Skip to content
Menu

Her iyi niyetli hükümetin gerçek dostu: Ona hasım bir medya

Beyaz Saray’ın efsane muhabirleri Beyaz Saray sözcüsünün basın toplantısında. Mart 1986. Soldan sağa: Ralph Harris (Reuters), Sam Donaldson (ABC), Helen Thomas (UPI) ve Bill Plante (CBS). Özellikle Donaldson ve Thomas ikilisi, her ABD başkanının basın toplantılarındaki kabusları oldular.

CEMAL TUNÇDEMİR

1988 yılındaki tarihi Moskova ziyaretleri sırasında, dönemin ABD başkanı Ronald Reagan ani bir kararla Kremlin yakınlarındaki ünlü Arbat pazarını ziyarete karar verir. ABD Başkanı ve eşinin pazarda olduğunun duyulması büyük bir izdihama yol açar ve koruma görevlilerine oldukça zor anlar yaşatır. Bu sırada Reagan’lardan kopmamaya çalışan gazeteci Helen Thomas’ı iki KGB ajanı yakalar ve hızla uzaklaştırır. Bağırmaya başlayan Thomas’ı duyan Nancy Reagan hemen oraya yönelir, Rus korumalara, ‘o bizimle beraber’ der ve yanlarına getirilmesini sağlar. Beraber, başkanın yanına yürürlerken first lady, gazeteci Thomas’ın kulağına eğilir ve keyifle jestinin tadını çıkarır: ‘Artık bana borçlusun’.

Bu olayı sonradan öğrenen Beyaz Saray sözcüsü Marlin Fitzwater’ın şaka yollu tepkisi ise Kremlin’e değil Nancy Reagan’adır: ‘Kader, Beyaz Saray’a Helen Thomas’tan kurtulmak için altın tepside bir fırsat sundu ama maalesef bu fırsat kaçırıldı’.

UPI haber ajansının Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas, yarım yüzyıl aşkın bir süre boyunca ABD başkanlarını ve Beyaz Saray basın sözcülerini en fazla rahatsız eden gazetecilerden biri oldu. Bill Clinton’ın ilk basın sözcüsü Dee Dee Myers, 1994’teki  bir basın toplantısında, bir gün görevi bittiğinde asla özlemeyeceği 10 şeyi sıralarken ilk sırada ‘Helen Thomas’ vardı. Onuncu sırada, ‘Helen Thomas demiş miydim?’ maddesi yer alıyordu.

Bill Clinton, 4 Ağustos 1995 günü 75’nci doğum gününde baş belasına bir sürpriz yapacaktı. Thomas’ın ses kayıt cihazını kapıp Thomas’ın ağzına doğru uzatırken, Thomas’ı taklit ederek soracaktı:

‘Bayan Thomas, bütün bu yıllar boyunca başkanları dinlemek, bütün o yapmacık konuşmalarını dinlemek, bütün o karmaşa, yalanlar, insan aldatmaları… Hepsine katlanmak çok zor olmalı, değil mi?’

ABD Başkanına gülümseyen Helen’in yanıtı kısaydı: ‘Yüzde yüz katılıyorum’.

Bill Clinton’ı severdi ama basın toplantılarında gazeteci koltuğuna oturduğunda çok acımasızdı. Monica Lewinsky skandalı boyunca her basın toplantısında Beyaz Saray sözcülerini bu konuda soru bombardımanına tutuyordu. Öyle ki o günlerde Bill Clinton, bir gazeteci gecesindeki konuşmasını ‘Herkese iyi geceler, Helen Thomas hariç’ diyerek şaka görünümlü bir sitemle bitirecekti.

Beyaz Saray koridorlarında kimsenin duymak istemeyeceği şeyleri seslendirebilen bir gazeteciydi. 1996’da Demokrat Partinin başkan adaylığı yarışında Başkan Clinton ikinci dönemi için yeniden adaydı ve partide kendisine karşı hiçbir aday çıkmamıştı. Buna rağmen basın sözcüsü Mike McCurry basın toplantısında, Clinton’ın Iowa önseçiminde oyların yüzde 99.8’ini aldığını övünerek anlatınca, dayanamayan Helen Thomas’ın sesi salona yayılacaktı: ‘Tıpkı Sovyetler Birliğinde olduğu gibi’.

Modern dönem başkanları içinde gazetecilerle arası en iyi ABD başkanı Kennedy oldu. Başkan olduktan sonra bile birçok yakın arkadaşı gazeteciydi. Helen Thomas da ilk kez onun döneminde Beyaz Saray muhabiri olmuştu. Kennedy, ilk kez TV’den canlı basın toplantısı yapacak kadar özgüvenliydi. 1962 Aralık ayında NBC’den Sander Vanocur’a konuk olduğunda, kendi yönetimini övenlerden çok eleştiren gazetecileri okuduğunu belirterek bunun nedenini şöyle anlatacaktı:

‘Bir başkan için onaylamadığı haber ve yorumları okumak elbette ki keyifli bir iş değil. Ancak buna rağmen bence başkanlığın hayati bir parçası. Çünkü bu tür haberler, yönetiminiz altında ülkede gerçekte neler olduğunu öğrenmenin tek yoludur. Medyanın önüme getirdiklerine daha çok dikkat ediyor ve o konularda arkadaşlarımdan ekstra bilgi talep ediyorum. Kruşçev’in başında olduğu otoriter sistemin, her ne kadar kamuoyunun gözünden uzakta fonksiyon icra ettiği için çok büyük avantajları olsa da, bence en korkunç dezavantajı, hergün kendisini eleştiren gazetelerin masasına gelmemesidir. Her ne kadar hoşlanmasak da, keşke böyle yazmasalar desek de, yazdıklarını asla onaylamasak da, özgür bir toplumda, çok aktif bir basın olmadan bir başkanın hiçbir iş yapabilmesi mümkün değildir.’

Ama işte bu Kennedy bile Helen’den muzdaripti. Helen için, ‘kalemi olmasa, aslında çok hoş bir kadın’ diyecekti bir defasında.

Sonradan dışişleri bakanlığı da yapacak genelkurmay başkanı Colin Powell ise, bir defasında Helen Thomas’ın art arda gelen sorularından bunalınca arkasındaki generallere dönerek, ‘bunu hemen göndereceğimiz bir savaş falan yok mu?’ diye şaka yollu sormaktan kendini alamayacaktı.

Helen Thomas, Amerikan medya literatüründe ‘adversarial press (hasım gazetecilik)’ diye anılan bir muhabirlik türünün ilk akla gelen isimlerindendi. Bu muhabirler, basın toplantılarında veya soru sorma fırsatı bulduklarında, muhataplarına ancak bir hasmının soracağı soruları sorarlar. Çünkü gazeteciler olarak, toplumun devleti denetleyen en önemli silahı olduklarına inanıyorlar. En ayırıcı özellikleri, karşılarındaki kim olursa olsun, konu ne kadar hassas olursa olsun kamuoyunda oluşan soruları sorabilmek…

Hasım gazetecilik, sadece soru sorma hakkına değil, ondan daha önemli olarak ‘fikri takip (follow up)’ sorusu sorma hakkına inanır. Bu yüzden de başkanın verdiği yanıtın içeriğindeki yanlış, yanıltıcı veya izaha muhtaç bilgileri yeniden sorabilmek, gerçek bir basın toplantısını, propaganda toplantısından ayıran en önemli özelliktir onlara göre. Yani, devlet başkanına sadece gündemdeki bir konuyu hatırlatıp, ‘bu konuda ne düşünüyorsunuz?’ diye sormayı gazetecilik faaliyeti olarak değil, başkan lehine PR faaliyeti olarak görüyorlar.

En katlanamadıkları politikacı ise gerçek basın toplantılarından kaçınanlardır. Buna tavırlarının daha sert olacağını gösteren çok sayıda örnek var.

Başkan Ronald Reagan, 5 Ekim 1987 günü Beyaz Saray bahçesinde ülkenin başarılı eğitimcilerini kabul töreninden sonra Oval Ofis’e doğru yürürken aniden bir kişinin gür sesli sorusu Rose Garden’da yankılanacaktı. Reagan hem kendisini hem de törendekiler irkilten soruya kısa bir yanıt verip tekrar yürümeye başlayınca aynı gruptan bir başka kişi daha bağırarak başka bir rahatsız edici soru soracaktı. Bu sırada eğitimci heyetin sözcüleri, ABD başkanına bağıran gruba, ‘törenimize gölge düşürüyorsunuz’ diye çıkışacak olacaktı. İlk soruyu soran kişi, gür sesiyle bu kez öğretmenlere doğru, Reagan’ın da duyacağı şekilde ortamı bir daha inletecekti: ‘Başkan yetişkin bir adam ve kendi başının çaresine bakar. Size ne oluyor?’.

AP, bu yaşananlar ile ilgili haberin girişinde, ‘bir grup yetişkin, Beyaz Saray bahçesinde yürüyen ABD başkanına ciğerlerini yırtarak bağırıyordu’ diye aktaracak ve şöyle devam edecekti:

‘Bu kişiler, ‘bundan elbette hoşlanmıyoruz ama bu bizim işimiz. Hem bizi Başkan Reagan bu şekilde davranmaya itti’ şeklinde konuştular. ‘Kimdi bunlar? Bir grup meczup mu? Protestocu mu? Hayır! Beyaz Saray muhabirleriydi.’

Reagan’a ilk bağıran gür sesli muhabir ABC muhabiri Sam Donaldson’du. Muhabirleri bu derece kızdıran şey ise şuydu:

Reagan yıl boyunca sadece iki basın toplantısı düzenlemişti. Uluslararası ziyaretlerinde veya konuk ağırlamalarında ayak üstü basının karşısına çıkıyor onda da soru için fırsat bırakmıyordu.

ABC’nin efsane Beyaz Saray muhabiri Donaldson, AP’ye, ‘gördüğümüz yerde Reagan’a soru soracağız, sorularımızdan daha fazla kaçamaz’ kararı aldıklarını anlatıyor. CBS’in muhabiri Bill Plante ise, Başkan’a bağırarak soru sormalarını savunurken, ‘Başkan sorulardan kaçmamalı. Beyaz Saray bir kilise veya bir inziva evi değil’ şeklinde konuşacaktı.

Sam Donaldson, Reagan dönemi boyunca salonları inleten gür sesiyle en zor soruları sorarak, Amerikan yönetimleri için tam bir baş belası oldu. İran-Kontra skandalı boyunca her basın toplantısında Donaldson ve Helen Thomas ikilisi, Başkan Reagan’a, gazeteci Patricia Dickson’ın deyimi ile ‘iki pittbull gibi saldırıyordu‘. Öyle ki Donaldson, Cumhuriyetçiler ve muhafazakarlar için tam bir nefret objesine dönüşmüştü. Ancak Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde bu kez aynı gazeteciliği Clinton yönetimine karşı yapınca, Cumhuriyetçilerin ve muhafazakar seçmenlerin kendisini nasıl kutlama mesajlarına boğduğunu anlatıyor anılarında.

Artık emekli olan Donaldson, günümüzde gazetecilerin Obama karşısındaki mahcup ve edilgen tavırlarını çok utanç verici bulduğunu belirtiyor. Bir başka açıklamasında da, basın toplantısı öncesinde muhabirlere ‘bugün soru sorabilecek şanslı isimlerden biri de sen olacaksın’ dendiğini duyduğunu aktaran Donaldson, bunun örtülü bir tehdit olduğunu belirtiyor: ‘Bu, ‘soracağın şeyi dikkatli seç’ mesajıdır. ‘Agent 007’ filminde, Goldfinger’ın James Bond’a, ‘bir sonraki şakanı dikkatli seç. Son şakan olabilir’ demesi gibi…’’

Soru sormanın, soruların yanıtını almada ısrarcı olmanın ve bazılarınca ‘ego gazeteciliği’ diye adlandırılan üslubunun, ülkenin başkanına kabalık amacıyla olmadığını, ülkenin demokrasisinin yaşaması için bir zorunluluk olduğuna dikkat çekiyor.

Gazeteci Dan Rather da, ‘follow up (fikri takip)’ sorunun önemine dikkat çekiyor. Gazetecilerin bir meslektaşlarının sorusu yanıtlanmadığında dayanışma göstererek o yanıtın peşine düşmesi gerektiğini belirtiyor ve ekliyor:

‘Bütün tecrübemde şunu öğrendim ki başkanlar, basın toplantsında verecekleri mesajın şeklini belirlemek için ellerinden geleni yapar. Biz gazeteciler ve yurttaşlara düşense demokratik haklarımızı kullanarak devlet başkanlarını sorumlu tutmayı sağlamaktır. Demokrasi, sadece sandıkta oy verip sonra tribünden izlenecek bir spor değildir’

2 Ağusto 2006 günü Başkan Bush, yeni açılan basın odasının açılışında ilk basın toplantısını bitirip de çıkışa yöneldiği anda, arka taraflardan yüksek sesli bir soru yükseldi. Bush, sesin geldiği yöne dönerek kim olduğunu anlamaya çalıştı ve artık emekli olan Sam Donaldson’u gördü. ‘Sam Donaldson mı o?’ diye sordu Bush ve ekledi:

Boşversene! Sen artık tarih oldun Sam! Tarih olmuşların sorusuna yanıt vermiyoruz biz’.

Arka sıradan Donaldson’un sesi yeniden yankılandı salonda:

Tarih olmuş olmak, hiç olmamaktan iyidir!’.

Bush rahatsızca gülerek salonu terk etti.

Resmi makamların, gazetecilere ‘bütün gerçeği’ paylaşacağını düşünmek bir gazeteci için saflık olur. Gerald Ford’un basın sözcüsü Ron Nessen bir gün bir soruya yanıtına, ‘gerçeği söylemek gerekirse’ diye başlayınca, cümlesi, gazetecilerin Beyaz Saray basın odasını dakikalarca inleten alkışlarıyla yarıda kesilecekti. Mizah dolu zekice bir protestoydu bu. Bir gazetecinin özgürce soru sorabilmesi, toplumun, gerçeğin daha fazla kısmını öğrenmesindeki en önemli silahıdır.

Hasım gazetecilik, bir hükümetin her iş ve eylemine otomatik olarak karşı çıkma gazeteciliği değildir. Glenn Greenwald bu tür gazeteciliğe Amerikan basın literatüründe, ‘contrarian press (karşıt gazetecilik)’ değil de ‘adversarial press’ denmesinin de bu nüansı vurgulamak için olduğunu belirtiyor.

Hasım gazetecilik, hükümetler üzerinde toplum adına bir tür denetim ve bekçilik işlevi görür. Bu işlev, gazeteciliği, Pravda’dan ayıran en temel fonksiyondur. Demokratik bir toplumda hukuksal koruma altındadır bu işlev. Pentagon Belgeleri’nin yayınlanması davasında yargıç Hugo Black, gizli savaş belgelerin yayınlanmasının basın faaliyeti olduğu kararının gerekçesinde, ‘hükümetlerin toplumdan sakladıkları işlerini özgürce yazabilsinler ve halkı aydınlatabilsinler diye basın özgürlüğü anayasal koruma altındadır’ diye yazacaktı.

Donaldson, yeni kuşak gazetecilerin oldukça zeki olduklarını teslim ediyor ama tarih okumadıklarından ve geçmişteki tecrübelere yeterince dikkat etmediklerinden yakınıyor. Örneğin Vietnam Savaşı sırasında medyanın yaptığı hatalardan ders çıkarılmasının önemine vurgu yapıyor. Bunun herkes için geçerli olduğunu belirtiyor. Başkanların bile geçmişteki hataları tekrar etmeye başladıkları hatırlatıldığında, ‘geçmiş başkanlar nasıl yapılacağını bilmiyordu biz bu sefer başaracağız’ yanılgısına düşebildiklerini belirtiyor ve George Santayana’nın ünlü sözünü anımsatıyor:

”Geçmişi hatırlamayan aynı hataları yapmakla lanetlenir”.

Sam Donaldson geleceğin muhabirlerine de şu öğüdü veriyor:

‘Gazetecilik öğrencilerinin bilmesini istiyorum ki, politika muhabirliği yaptıkları zaman işleri politikacı üzerinde baskı kurmaktır. İşiniz ‘politikacılara söylediklerini ve yaptıklarını’ sormaktır. Politikacılar topluma hesap vermekle yükümlüdür ve bu hesabı sizin aracağılığınızla vermek zorundalar’.

Helen Thomas, muhabirlerin işlevini anlatırken ‘bizler bekçiyiz’ der bir defasında ve ekler:

‘Kerametimiz de vazifemiz kendinden menkul. Ama basın odasında başkanların karşısındayız ve orada olmamız ülke için çok hayati. Baş belasıyız. Birinin evine izinsiz girmişler gibiyiz. Sürekli hareketlerini izlememizle ve sorularımızla onları rahatsız ediyoruz.’

Thomas da son yıllarında, hesap sorar gibi soru soran muhabirlerin sayısının hızla azalmasından yakınıyordu:

‘Tanrı aşkına! Muhabir dediğin biraz sıkı olur! Özellikle 11 Eylül’den beri, devrilmişler de yerde ölü rolü yapıyor gibiler. Vatan haini veya Amerika karşıtı şeklinde damgalanacaklar diye çok korkuyorlar.’

Helen Thomas öldükten sonra arkasından ‘Helen yüzsüz bir ısrarcı mıydı?’ diye soracaktı arkadaşı Sam Donaldson ve ekleyecekti: ‘Evet. Ve bu haslet gerçek bir gazeteci için şerefle taşıyacağı bir madalyadır’.

ABD’de hasım basın ile başkanlar arasındaki çekişmelerin son yarım yüzyılına bakıldığında şu gerçek ortaya çıkıyor: Hükümetlerin muhalifi bir medya, hem o hükümetlerin ve hem de toplumun asıl dostudur. Bir hükümete ve ülkeye, durmadan hükümeti öven medya kadar zarar verebilecek çok az şey vardır.

Dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, gazetecilere ait Gridiron Club’ın 1977 yılı galasındaki konuşmasında ev sahibi gazetecilere seslenirken bu gerçeği şöyle itiraf edecekti:

’Gazeteciler ve devlet yönetimimizin karşı karşıya geldiği neredeyse her durumda, sonunda gazetecilerin haklı olduğunu gördüm. Lütfen işinizi yapmaya devam edin.’’

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz

NOT: Bu yazı ilk olarak Aljazeera.com.tr adresinde 21 Mart 2016 günü yayınlandı