Skip to content
Menu

“Gümbürtüyle değil, iniltiyle kopar kıyamet”

CEMAL TUNÇDEMİR

21 Şubat 2022

Bir süredir yaşadığım Japonya’da 6 Şubat Pazartesi öğlene doğru Yeni Zelanda Başbakanının ve istifasının öyküsünü içeren yazımı nihayet bitirmek için oturmuştum ki bir arkadaşımın gönderdiği ‘Türkiye’de deprem olmuş’ mesajı ile donakaldım. Birkaç dakika kaçındıktan sonra derin bir kaygı ile sosyal medyayı açtım.  

12 yıl önce 9 büyüklüğünde, sadece son 6 senede üçü 7 üzeri, dördü 6 üzeri ve onlarca 5 civarı deprem yaşayan, dolayısıyla depremin sürekli gündemde olduğu bir deprem ülkesinde sık sık sarsıntı hissederek geçirdiğim yılların kazandırdığı aşinalığa rağmen, merkez üssü, çoğunun nüfusu bir milyondan fazla olan 10 ilin ortasında olan depremin büyüklüğünün 7.8 olduğunu gördüğümde dehşete kapıldım. 

İki haftadır sadece internetten görebildiklerimizin ağırlığının, binlerce kilometre uzakta bizlerin bile günlük işlerimizi yapamaz hale getirmesine baktıkça, ülkemizdeki insanların, hele de afeti doğrudan yaşamakta olan insanlarımızın yaşamakta olduğu acının, mağduriyetin, çaresizliğin boyutunu düşünmekte aciz kalıyorum. Hepinize sabırlar diliyorum. 

Bu geçen iki haftada bütün enerjisini, enkaz altından insan kurtarmaya, yaralı veya çaresiz insanlara ilk ve temel yaşam yardımları yetiştirmeye harcayanlar, insanlığa olan inancımızı bir kez daha pekiştiriyorsunuz. Kişisel kariyerine, cebine, politikasına faydası olmayacak sessiz iyilikleri yapabilen sizlere duyduğum derin hayranlığımı ve sonsuz minnettarlığımı da kişisel bir not olarak kayda geçirmek istiyorum. 

Bizim “felaket” dediğimize Anglosaksonlar “disaster” diyor. Latince, “dis (uzak)” ve “astrum (yıldızlar)”sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuş. Antik Yunan çağı inancıyla yıldızlardan uzak düşme yani bahtsız olma durumu ifade ediyor. Türkçedeki “felaket” ise Arapça ‘felek’ sözcüğünden geliyor. ‘Felek’ de aslında Latince karşılığı gibi, ‘yıldızların döndüğü gökyüzünü’ ifade eden bir semantiğe sahip. Arapça’da astronomi bilimine ‘ilm-ûl-felek’ deniyor.

Felek, Arapça’ya, Sümer dilinde yuvarlak, kendi etrafında dönen anlamındaki ‘bala(g)’dan geçmiş. Sümerceye ise Akad dilinde, yünden ip elde etmek için sürekli döndürülerek kullanılan kirmen için kullanılan ‘pilakku’dan geçtiği tahmin ediliyor. Ortaçağ müneccimleri, yıldızları taşıdığına ve hareket ettirdiğine inanılan şeffaf gökküreolarak bahsediyormuş. Fahreddin Razi, dönen her şeye Arapça’da felek dendiğini, ancak feleğin dönme olayının faili mi yoksa dönenin yörüngesi olduğunda ittifak olmadığını kaydetmiş. 

Bununla beraber afetler için Arapça’da ‘felaket’ şeklinde bir sözcük yok. Arapların afetler için kullandığı sözcüklerden en yaygın olanı ‘belwa’. Bizde ‘bela’ şeklinde yazılan bu sözcük, özünde ‘test edilme’, ‘sınanma’ anlamlarına geliyor. İptila sözcüğü de aynı kökten. Yani, ders çıkarmadıkça durmaksızın sınanmaya devam edersiniz, yani ‘müptela’ olursunuz. 

Ders çıkarmak bir tercih değil, sorumluluktur. Bela ile aynı kökten gelen ve omuzların taşıyamayacağı ağır yük anlamında ‘vebal’ bunu ifade eder. Bütün bunları umursamayan insana ise hiçbir yük, hiçbir vebal yani hiçbir sorumluluk kabul etmeyen anlamında yine aynı kökten türemiş bir sözcük olarak ‘la-ubal’i denir. 

‘Felaket’ veya ‘disaster’ sözcüklerinin her ikisinin de göklerle ilgili olması tesadüf değil. Tarihin büyük bölümünde insanlık, depremi ‘göklerden gelen bir gazap’ olarak gördü. Daha çok da Tanrının veya tanrıların günahlara öfkesi olarak… 

Aslında Aydın’lı (Milet) filozof Tales, daha M.Ö. 6’ncı yüzyılda depremi doğal bir sebeple açıklamaya çalışmıştı. Ona göre yer altı suları depreme neden oluyordu. Yine onu takiben Antik Yunan uygarlığında Aristo başta olmak üzere filozoflarca, depremin yer altındaki gazlardan, yer yüzüne çıkmak isteyen hava ve buhar sirkülasyonuna kadar farklı doğal sebepleri olabileceği üzerine teoriler de geliştirilmişti. Ama yüzlerce yıl boyunca bu ‘doğal’ açıklamalar hep düşünürlerin dar dairesinde dolaşımda kaldı. Kitleler ve yönetimler her depremde sebebi göklerde aramayı sürdürdü. Kader planı karşısında yapabilecekleri hiçbir şey olamazdı.  

Ta ki, 1 Kasım 1755 Sabahı Lizbon’u yıkan ve bugünkü hesaplamalarla 8.5-9 arası bir büyüklükte olduğu tahmin edilen depreme kadar. Avrupa’nın en dindar kenti o sabah bir depremle yıkıldı. 1 Kasım Azizler Bayramıydı ve Lizbon ahalisinin büyük bölümü kutsal bayram ayini için toplandığı kiliselerde yakalandı depreme. Çoğu kilise, müminlere mezar oldu. Kilise enkazlarından kurtulanların önemli bir kısmı ise okyanusun çekilmesi ve limanın dibinin görünmesi gibi tuhaf bir durumu gözlemlemek için liman çevresinde toplanacaktı. Dakikalar sonra Atlantik’ten gelen tsunami tarafından yutuluncaya kadar… 

(19’ncu yüzyılda yapılmış bir illüstrasyonda Lizbon Depremi bu şekilde tasvir ediliyor)

Kilise hiyerarşisi, yüzyıllardır yaptığı gibi, hemen depremin, dünyadaki günahlar yüzünden meydana geldiğini ilan edecekti. Ama, Aydınlanma Çağına giren kıtada bu kez bu açıklamayla başına geleni kabullenmeye hazır olmayacak insanlar vardı artık. Nitekim çok geçmeden sorgulamalar başladı.

“Madem tanrı dünyadaki günahlar yüzünden bu gazabı yolladı, neden deprem dini bir bayramda meydana geldi?”

“Madem bu günahkârlara bir uyarıydı, neden mabetler yerle bir olurken, genelev ve eğlence merkezleri gibi mekanlar yıkılmadı? 

Tesadüfen o sabah sarayı yerine av köşkünde olduğu için kurtulan Portekiz Kralının bile korku ve panikten ne yapacağını bilmediği deprem sonrası süreçte vezirlerden Pombal Markizi Jose de Carvalho, kilisenin izahı ile tatmin olmayanların başında geliyordu. Aydınlanma düşüncesinden etkilenen bir devlet adamı olan Carvalho, afete verdiği bilimsel tepki ile sadece ülkesinin yeniden toparlanmasına katkı yapmakla kalmayacak, kıtanın afet algısında yeni bir çığır açacaktı. 

Carvalho, Ülkedeki tek sosyal ağ olan kiliselerin tamamına bir soru listesi göndererek bu sorulara yanıt veren birer rapor yazıp göndermelerini istedi. ‘Deprem saat kaçta başladı?’, ‘Ne kadar sürdü?’, ‘Nasıl bir ses duydunuz?’, ‘Nasıl bir hareket gözlemlediniz?’, ‘Ne tür yapılar yıkıldı?’ türünden deprem ile ilgili somut gözlemlenebilir gerçeklere dayalı sorular arasında ‘ilahi’ ve ‘metafizik’ açıklama peşinde tek bir soru bile olmaması kilisede ve ülkede büyük bir şok yaratacaktı. 

Carvalho haklıydı. Deprem, diğer bütün doğal olaylar gibi mümin, ateist, soylu, zengin, yoksul, köylü, saraylı, kilise müdavimi ayrımı yapmamıştı. Lizbon’daki kiliseler, yumuşak bir zemine sahip olan şehir merkezinde inşa edildiği için çökmüştü. Genelevler, gözlerden biraz uzağa, şehir merkezi dışındaki kayalık zeminli yamaçlara inşa edildiği için ayakta kalmıştı. Carvalho, eline ulaşan verileri incelediğinde, insanların depreme karşı tedbir alıp kendisini korumasının mümkün olabileceğini gördü. Depreme daha dayanıklı bir şehir imar planlaması yaparak, Avrupa’nın en güzel başkentlerinden biri olacak yeni Lizbon’u inşa ettirdi. Depremin önceden tedbir alınarak, afete dönüşmesi engellenebilir bir doğa olayı olduğu düşüncesi Avrupa’ya yayıldı.  

Nitekim, Aydınlanmanın en etkili yazarı Voltaire’in o yıllarda yayınladığı “Lizbon Depremi Üzerine” şiiri ile depremin ‘göklerden gelen bir gazap’ değil, doğal sebeplerle oluşan bir doğa olayı olduğu tartışması çok geniş kesimlere yayıldı. Rousseau ve Kant gibi dönemin önemli düşünürleri olmak üzere birçok filozof, kendilerince depreme doğal ve bilimsel izahlar getirmeye çalıştılar. Lizbon Depremi ile, yer kabuğunu ve dünyayı daha iyi tanımamıza neden olacak modern deprem bilimi doğdu. 

Lizbon Depreminden 6 yıl sonra 1761 yılında Londra Cambridge Üniversitesinden din adamı düşünür John Mitchell, depremin göklerden gelen bir afet olmadığını, yerin altında başlayan ve yer kabuğu içinde dalga şeklinde ilerleyen sismik bir hareket olduğunu bilimsel olarak ilk kez kayda geçiriyordu. Onun hesaplamasına göre Lizbon Depreminin sismik dalgası saniyede 530 metre hızla ilerlemişti. Mitchell, sadece yere değil göğe de bilim gözlüğüyle bakan bir din adamıydı. Nitekim, yaklaşık 20 yıl sonra 1784 yılında da uzayda, ışığın bile kaçınamayacağı kadar büyük kütlelerin varlığına dikkat çekerek insanlığı ‘kara delik’ ile ilk tanıştıran bilimci olacaktı.   

19’uncu yüzyıl ise, ‘çağın Einstein’ı Alexander von Humboldt’un yaklaşımının etkisiyle doğa olayları konusunda çok sayıda verinin bir araya getirildiği ve bu veri kümeleri sayesinde doğada düzenli gerçekleşen olayların art arda anlamlandırılabildiği süreçle depremleri anlamada da yeni bir dönüm noktası oldu. Fay bölgeleri keşfedildi. Önceleri bunlara depremlerin neden olduğu sanıldı. Ardından fay hatlarının deprem sonucunda oluşmadığı, aksine depremlerin fay hatlarında meydana geldiği keşfedildi. Depreme yer altı patlamalarının değil, fay hatlarının neden olduğunun keşfi, deprem haritası oluşturmada, depremler açısından daha riskli coğrafyaları belirleme açısından bir dönüm noktası oldu. 

Daha 1800’lü yılların yüzyılın ortalarında ilk sismograflar geliştirildi. Almanya’daki bir sismografın, Japonya’daki depremi algılayabildiği keşfedildi. Başka bir kıtadaki depremin binlerce kilometre öteden titreşimlerinin kaydedilebileceği görüldü. Depremler artık lokal değil, evrensel haber olmaya başladı. 

İnsanlık, iki asrı aşkın süren bu modernleşme sürecinde, istediğiniz kadar “günahsız” da olsanız başınıza gelecek depremi durdurmanın imkânsız olduğunu ama aynı zamanda, isteyen her toplumun depremin neden olacağı afetin boyutunu çok büyük ölçüde azaltabileceğini kesin olarak öğrendi. Ve her yeni deprem, bu konudaki mevcut bilgilere ek olarak, çok sayıda yeni bilgi ve deneyim kazandırdı. 

Ne var ki bütün bu bilgi ve deneyime rağmen 20’nci yüzyıl ortasından beri hala depremler, milyonlarca cana mal olmaya devam etti, ediyor. Tabii ki çok önemli bir coğrafi nüansla beraber… 

Depremler, bazı ülkelerde hala çok büyük insan hayatına mal olurken, bazı ülkeler ise aynı büyüklükteki veya daha büyük depremleri çok daha az can ve mal kaybıyla atlatabiliyor. Bazı ülkeler, çok büyük depremlerin bile afete dönüşmesini önlemeyi başarabiliyorken, bazıları orta büyüklükte depremlerde bile çok büyük afet yaşamayı sürdürüyor. 

Bu yaşamsal fark neden oluşuyor? 

Üç konuya toplumların yaklaşımı, bunda çok belirleyici: 

Birincisi, depremden önce, etkin zemin etüdü, bilimi ciddiye alan imar planlaması, depreme dayanıklı bina ve altyapı inşası. Çünkü depremlerde ölümlerin en yaygın nedeni binaların çökmesi. Nasıl bir bina yapısının depreme dayanabileceği konusundaki somut bilgilere rağmen, bazı ülkelerde dayanıksız yapılaşmayı önleme konusunda oldukça “laubali” bir yaklaşım egemen olmaya devam ediyor.  

İkincisi ise depremden hemen sonraki günlerde, özellikle de ilk 72 saatte arama, kurtarma konusunda oldukça seri organize olma yeteneği ve haftalar içinde de toparlanma yardımı konusunda oldukça planlı hareket etme kabiliyetine sahip olmak.    

Afetin boyutunu oldukça küçülten üçüncü yaklaşım ise, bir önceki depremdeki hatalar ve eksikliklerden ders çıkararak, böylece kaçınılmazlığı kesin bir sonraki depremde bu hata ve eksiklikleri tekrar etmeyecek şekilde politik düzenini ve düşüncesini değiştirebilme becerisi. 

Bütün bu konularda yapılan bilimsel çalışmaların neredeyse tamamının mutabık olduğu ortak gerçek ise şu; bu üç konuda başarılı olmak, basit birer icraat kararı konusu değil. Toplumlara egemen kültürden, bilimsel eğitimin düzeyine, demokrasinin standart ve kurum kalitesinden sivil toplum/uzmanlık örgütlenmelerinin yaygınlığına kadar çok önemli faktörlerin ortak sonucudur. 

20’nci yüzyılın ilk çeyreğinden beri, yani depreme nasıl hazırlıklı yapılırsa afetin boyutunun önemli ölçüde azaltılabileceği konusunda bilgilerin pekiştiği döneme ait istatistikler üzerinde yapılan araştırmaların tamamı, iktidar partilerinin iktidarı kaybetmeyi dünyanın sonu gibi görmediği işleyen bir demokrasiye, özel çıkar gruplarının yanı sıra devlet kurum/yetkilileri üzerinde de hukuk denetimi yapabilen bağımsız yargıya, her türlü kusuru, eksikliği kamuoyuna ihbar edebilen üniversite ve uzmanlık örgütleri ile devlet politikaları ile iktidarın yanlışları hakkında endişesiz haber yapabilen özgür bir medya ortamına sahip ülkelerin, depremlerde çok az can kaybı verdiğini de gösteriyor.   

Örneğin, kalkınma, doğal çevre ve ekonomi konusunda uzman üç akademisyen, Philip Keefer, Eric Neumeyer ve Thomas Plümper, London School of Economics için 2011 yılında hazırladıkları, “Depremlerde Ölümü Önleme Politikaları” başlıklı makalelerinde, isteyen her devletin depremlerde ölüm oranını çok belirgin şekilde düşürebileceği gerçeğinden hareketle, “neden bu mümkünken bazı devletler bunu yapmıyor?” sorusunun peşine düştüklerinde benzeri bir sonuca ulaşacaklardı. 

Onların vardıkları temel sonuçlardan biri de devletin tek bir kişiyi ömrü boyunca iktidarda tutma uğruna herşeyi feda edebileceği otoriter rejimler, kamu kurumlarının partinin uzantıları haline getirilerek bütün kalitesini yitirdiği parti rejimleri ve yolsuzluğun oldukça yaygın olduğu ülkelerde, depremlerde ölüm oranının oldukça yüksek olduğuydu. Çünkü, bu tür rejimler, hatalarının, ihmallerinin, hazırlıksızlıklarının, plansızlıklarının siyasal ya da hukuksal hiçbir bedelini ödemeyeceğini bilirler. 

İşleyen bir demokraside ise iktidar yaptığı her yanlışın politik bedelini, işlediği her suçun da hukuksal bedelini ödeyeceğini bilir. Zaten iktidarın zamanla aşınması ve desteğini yitirmesi, demokrasinin sağlık işaretlerinin başında gelir. New York Üniversitesi politik-bilim profesörü Alastair Smith’in yaptığı data analizlerine göre işleyen demokrasilerde hiçbir doğal afet yoksa bile iktidarların yüzde 40’ının ikinci yılında kendilerine karşı protesto gösterileri başlıyor. Büyük afetlerden (en az 200 kişinin öldüğü afetler olarak tanımlanıyor) sonra ise bu oran mutlaka iki katına çıkıyor. 

Smith’in Foreign Affairs dergisindeki bir makalesinde 2010 yılında paylaştığı verilere göre 1976 – 2001 yılları arasında iki-üç yıl ömür sürmüş iktidar partilerinin yüzde 91’inin iktidardan düşmesi büyük bir afetin hemen sonrasına denk gelmiş. Normal bir toplum, iki-üç yıldır gerekli önlemleri almamış, hazırlık ve planlamaları yapmamış bir iktidarın bundan sonra yapacağını düşünmüyor ve fatura çıkarıyor. 

Bush yönetiminin Katrina Kasırgasında sergilediği son derece başarısız kriz yönetimi, 2006 ve 2008 seçimlerinin her ikisinde de Cumhuriyetçilerin Kongre’yi kaybetmesinin en öncelikli nedeni olacaktı. Trump’ın, Kovid krizine karşı laubali tavrıyla, en fazla ölümlerin Cumhuriyetçi eyaletlerde meydana gelmesine yol açması, 2020 seçiminde bazı çok önemli Cumhuriyetçi eğilimli eyaletleri kaybetmesindeki en önemli neden olacaktı. 

Tabii ki sorun sadece yanlış karar alan bir liderden kaynaklanmıyor. Demokrasilerde politik sınıfı oluşturan kesimin doğasıyla da ilgisi vardır. Politikacılar, çimento, kum, demir gibi materyalin sağlam ve yeterince kullanacak bir firma veya bir şekilde şahıslarına veya partilerine faydası olacak ama materyal konusunda kalite yerine azami kârı önceleyecek bir firmaya ihaleleri verme tercihiyle karşı karşıya kaldıklarında çok büyük oranda ikincileri seçer. Bu eğilimin belli bir parti veya siyasal çizgiyle doğrudan bağı yoktur. Politikacılar iyi insanlar olduklarında iyi işler yapmazlar. Toplumca sorumlu tutulduklarında, sistemin bariyerleri ve fren mekanizmaları çalıştığında halkın yararını önceleyen şeyler yaparlar.  

Diktatörlükler, otoriter rejimler ve yolsuz yönetimler ise, kayırmacı doğaları gereği, toplumsal düzendeki sorumluluk simetrisini tahrif eden rejimlerdir. 

Simetri, bir başarıdan, kendisine övünme payı veya bir başka kazanım çıkaranın, başarısızlık durumunda da aynı ölçüce sorumluluk payı çıkarmasını da gerektirir. Örneğin yaptığınız, tavsiye ettiğiniz, teşvik ettiğiniz, yol verdiğiniz bir işten birisine risk doğuruyorsanız, o riskten aynı ölçüde sizin de pay almanız gerek. Sonuçta ortaya çıkacak riskten hiçbir pay almayacak biri ile iş yapılamayacağını bilmek asgari bir normal zekâ refleksi olmalıdır.  

İşte bir ‘sorumluluk simetrisi’ rejimi olarak gerçek demokrasi, Anglo-Saksonların “skin in the game” deyimi ile ifade ettikleri doğaya sahiptir. Belki daha iyi açıklayacak olanı vardır ama Türkçe’de benim buna en yakın bulduğum, ‘elini taşın altına koymak’ deyimidir. Günlük dilde daha çok ‘yardım etmek, dayanışma’ anlamında yanlış kullandığımız deyim. Ama deyimin asıl anlattığı, taşın altına elini koymayanla, yani taş geri düşerse eli altında kalmayacak olanla taş kaldırılmaz. Taşı yanından tutuyormuş gibi yapanla taş kaldırılmaz. 

Elimizi taşın altına koymak, kaldırmak için payımıza düşen gücü vermediğimiz takdirde, bizim de elimizin taşın altında kalması riskini, yani bir sorumluluk yüklendiğimizin ispatıdır. Deprem olduğunda iktidarını kaybetmeyeceğini bilen bir lider veya otoritenin, depremlere hazırlığı savsaklayacağı gibi, depremde kaç kişinin öldüğü, kaç kişinin evsiz kaldığı ‘insani trajedi’ olarak umurunda bile olmaz. Sadece kendi iktidar konumu ve kariyerine etkisi olabilecek yönüyle ilgilenir. 

Örneğin, 2008 yılında Myanmar’a vuran Nargis Kasırgası 138 bin kişi ölümüne yol açtı. Myanmar’ın askeri diktatörlüğü, günler öncesinden gelmekte olduğu ve ülkeye hangi gün vuracağı belli bir doğal afete karşı hazırlık yapma zahmetine bile girmedi. Kasırganın en sert vurduğu yoksul bölgelere hiç yardım etmemekle kalmadı, uluslararası yardım çabalarını da ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle engelledi. Faşizmin kurucu lideri Mussoloni’nin “her şey devletin içindedir, devletin dışında hiçbir şey olamaz” sözüyle formüle ettiği faşist doğasının yansıması olan ‘kutsal devletimiz’ söylemiyle sivil toplum, sivil örgütlenme, sivil organizasyonlar da yasaklandığı için toplumsal yardımlaşma olasılığı da yoktu. 

Myanmar rejiminin ‘vebal’ endişesi yoktu çünkü, Myanmar halkı, diktatörü iktidardan uzaklaştırabileceği, seçim gibi hiçbir yasal mekanizmaya sahip değildi. Bütün medya ‘devlet’ medyası olduğu için bu ağır suçun kamuoyunda sorgulanması mümkün değildi. Her eleştiri, itiraz ve protestoyu, devlet düşmanlığı ve vatan hainliği olarak yaftalayan Myanmar rejimi, göz göre göre sergilediği bu korkunç ihmalkarlığına rağmen iktidarına sorunsuz devam etti. 

İşte bu yüzden, otoriter rejimler ile kurumları kalitesini yitirmiş yolsuz demokrasilerde, devletin bir afete ilk refleksi, enkaz altından mümkün olduğunca fazla insan kurtarmak veya acil yardımları en hızlı ve planlı şekilde ulaştırmak gibi afeti kontrol altına alma çabası değil, toplumda afet ile ilgili algıyı kontrol etme yönünde olur. Devlet enerji ve gücünü öncelikle öyküyü kontrol etmeye harcar, acil yardım bekleyen insanlara koşmaya değil. 

İsveçli akademisyenler Tove Ahlbom Persson ve Marina Povitkina, 2017 yılında yayımladıkları “Demokrasi ve kurumsal kalitenin afetlere hazırlıktaki rolü” başlıklı makalelerinde Çin’de 2008 yılında meydana gelen Sichuan Depremine dikkatimizi çekiyorlar. Depreme dayanıklı inşa edilmediği için çöken okul binalarında binlerce öğrenci can vermişti. Ancak devletin propaganda aygıtı olan Çin medyası, bu muazzam ihmalin peşine düşmek yerine, Çin rejiminin ne kadar empatik, etkin, seri ve sorumlu hareket ettiğini gösteren haberlerle doluydu. Persson ve Povitkina şöyle devam ettiler makalelerinde: 

“Haberler, sadece devletin kurtarma operasyonu yaptığı yerlere odaklandı. Devlet ve partinin üst yönetimi fedakârca mücadele eden kahramanlar olarak sunuldu. Kötü imar planlaması ve bina inşaatlarında depreme dayanıklılık kurallarına hiç uyulmaması gibi konular halkın dikkatinden bilinçli şekilde kaçırıldı.”

Neden bunu yapabildiler? Çünkü Çin Komünist Partisinin eli taşın altında değildi. Bir seçimde iktidarını kaybetmesi diye bir olasılık söz konusu değildi. Hiyerarşik emir ve talimatlar dışında bir yetkilinin sorumlu tutulabilmesi de mümkün değildi.  

Fakat Persson ve Povitkina, makalelerinde bu noktada bir nüansa daha dikkatimizi çekiyor. Seçimle iktidarın değiştirilebileceği olasılığının varsayılması da tek başına yeterli değil. Yani, seçim olasılığı, tek başına afetin boyutunu azaltan bir şey değil. Persson ve Povitkina’ya göre, bir demokrasi ancak kurumların (yargı, medya, parlamento, güvenlik, yardım ve kurtarma hizmeti sunan kurumlar vb) kalitesi oranında ölüm oranını azaltabilir. Parti uzantısı haline getirilmiş, liyakat yerine sadakatin öncelenmesi nedeniyle kalitesini yitirmiş kurumları olan sığ bir demokrasinin de afet karşısında başarısızlığa mahkûm olması ve hatta otoriter rejimlerde görülecek tepkiler vermesi kaçınılmaz. 

Nitekim oldukça kalitesiz ve yolsuz bir demokrasiye sahip olan Haiti’de yönetim, 2010 yılında 200 bin kişinin öldüğü depremle kurduğu olağanüstü hâl rejimini, korkunç bir sefalet yaşayan depremzedelere yardımı koordine etmek yerine, muhaliflerim eleştirileri ve şikayetleri bastırmak, zaten adil ve şeffaf olmayan seçimleri ertelemek için kullanacaktı. 

Lidere keyfince hareket alanı sağlamak veya değişik organize çıkarlar için için temel kolonları kesilmiş böylesi demokrasilerde kurumlar gerekli işlerin hiçbirini yapmazken, yoğun şekilde iş yapıyormuş görüntüsü verirler. Almanlar, kriz zamanlarında kendisine yoğun çalışma görüntüsü veren bu tuhaf atalete “aktionismus” diyor. Bir şeyler yapıyormuş gibi yapma sanatı. Gerçekte hiçbir aksiyon yapmadığını perdeleme için yapılan aksiyon. Bunu en bariz şekilde, bu tür ülkelerin afet sonrası resmî açıklamalarında görmek mümkün. Afet ile ilgili gerçek bilgiler, afetin boyutu, ihtiyaçlar, ihmaller saklanırken sürekli olarak, hangi bakanın nereye görevlendirildiği, kaç birimin sevk edildiği, kaç kriz masasının kurulduğu, bu kurulları kuracak kaç toplantı yapıldığı, kaç adet malzemenin nereden nereye gönderildiği gibi, afet sonrası acil durumda hiçbir işe yaramayan, hiçbir somut çözüm getirmeyen ‘aktionismus’lar sıralanır.  

Böylesi kalitesiz kurumların, afetlerden önce süslü ve parıltılı sözcüklerle dolu planlar, programlar yapmasının da hiçbir faydası olmaz. Eksiklikleri tespit eden uyarı raporları bile yazılır. Nitekim hemen her afetten, her krizden, her ekonomik çöküntüden, her fiyaskodan sonra bu konuda uyarılarda bulunmuş çok sayıda rapor olduğu ortaya çıkar. Çünkü, iktidarın veya yetkililerin sorumluluk almamasını kabullenen toplumsal ve politik düzenlerde, doğruları tespit edip yazmakla, uygulamaya geçirme arasında bir atalet uçurumu oluşur.  

20’nci Yüzyıl İngiliz Klasik Edebiyatının zirve ismi T.S. Eliot’ın, ataleti muhteşem tasvir ettiği ‘İçi Boş Adamlar’ adlı şiirinde vurguladığı gölgenin düştüğü yerdir bu uçurum:

“…

Düşünce ile hakikat arasına,

Çırpınma ile hareket arasına

Düşer bir gölge

Tahayyül ile tatbik arasına,

Hissetmekle tepki verme arasına

Düşer bir gölge

…”

Bu gölgenin karanlığında, yeni belalar ve afetler usulca büyür. Kıyamet, sadece bir gece birkaç saniyeliğine kopan gümbürtü değil. Kıyamet, işte bu gölgede yavaş yavaş kopacağı ana yaklaşan sürecin tamamıdır. Yani kıyamet çoktan kopmuştur ama cehalette ve zihinsel değişmeye direnmekte ısrar bu gerçeği görmeyi ve afete dönüşmesini engellemeyi imkânsız kılar.   

Eliot’un ‘İçi Boş Adamlar’ şiirinin sonunda dediği gibi 

“İşte böyle kopar kıyamet, 

İşte böyle kopar kıyamet,

İşte böyle kopar kıyamet

Gümbürtüyle değil, iniltiyle…” 

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz