Kitap okumayan başkan
CEMAL TUNÇDEMİR
5 Haziran 2020
Donald Trump, 2018 Temmuz’unda Helsinki’de Rus lider Vladimir Putin ile ortak basın toplantısı sırasında, aniden, ‘’ABD – Rus ilişkilerinin tarihin hiçbir döneminde bu kadar kötü düzeyde olmadığından’’ yakındı. Bu sözler üzerine, ‘20’nci yüzyılın ikinci yarısına damga vuran Soğuk Savaş’tan acaba haberi yok mu’ diye şaşıranları bir sonraki cümlesinde daha da büyük bir şok bekliyordu: ‘’Soğuk Savaşta bile ABD – Rusya daha güçlü bir yakınlığa sahipti’’.
Berlin Duvarının inşası, dünyayı bir nükleer felaketin eşiğine getiren Küba füze krizi, Avrupa’nın ortadan bölünmesi, üçüncü dünyadaki sayısız türev savaşları ve daha nice kötü Soğuk Savaş gerçeği, bir anda birer ‘fake news’e dönüşmüştü.
Donald Trump için, ne geçmiş, ne gelecek, ne de başkaları gerçek. Tek gerçek var; o da şahsı. Bunun için de olan biten, olmakta olan her şeyi, şahsına uygun şekilde ‘kurgulamak’ en sık yaptığı şey.
Ne konuşsa, tarihte o sözün en güzel söylenişi, ne yapsa tarihte o işin en güzel yapılışı oluyor. Medyanın onu eleştirmesi de ‘tarihin en büyük zulmü’ haliyle… Veya, geçmiş başkanlar zamanında onda birini yaptığınızda başkanlığı kaybedeceğiniz apaçık bir kanunsuzluğa karşı basit bir yargısal mekanizma işleyişi bile ‘tarihin en büyük cadı avı’ olabiliyor. Örneğin Temsilciler Meclisinin azil soruşturması başlatması (Amerikan başkanlık sisteminde güven oylaması talebine karşılık gelen anayasal bir mekanizma) üzerine, Trump kendisinin, ‘’Abraham Lincoln’un hayatı boyunca görmediği zulmü gördüğünü’’ iddia edecekti. Lincoln köleliği yasakladı diye ülkenin güney yarısının ayrılıp ona karşı iç savaş başlattıklarından veya basitçe Lincoln’un başkanken suikastla öldürüldüğünden haberi olup olmadığından kimse emin değildi.
Tıpkı bugünlerde herkesi, ”Kovid-19 ile nasıl dünyayı kıskandıracak ölçüde hızlı ve başarılı mücadele ettiğine” inandırdığını sanırken anlattığı ‘’başarı’’ öyküsü gibi… Oysa, tarihin en zengin ve en güçlü devleti, hem de iki ay önce dünyanın başka bir köşesinde başlamış, yani hazırlık için fazlasıyla vakit veren bir süreçte, vatandaşlarının ve sağlık çalışanlarının en basit ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı büyük bir fiyasko yaşadı, yaşıyor. Elbette ki bu fiyaskonun Trump’ı da aşan temelleri de var ama Trump, salgınla mücadelenin, bu derece kaotik hale gelmesinde, 100 binden fazla can almasında çok katkı yapıcı bir rol oynadı.
Washington Post’un Nisan ayında yayınladığı bir haberden öğrendiğimize göre, Trump, Ocak ve Şubat ayında Kovid-19 salgını hakkında masasına konulan bir düzineden fazla uyarıcı bilgi notunun tek bir cümlesini bile okumamıştı. Bu bilgilendirme notları ABD Başkanı için hazırlanan günlük brifing dosyasındaydı. Donald Trump da bu dosyaları okumadığını, bir marifet olduğu varsayımıyla, gururla her fırsatta itiraf ediyor.
Nitekim 8 Nisan’daki basın toplantısında bir gazetecinin, Beyaz Saray Küresel Ticaret Danışmanı Peter Navarro’nun Ocak ayında, ‘’ABD’de ülke çapında bir koronavirüs salgını uyarısı’’ yaptığı bilgilendirme notunu okuyup okumadığı sorulduğunda Trump’ın yanıtı ‘’Hayır okumadım. Peter çok fazla bilgilendirme notu gönderiyor’’ olacaktı. Tek birini bile okumamıştı.
Trump’ın bir kitap okuru olmadığını ve ‘tremendous’ cehaletini anlamak için onun her hangi bir konuşmasını sadece 2 dakika dinlemek yeter. Ama, devlet başkanının, kitap okumayan biri olması, magazin bilgisi olmanın çok ötesinde yaşamsal sonuçları olan ciddi bir sorun.
Elbette ki, ‘kitap okuyor musun’ diye Trump’a sorarsanız alacağınız yanıt da, gerçeğe değil o an şahsına en uygun öyküye göre olacak.
Bazı röportajlarında çok kitap okuyan biri olduğunu iddia ediyor örneğin. Arkasından, favori yazarınız sorusu gelmezse, kolayca sıyrılabileceği bir yalan. Örneğin 1987 yılında CNN’in Crossfire adlı programında, en favori yazarının Tom Wolfe olduğunu söyleyecekti. Sunucunun, ‘’The Bonfire of the Vanities’ kitabını okudunuz mu?’’ sorusuna, ‘’Hayır onu okumadım. En son kitabını okudum.’’ yanıtı verecekti. ‘’The Bonfire of the Vanities’’, Tom Wolfe’un son kitabıydı.
Bazı röportajlarında ise, sadece İncil okuduğunu söyleyerek, soruyu, hamasi ve dini bir şovla geçiştiriyor. ‘’İncil’de en sevdiğiniz bölüm, söz hangisi’’ gibi sorulara somut bir cevap veremiyor tabii ki…
Takipçilerinin cehaletini sorun etmediğini görüp özgüven kazandıkça, okumayan, okumaya hiç ihtiyacı olmayan ‘istikrarlı bir dahi’ olduğunu daha sık tekrarlamaya başladı. Örneğin, 2016 başkanlık seçim kampanyası sırasında, gazeteci Megyn Kelly’nin, ‘En son okuduğunuz kitabın adı ne?’ sorusuna, ‘’Ben kitap okumam, bazı alıntılar, paragraflar okurum. Vaktim yok’’ yanıtı verecekti.
Trump’ın başkanlık kabinesinde, kitaplarla arası iyi olan her ismin, Trump ile ilişkilerinin kötüleşip yollarını ayırması bir tesadüf olmasa gerek. Örneğin, Obama’nın son iki yılında ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı da yapan James Mattis, Trump kabinesinin ABD Savunma Bakanlığı görevinde, Trump’a en fazla bir buçuk yıl katlanabildi.
ABD’nin son yarım yüzyıldaki en sıra dışı generallerinden biri olan Mattis, sorgulayan, soru soran, astlarına kendi kararlarını, emirlerini sorgulama, eleştirme özgürlüğü sunan, ezberlerin dışına rahatlıkla çıkan bir isimdi. Çünkü, uygarlıkları, devletleri, komutanları felaketlere sürükleyen şeyin bu meziyetlerden yoksunluk olduğunu öğrenecek kadar tarih bilgisine sahipti. Menkıbe veya kahramanlık öyküleri değil objektif tarih bilgisi…
Mattis, 2003’te Deniz Piyadesi generali iken George W. Bush’un Irak Savaşı kararını, ‘akıldışı bir karar’ olarak niteleyecekti. Tabii ki bu savaşın bir bölümünü kumanda etmekle görevlendirildiğinde de, asker olarak işinin başına gidecekti. Fakat ilk iş olarak kütüphanesine kapanıp haftalarca, Ksenofon’un yazdıkları başta olmak üzere Mezopotamya’da geçen bütün antik savaşların tarihini okuyarak…
General Mattis, emekli olduğu 2016 Ekim ayında bir röportajında, kitap okumanın bir insanın, ‘’eğitilebilir, öğrenebilir biri olarak kalmaya devam etmesini sağladığını’’ belirtecekti. Eğitilebilir, öğretilebilir olmak, bir insanın son nefesine kadar kaybetmemesi gereken hayati bir meziyetti ona göre. Özellikle de ister asker olsun ister politikacı, liderler için…
Mattis, 2019’da yayınlanan ‘Kod Adı: Kaos’ adlı kitabında, ‘’Yüzlerce kitap okumamışsanız, fonksiyonel olarak okuma-yazma bilmeyen bir cahil statüsündesiniz. Yetersiz kalmanız kaçınılmaz. Çünkü kimsenin şahsi hayat tecrübesi, karşılaşacağı durumları ihata etmeye yetecek genişlikte olamaz’’ diye yazacaktı.
Michael Wolff’un, Beyaz Saray’da Trump’ın çevresindeki kaynaklardan derlediği bilgilerle kaleme aldığı ve fırtınalar koparan ‘Ateş ve Öfke’ kitabında, bir Beyaz Saray çalışanından aktardığı gözlemler ise, Beyaz Saray’da, Mattis’in ideal lider tipinin tam tersi bir liderin oturduğunu bir kez daha gösterecekti:
“Detaylar veya nüanslara hiçbir değer vermiyor. Önüne gelen, bir sayfadan uzun metinleri okumuyor. Bir kişinin anlattıklarına 30 saniyeden fazla ilgi gösteremiyor. İlgisi çabucak dağılıyor. O 30 saniye içinde dikkatini konuya çekmeyi başaramazsanız asla o konuya yoğunlaşmasını da sağlayamazsınız.”
‘’Bu adam düşünce istikrarından yoksun. Okumaktan hazzetmiyor. Konular hakkındaki brifing raporlarını okumuyor. Bir çok konuda detaylara girmekten hoşlanmıyor. Bunun yerine sadece ‘ben buna inanıyorum’ diyerek bir şeyde ısrar ediyor.’’
Wolff, Trump’ın eski ekonomi danışmanı Gary Cohn’ın kendisine gönderdiği bir e-maili de paylaşıyor:
‘’Hayal edebileceğinizden bile kötü. Trump sadece kitap değil hiçbir şey okumuyor. Tek bir sayfalık bir bilgilendirme notu, bir politika özeti, hiç bir şey… Dünya liderleri ile toplantılarının ortasında ayağa kalkıp çıkabiliyor. Sıkıldığı için. Danışmanları ve kadrosu da bundan daha nitelikli değil. Etrafını palyaçolarla doldurmuş bir ahmak. ’’
USA Today gazetesi yayın kurulu üyesi gazeteci Windsor Mann ise, Trump’ın hiç kitap okumamasının, ‘’ahmaklık veya meraksızlıktan kaynaklanmadığını’’ düşünüyor, psikolojik olarak sorunlu bir tiple karşı karşıya olduğumuzu ima ediyor:
‘’Narsistler çok kolay sıkılırlar. Trump da istisna değil. Trump 1990 yılında yayınladığı ‘Zirvede Kalabilmek’ adlı kitabında (Tabii ki kitabı kendisi yazmadı), seyahat, egzersiz ve işlerinde başarılı insanları çok sıkıcı bulduğunu söylüyor. ‘Çok çabuk sıkılıyorum’ diye belirtiyor, ‘Bir şeye dikkatimi verme sürem çok kısa’’.
Trump 2017 Ocak ayında, göreve başlamadan iki gün önce Axios’a verdiği röportajda, ‘’Bir sayfada yazılacak şeyin 200 sayfa yazılmasını sevmiyorum. Okumuyorum. Bunu diyebilirim.’’ şeklinde konuşmuştu.
Sonraki aylarda New York Times’ın bir haberinden öğrendiğimize göre, ABD’nin güvenlik ve ekonomi yetkilileri, ABD Başkanına sunacakları bütün rapor ve bilgi notlarını tek sayfaya indirgemişti. Bunun da çoğu grafik şeklindeydi.
Sonradan başkanın bunları da okumadığını öğrendiklerinde çok daha ilginç yollara başvurmak zorunda kaldıklarını da Reuters’ın bir haberinden öğrenecektik. Habere göre, ABD Başkanına çok hayati konularda brifing hazırlayan kurumlar, sayfanın görünür yerlerine koyabildikleri kadar ‘Trump’ ismini ekliyorlardı. Çünkü Donald Trump’ın, sadece kendi adını gördüğünde bir şeye dikkatini verebildiğini nihayet öğrenmişlerdi.
Donald Trump’ın, ironik olarak, kendisi yazmış gibi yaptığı kitap sayısı, okumuş gibi yaptığı kitap sayısından çok fazla. Onun imzasıyla yayınlanmış 19 kitabın tek birini bile kendisi yazmadı. Bunlar içinde en fazla övündüğü ve adeta bir tür kutsal el kitabı muamelesi yaptığı ‘Sözleşme Sanatı’ kitabının her satırını, her cümlesini, o günlerde New York dergisinde yazarlık yapan Tony Schwartz kaleme almıştı.
Schwartz, 2016’da, Trump’ın kampanyasının, Trump’ın adaylığı ilan edildikten sonra yaptığı açıklamada, ‘’ABD’nin Sözleşme Sanatı kitabının yazan lidere ihtiyacı var’’ cümlesini sarf ettiğini duyduğunda şok yaşayacaktı. O günlerde bu duygusunu New Yorker dergisinden Jane Mayer ile paylaşırken ‘’Bu kitabı ben yazdığıma göre, beni ABD Başkanlığına layık gördüğünüz için teşekkür ederim bay Trump’’ şeklinde düşündüğünü aktarıyor.
Schwartz, ikinci çocuğunun doğduğu ve maddi ihtiyaçlarının arttığı bir dönemde, yayınevinin Donald Trump’a ödediği 500 bin dolarlık avansın yarısı ile satış telif gelirinin Trump’a verilecek kısmının yarısı karşılığında bu kitabı yazmayı kabul etmişti. 1987 yılında yayınlandığında haftalarca çok satanlar listesinde kalan kitap, Trump’ın ününün New York dışına ilk kez taşmasının ve 80’lerin yatırımcı ve yuppie kuşağının avatarına dönüşmesinin ana nedeni oldu. Schwartz’ın o günlerde çalıştığı New York dergisinin o dönemdeki editörü Edward Kosner, eski çalışanına, ‘’Trump’ı Tony yarattı. Tony bir Dr Frankenstein aslında.’’ şeklinde takılıyor. Schwartz ise eğer aynı kitabı bugün yazsaydı çok farklı bir içeriği olacağını söylüyor. Kitabın adını ise, ‘Sosyopat’ koyarmış.
20’nci yüzyılın en önemli iletişim teorisyenlerinden biri olan Neil Postman, ABD’nin, ülkenin kuruluşunun ve alacağı şeklin yazı yoluyla tartışılıp belirlendiği tarihteki ilk ülke olduğuna dikkat çekecekti. Amerikan kamuoyunun, Amerikan devrimi ve cumhuriyet taraftarlığına evrilmesini, sonradan Anayasa’ya değer atfetmesini, Thomas Paine’ın ‘Sağduyu’sundan Federalist Makalelere kadar bir dizi kitap ve makale sağladı.
18’nci yüzyılın çocukları olmalarına rağmen ABD’nin kurucu babaları, okumaya ve yazmaya fazlasıyla teşne insanlardı. 1787 yazında, ABD Anayasasını yazarak Amerikan sisteminin temellerini atan 55 adamın 49 tanesi üniversite mezunuydu. O çağda üniversite mezunu olmak demek, Latince bilmek, antik Yunan ve Roma devlet sistemlerinden Ortaçağ Avrupası ve İngiliz hukuk ve politikasına derinlemesine vakıf olma anlamına geliyordu.
Kitap sahibi olmanın belli bir maddi varlık gerektirdiği dönemde ABD’nin kurucu babalarının çoğunun kendi kişisel kütüphaneleri vardı. 1780’ler Amerika’sında Adam Smith’in o yıllarda yeni yayınlanmış ‘Milletlerin Refahı’ kitabına sahip olabilmek için bugünkü değerle 615 dolar ödemek gerekirdi. Ülkenin üçüncü başkanı Thomas Jefferson’un kütüphanesinde 6487 kitap vardı ki bu kütüphane daha sonra dünyanın en büyük kütüphanesi olacak Kongre Kütüphanesinin çekirdeği olacaktı. İkinci başkan John Adams’ın 3000 kitabı vardı.
Sonraki ABD Başkanlarının çok büyük bölümü de ‘kitap dostu’ oldu. En az kitap okuyanları bile, okumaya, öğrenmeye çok büyük değer atfettiklerini hep gösterdiler. Başkan Teo Roosevelt’in en fazla vakit geçirdiği insanlar yazarlardı örneğin. Roosevelt de diğer bir çok selefi gibi okumaya düşkünlüğü ile biliniyordu. Tren beklerken, bir protokol için beklerken, her hangi bir davette bir köşede oturup kitap okurken sıkça görülüyordu.
Eski başkanların okuma ve tavsiye listeleri de aslında önemli bir gösterge. Hiçbirinin okuma veya tavsiye listesi, kendisinin veya politikasının propagandasını yapan, haklılığını ispatlayan kitaplardan oluşmuyordu. Şiir, roman, bilim kurgu, psikoloji gibi çok farklı alanlarda kişilik ve ufuk kazandırıcı kitaplar okuyup tavsiye ediyorlardı.
Örneğin Bill Clinton, polisiye romanlarına düşkünlüğü ile biliniyor. Başkanlığı sırasında, onu ayak üstü yakalayan gazeteciler, her hangi bir polisiye romandan söz açarlarsa başkanın kendilerine takılıp daha uzun süre vakit geçireceğini biliyorlardı. Clinton, bir defasında ‘edebiyatın bu türüne bağımlıyım’ itirafında bulunacaktı. Bill Clinton bununla beraber, 2018 yılındaki bir röportajında, hayatında kendisini en fazla etkileyen kitabın, 1974 yılında ölen ünlü antropolog Ernest Becker’ın, ‘’insan niçin var’’ sorusuna yanıt aradığı ve ölümü psikolojik ve felsefi yönleriyle incelediği ‘’Ölümün İnkarı’’ kitabı olduğunu söyleyecekti.
Benim de yıllarca paylaştığım yaygın bir yanlış algıyla kitaplarla çok içli dışlı olmadığını sanılan George W. Bush bile, Beyaz Saray’daki 8 yılında yüzlerce kitap okumuştu. Özellikle biyografilere düşkündü. Beyaz Saray’da geçirdiği 8 yıl boyunca başkan biyografilerinin çoğunu okuyacaktı. Bu sürede sadece Abraham Lincoln hakkında 14 ayrı biyografi okumuş Bush.
Trump’ın selefi Obama da kitaplara büyük düşkünlüğüyle biliniyordu. Sadece profesörü olduğu anayasa hukuku konuları değil, Gillian Flynn’ın Gone Girl (Kayıp Kız) romanından, Karayip kökenli yazar Junot Diaz’ın eserlerine ve hatta Çin bilim kurgu serisi Üç Cisim Problemi’ne kadar değişik alanlarda kitaplara spontane sohbetlerde kapsamlı atıflar ve yorumlar yapabilecek kadar derin ve çeşitli bir okuma tutkusu onunki… Okuduğunu belirttiği bir kitabın içeriğinden her soruya özgüvenle yanıt verebiliyordu. Yani, kitapçılarda kitap karıştırırken çekilmiş veya özenle dizilmiş bir kütüphane önünde elinde kitapla verilmiş iğreti pozlardan ibaret değildi kitapseverliği…
Peki ABD Başkanlığı gibi kompleks ve zor bir görev yaparken neden bu kadar çok roman, felsefe, bilim kurgu vs okuyordu? Obama, 2017’de New York Times’a verdiği bir röportajda, özellikle de gündemin aşırı hızlı değiştiği ve çok fazla haber bombardımanına maruz kaldığı günlerde, ‘’yavaşlamak ve perspektif kazanabilmek için daha çok kitap okumaya yöneldiğini’’ paylaşacaktı.
‘Perspektif’ Latince, ‘görme’ ve ‘ileriye dönük’ köklerinden oluşan bir bileşik sözcük. Üç boyutlu bir objenin iki boyutlu (örneğin bir kağıt üzerindeki çizimle) yüzeye çizilen şeklinde, onun görünmeyen boyutlarını (yükseklik, genişlik, derinlik) algılayabilme sanatı. Yine köklerini oluşturan kelimelerin düz okunuşuyla da ‘ileri görüş’ anlamına gelir. İnsanın zamansal ve mekânsal olarak ilerlenilen yönü görebilme yeteneğini ifade ediyor. Örneğin böyle bir görüş imkanınız olmadan hızla gireceğiniz bir virajda uçuruma savrulmanız kaçınılmaz. Zamanında hız kesebilmeniz için bir perspektife, görüş ufkuna ihtiyacınız var. Bu yüzden de bir devlet başkanının, kendi çıkar ve ilgisinden, maruz kaldığı günlük akıştan, anlık heyecan ve öfkelerden, günlük polemiklerden kendini mümkün olduğunca koruyup ‘perspektif’ sahibi olması, perspektif sahibi kalması bütün ülke için hayati önemde. Özellikle de kriz zamanlarında…
Bu önemin tipik bir örneği, Soğuk Savaşın nükleer bir savaşa dönüşmeye en fazla yaklaştığı Küba Füze krizinin en koyu günlerinde yaşanacaktı. 27 Ekim 1962 günü Sovyetler, Karayip Denizinde Amerikan istihbarat uçağını düşürüp pilotunu öldürmüştü. ABD’nin şahin güvenlikçileri, Küba’ya saldırı emri için Başkan Kennedy’e baskılarını doruğa çıkaracaktı. Bu ise sadece ABD ve Sovyetlerin varlığını değil, bütün dünyada yaşamı tehdit edebilecek bir nükleer savaş demekti. Her şey Kennedy’nin vereceği karara bakıyordu. Bir kitap, Kennedy’nin karar almasında kilit rol oynadı.
Kennedy, Barbara Tuchman’ın o aylarda henüz çıkan ve sonradan Birinci Dünya Savaşı hakkındaki en klasik eserlerden birine dönüşecek ‘The Guns of August (Ağustos Silahları)’ kitabını daha yeni bitirmiş ve çok etkilenmişti.
Alman ordusu Belçika’da başarıyla ilerleyip ülkeyi ele geçirmeye başlayınca, Alman Kaiser’i İkinci Wilhelm’in ‘tamam artık durun’ emrine karşı gelen Genelkurmay Başkanı Moltke, ‘’Artık durdurulamaz bu harekat Majesteleri, trenler bir kez harekete geçti’’ yanıtı verecekti. Bazı şeyler bir kere hareketlendirildi mi artık Kayzer de olsan istediğin zaman durduramazsın. Almanların o günlerde tarafsız olan Belçika’ya girmesi, İngilizleri savaşa çekti ve nihayetinde Almanya’nın Birinci Dünya Savaşını kaybetmesindeki en önemli stratejik hata olarak nitelendirildi.
Kennedy sonradan, o Ekim günlerinde savaşa girmeme konusunda generallerine direnme kararlılığını, Birinci Dünya Savaşının aslında nasıl basit ve küçük görünen kararlarla başladığını anlatan bu kitap sayesinde ve daha çok da General Moltke’nin aklından çıkmayan sözü sayesinde bulduğunu aktaracaktı. Okuduklarıyla kazandığı perspektif sayesinde, Küba’ya saldırının sadece bir Karayip savaşı olmayacağını ve başladıktan sonra da istediğinde de bu savaşı durduramayacağının farkındaydı artık. Hamasetin ve coşmuş duyguların istediğini değil, tavizkar görünme, politik bedel ödeme adına uzun vadeli kazancın gereğini yapacak, ertesi gün Sovyet lideri Kruşçev ile diyaloga girecekti. İki başkan arasında doğrudan bir telefon hattı kurulacak ve böylece dünya nükleer bir felaketten o gün için kurtulacaktı.
Trump’ın ise, tahmin edileceği gibi bir perspektife de ihtiyacı yok. ABD – Çin ilişkileri gibi çok önemli bir konuda bile gece yarısı Fox News’de dinlediği bir kaçık yorumundan hareketle o an ‘yürüyecek’ bir Tweet atabiliyor. Twitter hesabından ‘alın okuyun dediği’ kitapların tamamı da, yine tahmin edileceği gibi, ya kendisini ya da politikalarını öven propaganda kitapları. Takipçilerine perspektif kazandıracak, yaşam, doğa, insani ilişkiler, tarih gibi alanlarda genel bilgiler kazandırabilecek tek bir kitap bile önermiş değil. Çünkü kendisinin böyle bir kitap okuduğu vaki değil.
Kitapsızlığın doğal bir sonucu olarak, kendisi hakkındaki farkındalığı da, Columbia Üniversitesi dil bilim profesörünün ifadesiyle, ‘’yedi yaşındaki bir çocuğunkinden daha gelişmiş değil’’.
Philip Rucker ve Carol Leonnig 2020 Ocak ayında yayınlanan ‘İstikrarlı Bir Dahi’ adlı ses getiren kitaplarında, Trump’ın 2017’de konuk olduğu bir HBO belgeselinde Amerikan Anayasasının bir maddesini metinden okurken nasıl zorlandığını aktarıyorlar. Anayasa maddesini bir türlü okumayı beceremeyen Trump, ‘’Anayasanın dili ağır, çok zor. Sanki başka bir dilde yazılmış gibi’’ diye yakınır. Ama belgesel ekibini asıl şaşkınlığa uğratan ise her yanlış okumadan sonra, belgesel ekibinin kağıtlarının gürültü yaptığı, ses çıkarıp dikkatini dağıttıkları gibi kendisi dışında gerekçeler uydurması olacaktı. Her yanlış okumasında, ortamdan bir sebep buluyordu. Onun hataları yüzünden defalarca tekrarlanan çekimde tek bir kez bile, ‘benim hatam, yanlış okudum özür dilerim’ demeyecekti.
Dunning Kruger sendromunun tipik bir örneği olarak, cehaleti, cahil bir insan olduğunu fark etmesine imkan vermeyecek kadar muazzam. Her şeyi herkesten iyi bilen bir dahi olarak da okumaya, öğrenmeye ihtiyacı olduğunu düşünmüyor. Bir röportajında, kendisine sunulan raporları okumama gerekçesi olarak, ‘’içlerindeki her şeyi zaten biliyorum’’ diye açıklayacaktı. Cehalet hakkındaki bu cahillik de sık sık utanç verici gaflar üretmek demek. Tarihi ‘’herkesten iyi bilen bu dahi’’, ‘’Amerikan İç Savaşının neden çıktığını anlamadığını’’ söyleyecekti örneğin. Pearl Harbor’da ne olduğunu bilmediği de bir başka yorumuyla ortaya çıkacaktı.
Columbia Üniversitesi dil-bilim profesörü John McWhorter, Atlantic dergisinde 2019 Eylül ayında yayınlanan yazısında, Trump’ın spontane konuşmaları ve özellikle de Tweet’lerinin, bütün bilgilenme sürecinin ‘ağız kaynaklı iletişime’ dayalı olduğunu ortaya koyduğunu belirtiyor:
‘’Konuşma dilinin ve yazılı dilin alternatif iki dil kullanma seçeneği olduğu düşünülüyor. Ama aynı işi görmezler. Ağızdan duyma ile enformatik beslenme, şahıslara odaklanmayı teşvik eder. Yazılı dil ise gayrişahsidir. Önyargısızıdır. Analitiktir. Konuşma dilinin düşünmeyi tamamen kenara attığı iddia edilemese de, yazılı dilin düşünmeye çok daha büyük alan açtığı aşikar. Konuşmadan beslenme, insana bildiğini ezberletir. Yazılı halde toplanmış bilgi ise ezberleyemeyeceğimiz ve danışma, analiz, tefekkür, devlet işleri ve liderlik için ihtiyaç duyacağımız bilgileri ihtiva eder. İnsan dediğimizde aklımıza gelecek pozitif şeyleri yazılı bilgiler besler.’’
USA Today gazetesinden Windsor Mann, hayatındaki tek favori ilgi alanı olan ‘’kendisi’’ hakkında bile hiç düşünmeyen Trump’ın, yazmış gibi yaptığı kitaplardan üçünün adının ‘düşünce’ kelimesi içermesinin ironisine dikkat çekiyor:
‘’Sadece o anın içinde yaşıyor, o an elde edeceği övünme ve böbürlenmeye göre hareket ediyor. Okumanın sağlayacağı bir imkan değil bu. Trump’ın televizyon ve Twitter’ı, okumaya ve düşünmeye tercih etmesinin nedeni de bu. İkisi de anlık, içgüdüsel ve tefekkür talep etmeyen faaliyetler.’’
Elbette ki ‘iyi bir kitap okuru olmak’, kesin olarak ‘iyi bir başkan olunacağı’ anlamına gelmiyor. Ama, edebiyat, felsefe, tarih, psikoloji ve farklı dallarda kitaplar okumayan bir liderin berbat bir devlet başkanı olacağı ve ülkesinin krizlerden krizlere, çalkantılardan çalkantılara, sefaletten sefalete sürükleyeceği kesin.
Böyle bir devlet başkanıyla, süper güç bile olsanız farketmez, 140 karakter hızla uçuruma doğru giderken bulursunuz kendinizi.
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz