Skip to content
Menu

Kim olduğunu sanıyorsun sen?

CEMAL TUNÇDEMİR

30 Aralık 2016

‘’İnsan, adına ‘evren’ denilen bir bütünün, zaman ve mekanla sınırlı bir parçasıdır sadece. Buna rağmen kendisini, düşüncelerini ve duygularını başka herşeyden ayrı ve özelmiş gibi deneyimliyor. Bu, bilincinin ona optik bir illüzyonudur sadece… Bu illüzyon, bu vehim, her birimiz için bir hapishanedir. Bizi, kişisel hırslarımıza ve yakınımızdaki birkaç kişiye alakaya hapsediyor.’’ – Albert Einstein

15 bin yıl önceymiş. ‘’Bu, benim’’ deyip bir mağaranın duvarına işte fotoğraftaki şekilde imzalarını atmışlar. Santa Cruz ‘El Mağarası’ndaki bu el izleri bir dini ayin mi, antik çağ duvar yazılaması mı, ilan-ı aşk mı bilmiyoruz. Çünkü yazının icat edilmesinden binlerce yıl öncesine aitler. İsimlerini veya dertlerini duvara ağaçlara yazamalardı. Bunun yerine ellerini yassı hale getirip mağara duvarına yasladıktan sonra üzerine toz üfleyip işte bu antik siluetleri oluşturmuşlar. Evrenin ıssız bir köşesindeki bu minicik gezegen üzerinde türümüz binlerce yıl böyle kayda geçirebilmiş derdini. Her el bir kişiye, hiçbir detayını bilmediğimiz bir yaşam öyküsüne ait. Avcı toplayıcılara, mağara insanlarına, atalarımıza…

Hepimiz özümüzü bir ‘bütün’ olarak duyumsuyoruz ve kendimizi, kafamızda kim olduğumuza ilişkin oluşturduğumuz bu bütünsel varlığa indirgiyoruz. Kendimizle ilgili bu ‘ben’lik fikri, kimliğimiz olmaya başlıyor. Bizim ‘kimlik’ dediğimize İngilizce’de ‘identification’ deniyor. Birçok Batı dilindeki anlamdaşı gibi Latince kökenli. Latince ‘aynı’ anlamına gelen ‘idem’ ile, ‘yapmak’ anlamına gelen ‘farcere’ fiilinden oluşturulmuş bir kavram. ‘Aynından yapmak’. Yani bizim kendimizi olduğumuzu düşündüğümüz kişi ile aynileştirmek, hayalimizde bir selfie’mizi yapmak gibi. Tıpkı, ‘ağaç’ dendiğinde, yeşilin tonları, kıvrımları, kökünü, gövdesini, dallarını, sallanan yaprakları bir matriks simülasyonu gibi kafamızda ayrı ayrı canlandırmayıp sadece bir bütüne, ‘ağac’a indirgememiz gibi…

Aslında bu zihni konsept ile doğmuyoruz. Bebeklerin egosu yoktur. Anadolu’da ve birçok kültürde bu yüzden bebekler, ‘insan’ olarak değil de bir tür ‘melek’ olarak görülür. Bir bebeği aynanın karşısına koyduğunuzda sanki karşısında bir başka bebek varmış gibi ona ulaşmaya çalışır. Ancak bir buçuk yaşından sonra, aynaya reaksiyonunda büyük bir farklılık gelişir. Bebek, aynaya baktıktan sonra, bize bunun kendisi olduğunu anlatmaya çalışacaktır. İşte ego yıldızının parladığı andır bu. ‘Ben’ duygusu gelişmeye, melek insanlaşmaya başlamaktadır.

İnsan olarak, aynada kendisini tanıyabilme konusunda yalnız bir tür değiliz. Yetişkin şempanzeler ve orangutanlar gibi bazı hayvanların da aynada kendilerini gördüklerinde tanımaları, onlarda da bir tür ‘kendilik’ konsepti olduğunu gösteriyor.

Birçok hayvanın bebeği doğduktan çok kısa süre sonra yürümeye-yüzmeye-uçmaya başlar. Bizim türümüzün ise desteksiz oturabilmesi bile ayları bulur. Tek başımıza yürümeye başlamamız 1,5 – 2 yılda ancak gerçekleşebiliyor. Bu bağımlılıktan dolayı da aidiyet duygusu bilinçaltımızın en önemli güçlerinden birine dönüşüyor.

Bir bebeğin doğup büyüme ve yetişkin insana dönüşme süreci, bir yönüyle insanın onbinlerce yıllık serüveninin de bireysel planda özeti gibidir. Konuşma-kavram devriminden önceki döneme ait arkeolojik bulgular, insanımsıların beyninin kompleks bir egoya sahip olmadığını gösteriyor. Tarihin bir noktasından sonra, mağara duvarlarına yansıyan sanat ortaya çıkıyor. İnsan, gördüklerini ve hepsinden önemlisi kendisine ilişkin algısını mağara duvarlarına çiziyor. Hayal gücü, daha kompleks bir egoyu hayal edebilecek şekilde gelişiyor. Konuşma ve dil kapasitesi geliştikçe de insanlar kendilik tecrübeleri hakkında şeyler anlatmaya başlıyor.

Kişisel tanışmalarda yaptığım atıflar dışında kendimi tek bir kimliğe indirgemeyi pek de beceremem. Kimliklerimi reddettiğimden değil. Hepsi, ‘beraber’ beni ben yapan şeylerdir. Birini alıp ‘ben’ yapıp diğerlerini dışarıda bırakmak varlığımın önemli bir kısmını koparıp atma sızısı verir.

En rahatlıkla kullandığım kimliklerimden birisi Beşiktaşlılığım. Beşiktaş’ın galibiyetinden veya mağlubiyetinden bahsederken, ‘yenildik’ veya ‘kazandık’ diyorum. Beşiktaşlılığım, hayalimde geliştirdiğim bir mental kimlik aslında. Takım konsepti ile ‘kendi’mi özdeşleştiriyorum ve bunun üzerimde güçlü duygusal sonuçları var. Beşiktaş artık egomun bir parçası. Onun hezimetleri ve zaferleri benim kişisel hezimetlerim ve zaferlerim oluyor. Ne var ki birçok diğer kimliğim gibi bunun da gerçek yaşamda bir karşılığı yok. Ben Beşiktaş kulübünün sahibi değilim, onun gelirinden pay almıyorum dahası birçok modern taraftar gibi bahis de oynamıyorum. Sahadaki 11 futbolcu ile hiçbir ahbaplığım da yok. Ama bir şekilde bu 11 kişinin yenilgisi veya galibiyetinden çok güçlü şekilde etkileniyorum. Bu kimliğim zihinsel bir kimlik ama etkilerini biyolojik olarak bile ölçmek mümkün. Örneğin bilimsel araştırmalar, takımı kazanan taraftarın testosteron düzeyinin yükseldiğini ortaya koyuyor.

Yani ki, birşey ile kendimizi kimliklendirdiğimiz zaman, o şey tamamen bilinçaltı etkisiyle ‘kendilik’ konseptimizin bir parçası haline geliyor ve egomuzun kanatları altına giriyor. Ve zihnimizdeki bu kimliksel konsepte sözel bir saldırı olduğunda bile, şahsımıza fiziki saldırı olmuşçasına bir duygusal travma yaşıyoruz.

Modern çağ insanı, takım taraftarlığı gibi çok sayıda fazla şey ile kendisini kimliklendiriyor. Bir yandan takım taraftarı kimliği, bir yandan siyasal kimlik, bir yandan etnik kimlik, inanç grubu kimliği, meslek grubu kimliği, internet grubu kimliği, şehir kimliği, sınıf kimliği, semt kimliği vs… Ve hepsi sürekli, birilerinin saldırısı altında… Bu da modern insan için yaşamı bir yönüyle, tehditlerin kol gezdiği bir korku tüneline dönüştürüyor.

Politikayı bir kimlik mücadelesi olarak görüyorsak, güçlü bir muhalefetle karşılaştığımızda, sanki bedenimize yönelik fiziksel bir saldırı altındaymışız gibi feverana kapılabiliyoruz. Kimliğimizle özdeşleşen her hangi bir entelektüel kabulümüze güçlü bir eleştiri, vücudumuza işkence ediliyormuş gibi etki uyandırıyor. Kimliklendirmenin gücüne göre, eleştirinin üzerimizdeki etkisi de o oranda güçlü oluyor. Bütün bu kimlik savaşlarımızın temel itici kaynağı ise egomuz.

İnsanlık tarihi, egonun, yani hükmetme, kendine benzetme mücadelesinin doğal tarihidir bir yönüyle. Tarihteki bu çok güçlü varlığına rağmen, balığın suyun farkında veya kuşun havanın farkında olmaması gibi, ego da çoğunlukla tarih kitaplarının görmezden geldiği bir şey.

Herbirimiz otobiyografimizi yazsak hiçbirimiz ömrümüz boyunca ‘nefes alıp verdiğimizden’ söz etmeyiz. Oysa yaşamımız boyunca en fazla yaptığımız şey bu. Peki önemsiz bir detay mı? Hayır, trilyonlarca nefesimizin tek tek her biri yaşamsal değerde! Ölümle aramızdaki tek şey o bir anlık fiziksel refleks. Gün içindeki binlerce nefesimizden sadece tek birini bile verdikten sonra geri alamazsak ölürüz. Bu kadar basit ama müthiş güçlü bir gerçek olmasına rağmen onun hayatımızdaki muazzam rolünün farkında olmayız bile.

Aynen böyle de egomuza bir an için dikkatli bakmayı becerebilirsek birçok mücadelemizin, davamızın, süslü kelimeler, kuvvetli iddialar arkasına sakladığımız gerçek amaçlarını açıkça görebileceğiz. Kişisel yaşamımızın en anlamlı, en saf, en kişisel, en mahrem sorularının yanıtlarına ulaşabileceğiz. Kendi egomuzun farkındalığına erişirsek, fanatiği olduğumuz kimlik tartışmalarında, dış şartlarımız, doğum coğrafyamız, anne babalarımız farklı olsaydı bugünkü hararetli taraftarlıklarımızın belki de tam karşısındaki taraftarlıkta da olabileceğimizi farkedeceğiz.

Örneğin, yeryüzündeki en yaygın kimlik, dini kimliktir. Fakat insanlığın yüzde 99.99’u bu kimliği ‘doğumla’ kazanır. Bir insanın dinini seçmesi çok ama çok nadirdir. Hristiyanları şeytanın ordusu gören fanatik bir İslamcı, Ortadoğu yerine Kansas’ta doğsaydı, Müslümanları şeytanın ordusu gören bir Hristiyan fanatik olacaktı.

Egomuzun, bir çok süslü görkemli iddiamız arkasındaki itici gücünü de farketmeyiz. Eric Hoffer, ”günümüz Asya’sına rengini veren şeyin, ağzı bol laf yapan okumuşların, bitmez tükenmez statü arayışı olduğunu” yazıyor örneğin. Sürekli ”değişim” talep ederler ancak iktidar ve muktedirler onların özel sıkıntısını giderdiğinde, anında birer istikrar direği olup çıkarlar diyor Hoffer. İçten bir değişim arzusu değildir bağırtan onları. Kişisel veya grupsal sıkıntılarıdır aslında. Bu nedenle de Asya’nın kısır döngüsü sürer gider.

İnsan doğuştan ‘grupçu’ bir canlıdır. Tecridin bir işkence olması bundandır. Aşırı grupçu, kabileci toplumlar ise egonun hormonlu büyüme alanıdır. Çünkü, grubumuz tarafından onaylanma veya reddedilmenin ego üzerinde müthiş etkisi vardır. Sosyal statümüzü maksimize edebilmek için, sözlerimize davranışlarımıza yönelik geri dönüşlere aşırı duyarlı oluruz. Beynimiz, ‘bu beni öne çıkarır’ veya ‘bu beni gözden düşürür’ü biz ya hiç farkında olmadan veya çok zayıf bir farkındalıkla otomatik olarak yapmaya başlar.

Diğer insanlarla ilgili vardığımız hükmler de aynı otomatiğe bağlıdır. Onlardan hoşlanıp hoşlanmamamız, nazik veya kibirli, vatansever veya hain, akıllı veya ahmak olup olmadıkları, hep bizim statümüze veya grubumuzun statüsüne oluşturdukları tehditle doğru orantılı olarak otomatik karar verdiğimiz şeyler.

Bilinçli olmanın yolu egoyu yok etmek değildir (Gerçi istesek de ego yok olmaz). Hem ‘insan’ kalabilmemiz için ego gereklidir de… Ama onun farkındalığına erişmektir önemli olan. İnsanı, kendi kendinin farkındalığına ulaştıracak mekanizma da donanımımızda var. Ötekileri sorguladığı kadar ve hatta daha çok kendisini sorgulayan kendisinin farkındalığına erişmiş ‘vicdani bilinç’tir bu.

Çünkü vicdani bilinç, egonun parmaklıkları arasında değildir. Bu saf bilinç, doğumla veya doğumdan sonra parçamız olan bütün kimliklerden bağımsız olarak en doğal en fıtri yönümüzü yansıtma kapasitesine sahiptir. Apollo 11 mürettebatının Yer’in uzaydan görünen fotoğrafını ilk kez çekip göndermesinin, ‘aynı gezegeni paylaşan bir tür’ olduğumuz gerçeğine uyandırması gibi, vicdan bizi kendi gerçekliğimize her an uyandırabilir.

Çünkü vicdani bilinç bir ayna gibidir. Herşeyi yansıtır ama içinde birşey yoktur. Egomuzun, kimliklerimizin ve önyargılarımızın yaptıklarını olduğu gibi yansıtır. Kendisini, düşüncelerini sorgulama yeteneği kazanmış insan, bu aynada gerçek kendisini görmeye ve  olgunlaşmaya başlar.

Dans okullarında, duvarların ayna olması buna benzer. Çünkü hepimiz harika dans ettiğimizi düşünürüz. Oysa dışarıdan bizim dans dediğimiz hareketlerimize bakan komikliği veya en azından uyumsuzluğu, ahenksizliği görebilir. Bu nedenle de profesyonel dansçı kendisini yetiştirirken, kendisini ‘kendi düşüncesine’ göre değerlendirmez, aynada kendisine bakar ve nasıl göründüğünü görür ve hareketlerini doğru yönde geliştirir.

Egonun bize yaşattığı en büyük illüzyonlardan biri de kişilik ve kimliğimizi değişmez sabit yapılar sanmamız. Ruhsal ve mental süreklilik ve istikrar için kendimizi asla değişmeyen sabit bir varlık olarak deneyimleriz. Gerçi her birimiz, geçmişimize baktığımızda hatalar, aşırılıklar, kusurlar görürüz ama bugün bu yaşımızda artık mükemmele ulaştığımızı da düşünürüz. Duyguda düşüncede en doğru noktaya varmışızdır. Bu ‘ben’, ölünceye kadar olacağım ‘ben’dir diye düşünürüz. Oysa bugün kaç yaşında olursak olalım, nasıl bugün 15 yıl önceki ‘ben’ değilsek, 15 yıl sonra da bugünkü ‘ben’ asla olmayacağız. Bugünkü aşırılıklarımızı, kimliklerimize yüklediğimiz anlamların sahiciliğini, saçmalıklarımızı ancak 15 yıl sonra geriye dönüp baktğımızda fark edebileceğiz.

Kimliklerimizin çoğu elbette ki tamamen yok olmaz ama onlara yüklediğimiz anlamlar zaman ve şartlara bağlı olarak değişir. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de Balkanları örnek veriyor. 1980’lerde sorduğunda ‘gururla Yugoslavım’ diyen kişiler, 1990’lı iç savaş yıllarında aynı gururla ‘Müslümanım’ veya ‘Katolik’im, 2000’lerde ise ‘Boşnak’ım, ‘Hırvat’ım, ‘Sırp’ım diyor. Sınırların önemsiz olacağı ve entegrasyonun yükseleceği bir olası gelecekte de hepsinin kendisini  öncelikle, ‘Balkanlardanım’ diye tanıttığını da görebiliriz.

Egomuza ve kimlik savaşlarımıza karakterini veren şeylerden biri de batılı psikoloji literatüründe ‘cognitive bias’ denen psikolojik önyargı mekanizmalarıdır.

Örneğin, ‘conformation bias’, bizim kendimizi sadece mevcut yargılarımızı pekiştiren bilgi ve haberlere açık tutup, onları sarsan bilgi ve haberleri görmezden gelmeye sevk eder. Otobiyografimizi yazdığımızda hakkımızda negatif imaj oluşturacak olayları anımsamayız ama pozitif imaj oluşturacak tüm detyaları anımsarız. Okuduğumuz kitaplarda yargılarımızı pekiştiren cümleleri anımsarız ancak onları çürütenleri unuturuz. Darwin, otobiyografisinde, iddialarına, fikirlerine, tespitlerine karşıt olan iddia, fikir ve tespitlere denk geldiğinde onları hemen not aldığını, çünkü bunu yapmazsa kısa sürede unutacağına emin olduğunu yazıyor. Bu müthiş bir ‘farkındalık’ göstergesidir.

Örneğin, ‘tutuculuk yargısı (conservatism bias)’, mevcut mental yapımızı ‘düşünce konforuyla’ sürdürebilmemiz için dünya görüşümüzü sarsabilecek düşüncelere mesafeli, temkinli ve hatta kapalı olmamızı sağlayan mekanizmadır.

Örneğin, ‘self serving bias’ denilen zihni mekanizma, başarılardan kendimize veya kimlik grubumuza pay çıkarmaya, başarısızlık ve sorunlarda ise bütün sorumluluğu hazzetmediğimiz ötekilere yüklemeye yönlendirir.

Örneğin, akrabalarımızın, kendimize en fazla benzeyen kişilerin veya aynı kulvarda yer aldığımız grupların başarılarından rahatsız olmamıza yol açan haset (envy) eğilimi… Tarihin en acımasız savaşları, kan bağı, amaç, kültür, inanç, ideoloji olarak birbirlerine en yakın gruplar arasında gerçekleşmiştir. Tarihin çoğunda elin ele yaptığından fazla, kardeşin kardeşe yaptığı vardır.

Yine, hepimize kendimizi ortalamanın üstü bir donanıma sahip olduğumuzu düşündürten ‘üstünlük vehmi (superiority bias); Yerleşik duygu ve düşüncelerimize aykırı, ezberlerimizi bozan düşünceleri, konseptleri peşinen reddetmemize yol açan Semmelweis refleksi; Diğer insanların ne kadar eksik ve subjektif düşündüğünü farkettirip kendimizin açık görüşlü ve objektif olduğumuzu düşündürten önyargı kör noktası (bias blind spot); Grubumuzla uyumlu harekete ve yanlış görsek bile grubun söylemine sahip çıkmaya yönlendiren sürü psikolojisi (Bandwagon effect); Önyargımızı pekiştiren bir bilgiye yanlış olduğu ortaya çıktıktan sonra da inanmaya devam etmemizi sağlayan ‘continued influence effect’; Sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz insanların, grupların kusurlarını, hatalarını, suçlarını görmezden gelmeye sevk eden ‘liking tendency’; Sevmediğimiz kişi ve grupların iyi yanlarını görmezden gelmeye neden olan ‘disliking tendency’; Görmezsek yoktur yanılgısına yönlendiren deve kuşu psikolojisi; Algıda seçicilik ve daha yüzlercesi…

Bunlar, beynimizin milyonlarca yıllık evrim sürecinde, doğada var olabilmek için geliştirdiği içgüdüsel refleksler aslında… Son yüzyılda dünya ve çevremizle ilgili bilgimiz oldukça arttı ancak çevremizle ilgili bilgimizin son derece kısıtlı olduğu onbinlerce yıl boyunca bu yargı mekanizmalarımız, hızlı karar alabilmemize yardım etti. Bizim, gıdaya, sekse ve güvenli barınma yerlerine ulaşmamızı sağladı. Bir tehdit mi var? Bu tehdide karşı ne yapmalıyım? Kim dost kim düşman? Bulunduğum durumdan nasıl hızlıca çıkabilirim? Beynimizin bu kestirmelerle düşünmesi, bilgisayarların, akıllı telefonların yazdığımız sözcüğü otomatik tamamlama fonksiyonu gibi. Bu kestirmeler olmaksızın çok az şey yapabilirdik. Gündelik yaşamımızda verdiğimiz kararlarımızın, vardığımız yargılarımızın çok büyük çoğunluğu da işte bu otomatik yargı mekanizmaların ürünü… İşte fanatizm, neredeyse tamamı ile bu zihinsel otomatiğe dayalı düşünmektir. Açık fikirlilik ise, bu otomatiğin dışına çıkma girişimidir.

Kimliğimizin temeli olan ego, bir yönüyle de sahip olduğumuz en büyük bilişsel önyargıdır (bias). Bilincimizde, kendimizi, evrenin merkezinde yer alan, izole bir varlık gibi görme illüzyonu yaşatır. Bu kör cehaletle de olan biten herşeyi kendimizle veya kimlik grubumuzla ilgili zannederiz. Ve beynimizdeki diğer önyargı mekanizmaları gibi aşırı şekilde kullandığımızda bir kuyuya dönüşür.

Gezegen üzerinde milyarlarca sayıda olan ‘diğer insanlar’, zamansal olarak bir anda ve mekânsal olarak bir zerrenin kabuğunda geçen ve adına yaşam dediğimiz bu akıl almaz süreçteki yol arkadaşlarımız. Kimse ‘kimliğinden’ dolayı aslında bize tehdit değil. Bunlar bizim kafamızdaki vehimlerdir. Gezegenimizin, hatta Güneş’imizin ve hatta galaksimizin, evrenin merkezi olmadığının artık farkına vardığımız gibi, kimliğimizin ve egomuzun herkesinkinden özel ve merkezi olmadığı gerçeğinin de farkına varabilmeliyiz.

Hiçbirimiz tam olarak olduğumuzu sandığımız kişi değiliz. Kafamızdaki ‘ben’ veya ‘biz’, çoğu zaman yanıltıcı bir avatardan fazlası değil. Türümüzün en büyük trajedisi bu…

İç dünyamızda, farkında bile olmadığımız yığınla duygunun ve düşüncenin tuğlalarını oluşturduğu, Einstein’in deyişi ile bir mental hapishanedeyiz. Kendimizi, bundan kurtarmaya çalıştığımız zaman, tıpkı bir hapishaneden yeni salınmış biri gibi bir açıklığa ve özgürlüğe kavuşuruz. Bu da yaşamın, egomuzun ve kimliğimizin perdelediğinden çok daha fazlası olduğuna bir farkındalık yaratır. Yaşam süremiz çok az ve değerli. O yüzden de her zaman, her yerde, her aşamada kendimizi sorgulama, gerçek kendimizle yüzleşme cesaretini gösterip kendi kendi kendimize şu soruyu sormaktan çekinmememiz lazım; Kimsin sen arkadaşım?

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz

Amacın ne arkadaşım?