Skip to content
Menu

Beyzbol maçında kavga çıkarsa ne olur?

beyzbol-sopasi

CEMAL TUNÇDEMİR

29 Ekim 2013

Yıl 1955… 8 yaşındaki Brooklynli bir çocuk, babası ile, Brooklyn Flatbush’ta bugün artık yerinde apartman kompleksi olan Ebbets Field stadyumunda hayranı olduğu beyzbol takımı New York Giants’in oynadığı Dünya Serisi maçını izlemeye gider.

Maçtan sonra stadyumdan çıkarken hayatı boyunca unutamayacağı sürpriz bir an yaşar. Beyzbolun en efsane isimlerinden Willie Mays bir anda karşılarında belirmiştir. Hemen bir imza ister çocuk.

‘Tabii ki’’ der Mays ve sorar: ‘Kalemin var mı?

Yok. Ne onda, ne babasında, ne babasının arkadaşlarında o anda orada olan kimsede kalem yoktur.

Üzgünüm evlat’ der Mays uzaklaşırken, ‘kalem yoksa imza da yok’.

Yaşamı boyunca onu etkileyecek bir hayal kırıklığı yaşayan çocuk gözyaşlarına boğulur.

O travmatik andan sonra hayatı boyunca bir daha cebinden asla kalem eksik etmeyecek Paul Auster, bugün artık yaşayan en önemli roman ve deneme yazarlarından biri.

Auster, bu anısını anlattığı ‘Why Write?’ adlı denemesini, yarım yüzyıl sonra 2009 yılı Nisan ayında Columbia Üniversitesi bünyesindeki Kraft Merkezi’nin bodrum katındaki salonda, aralarında bu satırların yazarının da bulunduğu küçük bir gruba okuduğunda yine duygulanacaktı:

‘’Şu, beynime kazındı. Eğer cebinizde bir kalem varsa, bir gün onu kullanma isteği duyma ihtimaliniz çok yüksek’’.

1995 yılında New Yorker dergisinde yayınlanan  ‘Why Write?’ yazısını okuyanlardan biri de Willie Mays’tı. Beyzbol efsanesi, yazıyı okuduktan sonra sakladığı hatıra beyzbol toplarından birini alıp imzalayıp, Paul Auster’ın evine gönderecekti.

‘’Artık Willie Mays’in imzasına sahibim’’ dedi bize söyleşisinde Auster ve ekledi:

‘’Bu imzalı top, yazının, gerçek yaşamda değişiklik yapabildiğinin ispatı’’

Paul Auster’ın New York Üçlemesi ile beyzboldan önce tanıştım. Onun gibi, çocukluktan beyzbolseverlerden değilim. Beyzbola merakım 2000’li yılların hemen başında başladı. O zamanlar New York, Queens’te yaşadığım evin hemen yakınındaki Shea Stadyumu’nun önünden her gün geçince New York Mets ile tanıştım. Televizyonda ya da tribünden izlediğim ilk beyzbol maçlarının çoğu Mets’e ait olunca Beşiktaş tutkumun yanına Mets tutkusu eklendi.

2009 Nisanındaki o söyleşide öğrenecektim ki Paul Auster’ın da hayatındaki en büyük tutkulardan biri New York Mets beyzbol takımıydı. 66 yaşındaki yazar Park Slope’taki evinde, yıllardır şampiyonluğa hasret Mets’in her maçı öncesi hala şarabını doldurup televizyonun karşısında geçmekten kendini alamıyormuş.

Mets neden benim için bu kadar önemli bilmiyorum’ diyor Auster. Tıpkı, dünyanın geri kalanın, beyzbolun Amerikalılar için neden bu kadar önemli olduğunu hiç anlayamaması gibi…

Tarihçi Jacques Barzun 1954 tarihli ‘’God’s Country And Mine’’ adlı klasik kitabında, ‘’Amerika’nın ruhunu ve aklını tanımak isteyen beyzbolun kurallarını ve realitesini öğrenmeli’’ diye yazıyor. Gerçekten de Amerikan sosyal yaşantısı, kültür ve edebiyatına biraz ilgi gösteren herkes derinlerdeki beyzbol etkisini farketmekte gecikmez. Politik literatürde bile sık sık beyzbol terimleri metafor olarak kullanılıyor.

Gerçi günümüzde Amerikan futbolu ekonomik güç olarak beyzbolu geçmiş durumda ama Amerikalı yazar ve düşünce adamları, beyzbol kadar başka hiç bir sporu romantize etmediler ve halen etmiyorlar. Bu anlamda beyzbol kesinlikle Amerika’nın ulusal sporudur.

Dahası diğer sporlardan farklı olarak ‘bütün Amerika’nın sporudur. Örneğin NBA nerdeyse tamamen Afrika kökenli oyuncuların egemenliğindedir. Amerikan futbolu liginde (NFL) Hispanik oyuncu çok azdır ve Asya kökenli nerdeyse hiç yoktur. Buz hokeyi(NHL) ise ülkenin en ‘beyaz’ sporudur. Ancak beyzbolda(MLB), Afrika, Uzakdoğu, Güney Amerika, kuzey Avrupa, güney Avrupa, yerli kökenlerin hepsinden oyuncular vardır.

Beyzbol sporunun en ayırıcı özelliğini sorarsanız, bir oyun süresi olmamasını gösteririm. Bu sebeple beyzbolda ‘zamana oynayamazsınız’. Rakibe mutlaka şans verilmesi beyzbolun en sevdiğim tarafı. Her takım hakkını kullanır. Her iki takımın da birer kez atak hakkı kullandığı ‘inning’ denen 9 devre tamamlanmak zorunda olduğundan ve bu sürede eşitlik bozulmazsa ekstra ‘inning’ler oynandığından beyzbolda maçlar çok uzun sürer. Hatta 1984 yılında bir maç tam 8 saat 6 dakika sürmüş. Günümüze ortalama beyzbol maçı 3 saate yakın sürüyor. Bu da hem statta hem de televizyondan izleyen için beyzbolu farklı bir eğlence kültürünün kaynağı yapar. İronik olarak dünyanın geri kalanı için beyzbolu ‘sıkıcı’ yapan özelliktir bu…

Yaklaşık üç saat süren bir maçı statta kim seyreder demeyin. Beyzbol dünyada en kalabalık stad izleyicisine sahip sporlardan biri. Sadece Amerikan profesyonel beyzbol ligi maçlarını 2012 sezonunda statta izleyen seyirci sayısı 74,8 milyon kişi. Stad izleyicisi için beyzbol maçları bir tür ‘piknik’tir aslında. Bu nedenle pozisyon aralarında sohbet edecekleri bir konuyu, ya da meşgul olacakları bir şeyleri de mutlaka beraberlerinde stada götürürler.

Peki ya sporcular üç saat boyunca ne yapar?

Onlar da çiğner, tükürür ve ‘oraları buralarıyla’ oynar. Komedi filmlerinde beyzbolun en fazla karikatürize edildiği üç görüntü yani… 1960’lı yıllara kadar tütün çiğnenirdi. Son yıllarda ise ya sakız ya da ayçekirdeği çiğniyorlar. Efsane beyzbolcu Tony Oliva, ‘’Maç sırasında seni meşgul edecek bir şey yapmak zorundasın. Yoksa kafayı yersin’’ diyor. Çünkü beyzbol, efsane beyzbolcu Yogi Berra’nın dediği gibi, ‘’yüzde 90’ı mental diğer yarısı ise fiziğe dayalı bir spordur’’.

Peki, ‘’oralarına buralarına’’ niçin sık sık dokunup alt eşofmanlarını düzeltiyorlar? O ise, ‘jenital’ organları korumak için giyilen koruyucunun verdiği rahatsızlığa ve oluşturduğu terlemeye karşı istemdışı gelişen rahatlatma çabası…

Başlıktaki soruya geleyim… Peki beyzbol maçında kavga çıkarsa ne olur?

Her spor karşılaşması fiziksel yoğunlaşmayla beraber kavga potansiyelini de yükseltir. Futbolda, basketbolda kavga çıktığında futbolcuların itiş kakışına hatta bazen yumruklaşmasına şahit oluyoruz. Beyzbolu bu açıdan riskli yapan iki unsur var: Sporcuların elindeki beyzbol sopası ve çarptığında yaralayacak sertlikteki beyzbol topu…

Tıpkı iki tarafın da nükleer silah sahibi olmasının savaştan ‘caydırıcı’ etkisi gibi beyzbolda da bu iki tehlikeli silah sebebiyle kavgaların ‘yazılmamış kuralları’ oluşmuş. Her sporcu bunlara uyar çünkü aksi durumun maliyeti herkes için çok fazla.

Paul Dickson’un ‘Beyzbolun yazılı olmayan kuralları’ kitabında anlattığına göre, adil bir kavga beyzbolun parçası olarak görülür. Diğer sporlarda kavga kesinlikle engellenmesi gereken bir ‘çirkinlik’ iken, beyzbolda mücadelenin yönetilebilir olması gereken doğal uzantısı gibi görülüyor.

Örneğin, topu atıcı(pitcher) kasten topu, rakip vurucuya çarptırmak için atarsa (ki bazen oluyor), atıcı elindeki beyzbol sopasıyla karşılık vermiyor. İki oyuncu arasındaki tansiyon fiziksel müdahale düzeyine çıkarsa iki oyuncu sahanın ortasında “basebrawls’’ denen bir tür ‘horoz döğüşü’ne başlıyor. Bu horozlanma kavganın finali değil başlangıcı. Çünkü bu tuhaf kavga sadece ikisi arasında kalmaz. Böylesi bir horoz dövüşü koptuğunda, saha içindeki oyuncular ve kulübede oturanlar da mutlaka katılır. Herkesin katılması, ironik şekilde aslında ciddi yaralanma riskini de azaltan şeydir.

Kavgaya katılacak her sporcunun yapacağı ilk şey beyzbol sopasını yere atmaktır. Yumruk vurmak da teamüllere aykırıdır. Bazen ise herkesin üst üste atladığı bir şekilde cereyan eder. Sahanın ortasında insan yığını oluşur. Bu da kavga edenleri korur. O yüzden denir ki, beyzbol sahasında kavga çıkarsa en güvenli yer kavganın tam ortasıdır.

Ömrümün beyzbolsever bölümünün tamamı umutsuzca New York Mets’in şampiyonluğunu beklemekle geçmesine rağmen, sebebini bilmediğim şekilde beyzbola bağlandım ve sevdim. Olağanüstü zevk ve heyecan yaşatan bir spor.

Her yıl Nisan ayında sezon başladığında da, Eylül ayında playoff ve Dünya Serisi başladığında da büyük heyecan yaşıyorum. Bununla beraber, bir ‘sonradan görme’ye bile bu heyecanı yaşatabilen beyzbolda, küresel bir spora dönüşme potansiyeli -şimdilik- göremiyorum.

Çünkü, dünyanın büyük bölümü, yani ABD, Kanada, Karayipler, Venezuela ve Japonya dışındaki kısmı, bir filmde, dizide, TV’de vs beyzbola her denk geldiğinde, büyük bir ciddiyetle körling oynayan Kuzey insanlarına  bakarkenki küçümseyici merakımızın aynıyla bakıyor: Bu insanlar ne yapıyor böyle..?

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz