Skip to content
Menu

Gezegenimizin paha biçilmez hazinesi: ”Soğuk”

‘Soğuk’ göreceli bir şey. Antartika’da ‘sıcak havanın’ keyfini çıkaran bir grup bilim insanı. (Fotoğraf: Mark Saunders / http://www.coolantarctica.com)

CEMAL TUNÇDEMİR

29 Ağustos 2011

Sıcaklardan ve gündem konularında bunaldıysanız, sizi Alaska’ya serin bir yolculuğa davet ediyorum. Yerinde inceleme için balinaların oflayıp pufladığı Kenai Körfezi’ne az gidelim, uz gidelim…

Soru şu: Özellikle kış mevsiminde çok şikayet ettiğimiz soğuğun değerini ne kadar biliyoruz?

Soğuk ve karlı bir memlekette doğdum ama itiraf edeyim tek bir gün bile soğuğun değerini dahası insan yaşamına, uygarlığa ve tarihe etkisini düşünmemiştim. Ben kendi adıma bu soruyu da sorunun yanıtını da Alaska’da buldum.

Alaska, insandaki “vahşi doğa” algısını alt üst eden bir yer. Türkiye’nin nerdeyse iki katı bir yer ve sadece yarım milyon kişi yaşıyor. Alaska’da şovun gerçek sahibi, iri yaban hayvanlarının birbirini avladığı kuzey ormanları, buzullar, kar ve milyonlarca göl ile kaplı akıllara zarar doğa. Ve işte ABD bu uçsuz bucaksız güzelliği, 1867 yılında Ruslar’dan 7,2 milyon dolara satın almış. Yani nerdeyse kilometre karesi 2 cent’e.

Yılın bu mevsiminde günün nerdeyse 20 saat sürdüğü, birkaç saatlik gecenin ise alaca karanlık gibi yaşandığı Alaska’ya niçin geldik? Çünkü sizi tanıştırmak istediğim kişi 8 yıldır Alaska’da yaşıyor. Bill Streever, yaşamını “soğuğu” anlamaya ve araştırmaya adamış bir biyolog ve yaban hayatı uzmanı. Bizim bembeyaz bir monotonluktan ibaret gördüğümüz buzul dağlarının altında nasıl bir renkli yaşam olduğundan bizi haberdar eden kahramanlardan biri. Soğuğun, gezegenimizi nasıl koruduğunu anlamamıza yardım eden bir çevre gönüllüsü. Bir süredir çalışmalarını kıskançlıkla bloglardan takip ettiğim Streever, “Soğuk” adlı kitabıyla, 2010 Temmuz’unun en sıcak günlerinde serin bir rüzgar gibi girdi penceremizden. “Dünyanın donmuş yörelerine seyahatler” alt başlığıyla yayınlanan bu nefis kitapla, “soğuğu anlamanın dünyayı anlamak” olduğunun farkına varıyorsunuz.

Soğuğun sıcak dostları

Ben Steever’ı okurken aslında gezegenimizi bizim için anlaşılabilir kılan Streever gibi çılgın insanların cesaretlerini, emekleri ne kadar az takdir ettiğimizi de düşündüm. Bir de, yaşamını soğuğa adayan bu bilim insanı ve kaşiflerin ne kadar sıcak insanlar olabileceklerini…

Hayatını hayvanların “kış uykusunu” anlamaya adamış araştırmacı Lynn Rogers’ı düşünün mesela. Bir keresinde bir ayı inine sürüne sürüne girmiş ve kulağını uyuyan ayının göğsüne dayayarak dakikadaki kalp atışını saymış. Bugün bunu biliyorsak, bu çılgın merak sayesinde biliyoruz…

Örneğin biyolog ve doğa uzmanı Bernd Heinrich… Sıfırın altında 10 derecede daldığı ormanlarda takip ettiği uçan sincapların uçtuktan sonra yuvalarına sıcak patates koyarak, ısı değişkenliğini ölçermiş. Küçük kuşların vücut sıcaklığını ne kadar hızlı kaybettiğini araştırırken… Bu merak sonunda kendi vücut sıcaklığına kadar gelmiş. Sıfırın altında 34 santigrat derecede dışarı çıkmış ve vücut sıcaklığının düşmesini ölçmeye başlamış. Sonuç: dakikada 5 derece.

Örneğin 1911 yılında daha 25 yaşındayken Antartika’da eksi 40 derecede penguen yumurtası arayan Apsley Cherry-Garrard’ı düşünün. Cherry-Garrard’ı aslında, Terra Nova seferinden canlı kurtulanlardan biri olarak da hatırlarsınız. İngilizler ile Norveçliler arasında Güney Kutbuna ilk ulaşıp bayrağını dikmek için verilen amansız mücadelenin kaybeden tarafındaki Terra Nova. İngiliz kaşif ekibinin lideri Robert Falcon Scott ve 4 arkadaşı  bembeyaz kar ülkesinde aylar süren zorlu bir yolculuktan sonra 17 Ocak 1912 günü güney kutbuna ulaşmayı başardılar. Ancak onları acı bir gerçek bekliyordu. Kutup noktasında Norveç bayrağı dalgalanıyordu.

Scott’ın tercihinin tersine kızaklarını köpeklere çektiren Roald Amundsen liderliğindeki Norveçli kaşifler tam 33 gün önce kutba ulaşıp bayraklarını dikmişlerdi. Hayatının yenilgisini yaşayn Scott, bu üzüntüyle dönüş yolunda hata üstüne hata yaptı. Soğuk, hatanın üstünü bembeyaz örttü. 8 ay sonra bir arama grubu Scott ve adamlarının üstünden beyaz örtüyü kaldırarak donmuş bedenlerine ulaştı. Scott, bugün artık trajik bir destan olan günlüğüne son notlarını 20 Mart 1912 günü yazmış ve kendini uğruna bütün yaşamını adadığı soğuğun kollarına bırakmış.

Aslında Scott’tan da Amundsen’den de önce güney kutbuna ulaşmaya çalışan bir kaşif daha var. Ernest Shackleton’un da hakkını teslim edelim. 1909’da kutup noktasına tam 97 mil yaklaşır. Ancak mevcut erzak yetersizliğinde biraz daha ilerlerse geri dönemeyeceğini anlayınca geri döner. Evine gider ve karısına, “Sağ bir eşekle yaşamayı, ölü bir aslana tercih edersin diye düşündüm” der.

Öyküsü, Scott’ınki kadar dramatik olan diğer bir kutup kaşifi ise Vitus Bering’tir. Rus donanması için çalışmaya başlayan bu Danimarkalı kaşif, 18’nci yüzyılın ilk yarısında Rusya’nın kuzey doğu uçlarında önemli keşifler yapar ve Alaska’ya ulaşır. Rusya ve ABD’yi birbirinden ayıran boğaz bugün onun adıyla Bering Boğazı diye anılıyor.

Bering, 1741 yılında, 28 adamıyla beraber Bering Körfezinde bulunan Bering adasında soğuğun kollarında ölümcül uykuya daldı. Bulunan günlüğünden anlıyoruz ki Bering, son dakikalarını henüz donmamış adamlarının inleme ve bağırtılarını çaresizlikle dinlemekle geçirmiş.

İnsan soğukta neden titrer?

19’ncu yüzyıl bilim insanlarının aradığı şeylerden biri de “mutlak soğuk”tu. “Frigor” dedikleri yeri ve ortamı arıyorlardı. Kimyager James Dewar’ın tarifi ile, “Moleküler hareketin duracağı kadar soğuk ortam, maddenin öldüğü ortam”. Ancak hala mutlak soğuğa ulaşılmış değil. Tıpkı ışık hızına ulaşmak gibi ona ulaşmak da bir hayal olarak kalmaya devam ediyor.

Soğuğa yolculuğumuzun klavuzu Bill Streever da insan vücudunun soğuğa tepkilerini anlamak için bir çılgınlık yapıyor. Kuzey Kutup Dairesinin bile 500 kilometre kuzeyinde kalan Prudhoe Körfezinin dondurucu sularına çıplak şekilde atlıyor. Her hangi bir durumda onu çıkarmak için bekleyen iki arkadaşı başında dikilirken, biz kitabın daha açılışında bu nefes kesici dalışı Streever ile beraber yaşamaya başlıyoruz.

Birinci dakika soğuktan nefes almakta güçlük çekiyor. İkinci dakikada ‘ısırgan otu tarlasına çıplak uzanmışcasına‘ su iğne gibi batmaya başlıyor. Derisi büzüşmeye başlıyor. Kılcal damarları sıkışıyor. Üçüncü dakikası için, “artık fiziğin kurbanıyım” diye yazıyor ve ekliyor: “Vücut sıcaklığım dondurucu su ile atalet durumuna doğru ilerliyor. Termodinamiğin ikinci kuralına uyuyor”.

Bu noktadan sonra suda iki dakikadan daha fazla bekliyor. Donma işleminin gerçekleşmesi için yeterli bir süre değil ama, Streever’ın kutup kaşiflerinden, kış uykusunun gizemine kadar birçok konuyu düşünmesi için yeterli zaman.

Beşinci dakika sonunda işaretiyle sudan çıkarılıyor. Not alıyor; “Yeniden ısınmam 2 saat sürecek”. Streever, insanın vücut sıcaklığının 38 derecenin altına düşmesiyle titremenin başladığını açıklıyor. Neden soğukta titreriz? Çünkü, kaslarımızın gerilmesi, vücudun geri kalanından 4 kat daha fazla sıcaklık üretiyor. Kasların sıcaklık üretmek için bu yoğun savunma hareketlenmesi titreme olarak ortaya çıkıyor.

Streever, soğuk ülkenin canlılarının kış uykusundan çok etkilendiğini anlatıyor. Bir biyolog olarak hayatının en önemli arayışlarından biri de kış uykusunun gizemlerini çözmek. Biz insanlar kış uykusuna yatamıyoruz. Çünkü bizim periyodik olarak yemek yememiz ve tuvalete gitmemiz lazım. Ama soğuk coğrafyalarda hayvanların önemli bir kısmı kış uykusuna yatar.

Burda ilginç bir nokta daha var. Kutuplarda ve aşırı soğuk bölgelerde yaşayanların örneğin Eskimoların kısa boylu ve tombul olmaları tesadüf değil. Zayıf, uzun boylu ve uzun bacaklı insanlar, soğuk havada daha hızlı sıcaklık kaybeder. Çöl ve sıcak iklimlerde yaşayanların ise ince ve uzun boylu olmaları tesadüf değil. İnsan bedeni, yüzyıllar içinde yaşadığı koşullara en uygun şekle adapte oluyor. Öte yandan kuzey dairesine yaklaştıkça memeli hayvanların ebatı büyüyor. Çünkü, çok küçük kütle de soğuğa uzun süre dayanamaz. Kışı şiddetli geçen kırsal kesim insanları bilir kümes hayvanlarının soğuk havada nasıl yerinde duramadıklarını. Çünkü kendilerine yetecek sıcağı üretecek bir iç kütleye sahip değiller. Bu nedenle de donmamak için çok hareket ederler. Streever, ispinoz kuşunu örnek veriyor. “Her 7 saniyede bir ladin çekirdeği bulup yemek zorunda” diye yazıyor. Oysa büyük hayvanların keyfi yerinde. Balina yağı, binaların ısı yalıtımında kullanılan asbest kadar ısı tutuyor örneğin. Kutup ayıları, kış uykusuna yatmadan önce, kürkünün altına 10 kat yün kazak giymiş kadar yağ tabakası oluşturuyor…

Kitapta beni çarpan şeylerden biri de Streever’ın keşfettiği bazı tırtıl ve kurbağalar. Bunlar Alaska’nın kışında donuyor ve baharda doğayla beraber yeniden canlanıyor. Streever bu tırtıllardan bazısını kendi evindeki buzdolabına koyuyor ve donduruyor. Sonra sıcak ortama çıkarıp canlanmalarını bekliyor. Sonuç beyhude… Olan tırtıllara oluyor.

Burada sizin de aklınıza “acaba?” diye o olasılık geldi mi bilmem. Bazı insanların gelmiş. Bu insanlara “cryonics” deniyor. Ölümcül bir hastalığın pençesindeki bu insanlar donduruluyor. Eksi 346 F derecedeki likit nitrojen içinde muhafaza ediliyorlar. Gelecekte o hastalıklara bir çare bulunursa tekrar canlandırılmayı ümit ederek…

Bu mantık bir psikoloji doktoruna olabilir gelmiş ilk önce… 73 yaşındaki Dr. James Bedford 12 Ocak 1967 günü bu şekilde dondurulan ilk insan oldu. Günümüzde 150 bin dolar civarında bir parayı da gözden çıkarmanız gerekiyor. Şimdi o ölüm kalım durumunda tabii ki paranın hesabı yapılmaz ama geri dönüp ödeme olasılığı varsa faturadan da haber vermek lazım. Günümüzde likit nitrojen içinde “birgün canlandırılırım ümidiyle” dondurulumuş bekleyen 70 kişi var. Aslında bugün bilim insanlarının çoğu bunun beyhude bir umut olduğu düşüncesinde. Hatta kendisi de bir cryobiyolog olan Dr Arthur Rowe bile, “Cryonics’in sizi yeniden canlandıracağına inanmak, köftenin yeniden ineğe dönüşebileceğine inanmak gibi” şeklinde konuşarak çabalarının zorluğuna dikkat çekiyor. ABD’de bazı kısıtlamalar getirildi bu dondurma işlemine. Artık, sadece, “yasal olarak ölümünüz ilan edildiğinde” bu işlemi yaptırabiliyorsunuz.

Streever, iklimsel ve çevresel değişimlerin uygarlığımıza sosyal etkilerine de dikkatimizi çekiyor. Örneğin, dünyanın en büyük yanardağı olan Endonezya’nın Tambora Yanardağının 1815 yılında dünyada sebep olduğu felaket. İnsanlık tarihinin bilinen en büyük volkanik patlamasıyla dünyaya yayılan gaz, özellikle Avrupa’da tarihin bilinen en uzun kışının yaşanmasına neden oldu. Haziran Temmuz ayında bile kar fırtınaları yaşandı. Bu olay, Avrupa’dan Yeni Dünya’ya büyük bir göç dalgası başlattı. Bitmeyen kış sebebiyle Avrupada başlayan yiyecek kıtlığı at beslemeyi çok pahalı hale getirdi. İşte o yıllarda ata ucuz bir alternatif  aranırken bisiklet icat edildi.

Edebiyatı bile etkiledi bu yanardağ. Lord Byron, göl evine arkadaşlarını davet etmişti. Ama kar fırtınaları ve soğuklar nedeniyle eve hapsoldular. Byron vakit geçirmek için onları korku ve hayalet hikayeleri yazmaya davet etti. Konuklardan Mary Shelley bu oyun sırasında yazdığı korku romanı ve romanın korkutucu karakteri ile edebiyat tarihinde bir türle özdeşleşti. Evet, ünlü “Frankenstein” Byron’un evinde o uzun kışta doğdu.

Aynı zamanda birçok teknolojik icadın da temelinde soğuk var. Nijeryalı akademisyen Ali Mazrui, BBC için çektiği Afrika belgeselinde, Afrika’da yüzyıllarca tekniğin gelişmemesinin en önemli nedeninin kıtada soğuğun olmaması olduğunu savunuyor. Ona göre kış, teknolojik gelişmenin iki unsuru olan inşaat ve tekstilin itici gücüydü. Afrikanın sıcağında ne eve ne de elbiseye ihtiyacınız vardı…

Streever’ın “lemming” denen kuzey kemirgenlerini ve onların kürklerini incelerken tespit ettikleri de enteresan. Yünün ve kürkün insanı neden sıcak tuttuğunu öğrenince şaşırıyorsunuz. Alaska’nın en büyük kenti Anchorage’te bir Mart günü sıfırın altında 15 derece soğukta arkadaşlarıyla beklerken bir şey farkediyorlar. İnsan her yerinden sıcak sızdırıyor. Terleyerek, verdiği nefesle sürekli vücut sıcaklığını düşürüyor. Soğuk bir zemine oturdunuz mu biraz daha sıcak gitti. Hele başlık giymediyseniz fena. İnsan kafası en fazla sıcaklık sızdıran yer. Yolunuz kutup dairesine düşerse bilin ki pamuk öldürür. Çünkü lifleri suyu tutuyor. Dondurucu soğukta ıslak bir kot pantolondan daha ölümcül bir şey yok. Sentetikler daha iyi. Ama kutup soğunda en garantisi, yün ve maalesef kürk.

Sarıp sarmalanmanın da adabı var tabii ki… İronik şekilde, sera gazı etkisinden ve küresel ısınmadan bahseden ilk iki bilim insanı da, annelerimiz gibi soğuktan hiç hazzetmiyor ve biraz ısınan bir dünyanın fena olmayacağına inanıyormuş. Küresel ısınmadan ilk defa bahseden Fransız bilimadamı Joseph Fourier, soğuktan nefret ediyordu ve vücudu sıcak tutmanın sağlık için faydalı olduğuna inanıyordu. Sürekli battaniyeye sarılı çalışan Fourier, 1827 yılında battaniyesinin ayaklarına dolanması sonucu evinin merdivenlerinden düşerek öldü. Küresel ısınmanın ilk kurbanı oldu. Cilve üstüne cilve…

Doğal soğuk bir yana insanoğlu teknoloji geliştikçe kendisi de ihtiyacı olan soğuğu üretmeyi başardı. Buzdolabının icadının insan yaşamını ve sosyal hayatı ne kadar değiştirdiğini hiç düşündünüz mü?  İnsanoğlunun tüm beslenme alışkanlıklarını, tüm alışveriş kültürünü ve ekonomisini derinden değiştirdi.  Buzdolaplarından hemen önce Amerika’nın sokaklarında tıpkı sütçüler gibi seyyar buzcular da dolaşırdı. Aslında bugün Türkçede “buzdolabı” dediğimiz soğutucular, 1930’lu yıllarda ortaya çıktı. Ondan önceki yaklaşık yüzyılda ise Batılıların “icebox” dediği ev aleti kullanılmış. Çoğunlukla tahtadan bu mobilyalar ısı yalıtımıyla oluşan serin ortamlarında kısmen mutfağa yeni bir çehre getirmişler. “İcebox” birebir çevirdiğinizde buzdolabı demek. Batıda artık bu mutfak aletlerine, yeni fonksiyonlarına uygun olarak “refrigerator (soğutucu)” deniyor. Biz buzdolabı demekte devam ediyoruz.

Sosyal yaşamı etkileyen bir diğer soğuk icat ise klima.  Yüzyılın ortalarına kadar sıcak bölgelerde yaşamak çok da cazip birşey değildi. Örneğin Florida 50 yıl öncesine kadar bile yaşamak için hiç de cazip bir yer değildi. Bodrum, Marmaris gibi yerler sürgün yerleriydi. New Yorklu mühendis mucit Willis Haviland Carrier, 1910’lu yıllarda klimayı (Air Conditioner ya da AC) icat ederek, insanlığın yerleşim kültürünün bir kez daha değişmesine yol açtı. Önce sinemalar sonra büyük mağazalar klima serinliği ile tanıştı. Ancak ABD’de evlere girmesi 2’nci Dünya Savaşından sonra mümkün oldu. Ve Florida bir daha asla eskisi gibi olmadı. Adeta bir ev inşaatı kasırgası vurdu yarım adayı. Klima ve televizyonun aşağı yukarı aynı dönemde Amerikalının hayatına girmesi de ilginç. Birçok eski yazar, Amerikalılar da komşuluğun, mahalle kültürünün ölmesinde, insanların evlerine kapanan bireysel birer robota dönüşmelerinde klima-televizyon ikilisinin rolüne dikkat çekiyor sıklıkla. Klimalar pencerelere olan ihtiyacı bitirince, yüksek gökdelenler yapılabilir hale geldi.

Tekrar Streever’a döneyim… Kendisi ile bir kaç gün önce kısa bir sohbet ettim. “Türkiye’de mutlaka görmek istediğim soğuk coğrafyalar var. Özellikle Toros Dağlarındaki mağaraları incelemeyi çok istiyorum” diyor. Meğer, bu aralar “Sıcağın Doğal Tarihi”ni yazıyormuş (2013 Ocak ayında yayınlandı. CT, 2015).

Soğuk on binlerce yıl içinde yeryüzünü şekillendirdi. Buzullar, gölleri, nehirleri, vadileri oluşturdu. Aşırı soğuklar çağında donan Bering boğazı, Orta ve Kuzeydoğu Asya’dan Alaska’ya insanların ve hayvanların geçmesine izin verdi. Boğaz yeniden çözülünce, eski kıta ile yeni kıtanın arasındaki tüm bağlar, 15’nci yüzyıla kadar koptu. Öykünün sonrasını biliyorsunuz.

Ancak hepsinin ötesinde Streever, bütün gayretiyle insanlığın dikkatini Alaska’nın, kutupların her geçen gün biraz daha azalan soğuğuna ve bunun biricik gezegenimizdeki yaşamımızda nasıl geri dönülemez felaketlere yol açacağına çekiyor.

‘Alaska’nın buzullarından bize ne’ demeyin… Endonezya’daki bir yanardağ bile Avrupa’nın bütün sosyal tarihini derinden değiştirebildi. Hep söylendiği gibi, küresel ısınmanın olumsuz etkilerini hissetmeye başlayan ilk kuşağız ancak gidişatı durdurabilmek için bir şeyler de yapabilecek belki de son kuşağız… Gezegenimizin soğuğuna sahip çıkalım.

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz

Küresel ısınma sadece dünyayı değil, tepemizin tasını da ısıtıyor!