. Vaka sayısını ve vakaları gerçekten tespit etmeye dönük etkili bir program, 1967 yılı Ocak ayında başlatıldı. Öyle ki, çiçek hastası vakası ihbarlarına bile ödül getiriliyordu. Aşı görevlisi ve sağlık personeli yetersiz ülkelere dünyanın farklı ülkelerinden uzman insan kaynağı sağlanması kararlaştırıldı. O yıl dünyada resmi olarak 46 ülkede 131 bin 697 vaka vardı. Yine, gerçek vaka sayısının yaklaşık yüzde biriydi bu. Başta Sovyetler ve ABD olmak üzere 26 ülke programa parasal kaynak ve uzman sağlayıcı olarak destek çıktı.
İki büyük coğrafi merkez vardı: Sahra Güneyi Afrikası ve Afganistan’dan 1970’lerde adı Bangladeş olacak Doğu Pakistan ve Nepal’e kadar Hint alt kıtası. Hedef, ülke nüfuslarının en az yüzde 80’ine koruyucu aşı yapılmasıydı. Küresel işbirliğinin ve aşı programlarına katılan doktorların ve sağlık görevlilerinin fedakarlıkları ile başlangıçta kimsenin ummadığı bir başarı elde edilmeye başlandı.
1970’de, vaka sahibi ülke sayısı 18’e düştü. Brezilya son vakasını 1971’de, Endonezya 1972’de tedavi etmeyi başardı. 1973 yılına gelindiğinde, bütün Afrika’da çiçek hastalığının yayılması durduruldu. 1974 yılında sadece dört ülke kalmıştı ve bunların tamamı Hint alt kıtasındaydı.
Küresel sağlık mücadelesini o günlerde 600 milyon insanın yaşadığı bu coğrafyada çok özel bir engel bekliyordu: Shitala Mata. Yani ‘Şitala Ana’.
‘Şitala Ana’, Hindu inancında çiçek hastalığının şifacısı tanrıçaydı. Bir eşeğin üstünde bir elinde şifa sürahisi diğer elinde gümüş süpürge tuttuğu halde ikonize ediliyor. İnanışa göre hastaların derisinde çıkan döküntüler, Şitala Ana’nın kafasını her salladığında tacında olan tanelerin hastanın üzerine dökülmesiyle oluşuyordu. Şifa sürahisini kullanırsa hasta yaşardı, diğer elindeki süpürgeyi kullanırsa hasta iyileşemeyecek demekti. Bu sizin Şitala Ana’ya ne derece hürmet gösterdiğinizle ilgili.
İnsanlar, evlerinde bir çiçek hastası vakası varsa, çoğunlukla bildirmiyordu. Çünkü, bu, Şitala Ana’nın eve geldiğinin bir deliliydi ve evde bir tanrıça varken yabancı sağlık görevlilerinin ev içinde dolaşmasını istemiyorlardı. Dahası, o eve Şitala Ana geldiği için bütün akrabalar tebrik ziyaretine geliyor ve bu da hastalığı daha da yayıyordu.
Bir başka sorun daha vardı. İnsanlık tarihinin ilk aşısı olan çiçek aşısı, 1796 yılında İngiliz Edward Jenner tarafından bir inekteki çiçek virüsü alınarak geliştirilmişti. Çünkü ineklerdeki çiçek virüsü, insanlardakine göre daha ılımlı bir hastalığa neden oluyordu. Bu ılımlı virüs döküntüsünden oluşturulan aşı, sağlıklı bireye zerk edildiğinde, hastalığı çok ılımlı olarak atlatması ve bağışıklık geliştirmesi sağlanıyordu. Edward Jenner bu aşıya Latince ‘inekten alınan’ anlamında ‘vaccinus’ demişti ve İngilizce bugün bile aşı anlamında ‘vaccine’ sözcüğü kullanılmaya devam ediyor.
İnek, Hindu inancında kutsal görülen bir hayvan. Tabii ki, yaygın yanlış kanının aksine Hindular ineğe tapıyor da değil. Ama inekleri, yeryüzünün ve bereketin sembolü, tanrılar ve tanrıçalarla ilişkili mübarek bir hayvan olarak görüyorlar ve bu nedenle kesimine karşılar. Aşının da hala ineklerden elde edildiği kanaatiyle, aşıyı Hindu inancına aykırı görüyorlardı.
Yine bazıları çocuklarının aşıdan öldüğünü iddia ediyordu ki, bu da ülkede aşı karşıtlığını pekiştiren bir başka durumdu. Aslında gerçekten de aşıdan sonra ölen çocuklar vardı. Ama bu çocuklar aşıdan ölmüyordu. Aşılanan yere şifa olması için mübarek inek dışkısı sıvanmasının yol açtığı tetanozdan ölüyordu bu çocuklar.
Bazı aşı görevlileri, sert tepki ve hatta bazen şiddet riski altında kaldıkları yerlerde halkı ikna etmek için çareyi herkesin önünde önce aşıyı kendisine yapmakta buluyordu. Arun Chacko’nun 1970’lerdeki bir haberinde anılarına denk geldiğim aşı görevlisi L. R. Tiwari, her yıl 4-5 kez kendi kendine çiçek aşısı yapmak zorunda kaldığını aktarıyor örneğin.
Sonuçta, aşı yapılan çocukların çoğunun sonradan gelişen çiçek salgınlarına yakalanmaması, Hindistan toplumunda aşıya karşı olan direnci kırmaya başladı
Ancak bu kez bir başka sorun vardı; Hindistan çok kalabalıktı. Herkesi tek tek aşılama imkanı yoktu. Bu başarılsa bile, her yıl en az 20 milyon yeni bebek doğuyordu. Bunun üzerine, vaka bazlı ve vaka merkezli aşılama yapılması kararı alındı. Yanında yöresinde tanıdığı çiçek hastası olan varsa, bunu bildirdiği takdirde ödüllendiriliyordu. Bu bile çok kapsamlı bir işti. Hindistan’ın bunun altından kalkabilmesi mümkün değildi.
O noktada, Birleşmiş Milletler, tarihinin en küresel işbirliği kampanyasını başlatmaya karar verdi. Dünyanın her yerinden, her ırktan, kültürden, coğrafyadan, inançtan 150 bin doktor, dünyayı insanlar için daha sağlıklı bir yer yapma amacıyla Hindistan’a geldi ve bu gerçek küresel orduda görev aldı.
İşte Doktor Larry Brilliant da, Çiçek Hastalığının kökünü kazıyacak bu küresel kampanyadaki 150 bin sağlık görevlisinden biriydi. Ellerinde, çiçek hastası olmuş bir çocuğun fotoğrafları ile (ki o tarihte dünyada en fazla kez basılmış fotoğraf olacaktı) köy köy, mahalle mahalle, kapı kapı dolaşıp fotoğrafı gösteriyor ve ‘Buna benzer bir hastalığı olan bir vaka var mı bu evde?’ diye soruyorlardı.
Bir yerde, tek bir vaka varsa, teşekküllü bir hastaneye naklediliyor ve ev dezenfekte ediliyordu. Hasta ile teması olan herkes aşılanıyor ve sağlık görevlileri, bölgede tespit edilmemiş bir vaka çıkmadığından emin oluncaya kadar günlerce bölgeyi gözlem altında tutuyordu.
Doktor Brilliant, o günlerde farkına vardığı çok çarpıcı bir gerçeği 2006 yılında TED kürsüsünde şöyle anlatıyor:
‘’Ev ev dolaştığımızda çiçek hastası vaka sayısı yükseliyordu. Ancak hiçbir araştırma yoklama yapmadığımızda, çiçek hastası vakası kalmadığı illüzyonu yaşıyorduk. Takip sistemi çok önemliydi çünkü vakayı erken teşhis ve bu vakalara erken kontrol, yayılmayı durduran asıl şeydi’’.
Brilliant, konuşmasında, o yılın Ekim ayında dünyanın farklı ülkelerindeki birçok önde gelen salgın hastalık uzmanları ile görüşerek yaptığı bir anketin sonucunu da paylaşacaktı.
‘’Bir pandemi olma olasılığını ne kadar yüksek görüyorsunuz? Ve bunun ne ölçüde kötü olacağını düşünüyorsunuz?’’ diye sorduğu epidemiyologların yüzde 15’i, ‘’üç yıl içinde bir pandemi beklediklerini’’ söyleyecekti. Yüzde 90’ı ise, kendi veya çocuklarının ömür süresi içinde bir pandemi yaşanacağı kanaatindeydi.
Peki pandemi, yani küresel bir salgın, nasıl bir tabloya yol açardı?
Aldığı yanıtları 2006’da şöyle özetleyecekti:
‘’En az bir milyar insana bulaşacağını tahmin ediyorlar. 165 milyon kadar insan yaşamını yitirecek. Küresel ekonomide bir resesyon ve depreyona girilecek. Ekonomiye maliyeti 1-3 trilyon dolar arasında olacak. İşini ve sağlık sigortasını kaybettiği için dolaylı olarak 100 milyon insanın daha ölümüne yol açacak. Bu risk her geçen gün daha yükseliyor çünkü küresel seyahat imkanları her geçen gün artıyor’’.
Trump’ın geçtiğimiz ilkbahar başında, ‘’Mart sonuna kadar ABD’de vaka kalmayacak, virüs bir mucize gibi yol olacak. Paskalya günü rahatlıkla kiliselerinizde toplanabileceksiniz’’ ‘feyk’ kehanetinde bulunduğu günlerde, New York Times’tan Frank Bruni, Kassandra’nın yani Laurie Garrett‘ın kapısını çalacaktı.
Bruni, virüslerin nasıl çalıştığına çok vakıf olan Garrett’a, ‘’bundan sonrası için ne gördüğünü’’ sorduğunda, ‘’Benim koronavirüs takvimim 36 ay, ki bu mevcut imkanlarımız içinde en iyi senaryo’’ diye yanıtlayacaktı o günlerde.
Birçok ülkenin ‘koronavirüsü yeniyoruz’ havasına kapıldığı ilkbahar sonunda da Garrett’ın bir başka uyarısı yine çok dikkat çekmeyecekti:
‘’Bu salgının dalgalar halinde süreceği çok açık. Bir tsunami gibi bir kerede gelip sonra bir kerede çekilen bir salgın olmayacak. Küçük dalgalar halinde farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yeniden yeniden baş gösterecek.’’
Kürenin, virüsle mücadelede en başarılı ülkelerine bakıldığında, hepsinde ortak olanın, vaka sayısı ve gerçek tablo ile ilgili şeffaf bilgiye geç kalınmadan erişilebilir olunması olduğu dikkat çekiyor. Semptom göstermeyen vakalar için de kontrol ve takip uygulanıyor. Etkili bir takip, gözlem ve denetim organizasyonu kuruyor bu ülkeler. Bu da hiç şüphesiz, sağlık profesyonellerinin, bilimcilerin, sivil toplum kuruluşlarının ve vatandaşların işbirliği ile mümkün olabilir bir şey.
Doktor Brilliant, bir viral hastalık salgınının erken teşhisinin nasıl kritik önemde olduğunu, GPHIN adlı ağın o dönemdeki çalışmalarıyla da örneklendiriyor. Kanada Sağlık Bakanlığı tarafından Dünya Sağlık Örgütü ile koordineli olarak oluşturulan Küresel Kamu Sağlığı İstihbarat Ağı (GPHIN), birçok dünya dilinde, wep portallarını, sosyal medyayı ve yerel haber medyasını sürekli tarayarak viral hastalık şüphesi taşıyan haberleri yakın takibe almaya dayalı bir sistem. Birçok salgın hastalık Dünya Sağlık Örgütünden bile önce GPHIN sayesinde tespit edilebildi. Brilliant’ın dikkat çektiği gibi, bir tür koronavirüsün neden olduğu 2003 Sars salgınının, pandemiye dönüşememesinde, bu salgını DSÖ’den çok daha erken tespit edebilen GPHIN de önemli rol oynadı. GPHIN ağı, 2009 domuz gribi, Batı Afrika’da Zika salgını, İran’da kuş gribini, MERS ve Ebola salgınlarını da ilk tespit eden uluslararası ağ olarak, bu salgınların kontrol altına alınmasında önemli rol oynadı.
1960’ların sonundan itibaren uzun yıllar Hint kıtasında yaşayacak Brilliant’ın, alt kıtadaki bir başka deneyimi de, yine, vakalar hakkında geniş çaplı bilgi toplamanın ne kadar önemli olduğunu ona bir kez daha gösterecekti. Hint kültür ve inancına ortak ilgileri nedeniyle gençliklerinde yolunun kesiştiği, arkadaşı Steve Jobs, 1980 yılında ona Nepal’deki sağlık çalışmalarında kullanması için bir Apple bilgisayarı hediye edecekti. O tarihte oldukça nadir bulunan bir teknolojik imkandı bu. Bu bilgisayar, Nepal tarihinin ilk sağlık taramasını yapmalarına imkan sağlayacaktı. Bunlardan biri de ülkede görme engeliyle ilgili ilk taramaydı. Ülke çapında tarama yapmayı başardıklarında, yaygın görme problemine, o günlerde bütün doktorların sandığı gibi glokom veya trahom değil, kataraktın neden olduğunu tespit edecektiler. Bu bilgi de nihayetinde çoğu görme engellinin yeniden görmeye başlamasının yolunu açacaktı.
‘’Varlığından bile haberdar olmadığınız bir şeyi engelleyip tedavi edemezsiniz’’ diye yeniden vurgulayacaktı Brilliant yıllar sonra.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz.